30.07.2007

Müslüman baston

Bir zamanlar bazı kişiler baston taşımanın günah olduğunu söylerlermiş. Kethüdazade Arif Efendi, elinde baston olmadan dolaşamayan birisi olduğu için kendisine bu tür şeyleri söyleyenlere vereceği cevabı önceden hazırmış.

Yine bir gün kendisine;
"Bu gavur icadını niçin kullanıyorsun?" diye sormuşlar.

Kethüdazade Arif Efendi, bastonun yuvarlak şekilde kesilip yontulan başını göstererek şu cevabı vermiş;
"Ben onu çoktan müslüman ettim."

En kuvvetli devlet hangisi tartışması

Diplomatlar toplantısında en kuvvetli devletin hangi devlet olduğu üzerine görüşler açıklanıyormuş. Kimisi en kuvvetli devletin kendi devleti olduğunu, kimileri de o zamanlarda teknik açıdan çok iyi olan devletlerin en kuvvetli devlet olduğunu söylemiş. Aynı toplantıda bulunan Keçecizade Fuat Paşaya söz gelince şöyle demiş;

"En kuvvetli devlet Osmanlı Devleti'dir."

Diğer diplomatlar sözün devamını beklemeden;

"Bu nasıl olur, şuan Osmanlı "Hasta Adam" konumunda, siz nasıl onun en kuvvetli devlet olduğunu söyleyebilirsiniz ki?" demişler.

Bunun üzerine Fuat Paşa şu açıklamayı yapmış;

"Buna niye hayret ettiniz ki; siz dışarıdan biz içeriden yıllardır uğraşıyoruz da hala yıkamadık Osmanlı'yı."

Hangi Atilla ?

Atilla İlhan yıllar önce Fransa'da yaşadığı bir olayı televizyonda izleyicilerle paylşıyor.
Kütüphaneye giden ve forumunu dolduran İlhan, kütüphanecinin şu sorusuyla karşılaşıyor;

- Bu isim tarihteki Atilla, değil mi?
- Evet.
- Öyleyse sana kitap yok.

Bu anı, batı'nın "Atilla" isimine, Türklere ve Türk tarihine bakışını iyi örnekliyor sanırım.

Mustafa Akkad Kimdi ve Neler yaptı ?

Çağrı... Tekrar tekrar izlenmiş olsa da, yine de her izleyişte izleyiciyi derinden sarsmayı başaran, sinema tarihinin en başyapıtları arasıda yerini almış ünlü bir film. İslam'ın doğuşunu ve yayılmasını anlatan bu film, 24 yıldır sinema izleyicini derinden sarsıyor... Ve Çağrı, Ömer muhtar filmi ile birlikte Batı'da İslamiyet'i tanımayan pek çok insana dinimizin ne adına savaştığını ve sıkıntıler çektiğini gözler önüne sererken, pek çok Müslüman'ın da hayallerinde canlandırdığı karakterleri beyaz perdede görmesine vesile olmuştu.

Mustafa Akkad, aslen Suriyeli olmasına rağmen Amerika'da yaşıyordu... Hollywood'un uzağındaydı ama yaptığı filmler, onun o dünyanın en büyük yönetmenleri arasında sayılmasını engellemiyordu.

Üstelik başrol kahramanları filmde görünmediği halde büyük bir başarı sağlamış şaheser olan Filmin yönetmeni mustafa Akkad bu büyük başarıyı yakalarken şüphesiz çok büyük zorluklar yaşamıştı. Ve terör onu aramızdan koparıp aldı.

Ürdün'de düzenlenen otel saldırılarında yaralanan ünlü Suriyeli film yönetmeni Mustafa Akkad tedavi gördüğü hastanede bugün hayatını kaybetti. Onunla birlikte kafasında canlandırdığı iki büyük filmin projesi de hayata veda etti.

Mustafa Akkad, ölümünden kısa bir süre önce İstanbul'da Kanal 7'nin sorularını yanıtlamış ve hayata geçirmeyi düşündüğü iki büyük projeyi açıklamıştı. İşte o tarihi görüşmede, yönetmenin söyledikleri:

Çağrı filmi fikri nasıl oluştu?

Çocuğum olunca şöyle bir duyguya kapıldım: Çocuklarıma dinlerini öğretmeliyim dedim ve sorumluluğumu hatırladım. İşte Çağrı projesi böyle ortaya çıktı. Hem kendi çocuklarımın, hem de başka çocukların geleceği için. Ama bu hiç kolay olmadı. Çünkü Holivud'da Antony Quin'in başrolde oynadığı bir İslami film yapmak gerçekten zordu. Çünkü Holivud geleneğinde İslam'a dair her şey çirkin..."

Peki film, nasıl bir tepkiyle karşılandı? Çağrı'nın etkisi ne oldu?

Tepkiler olağanüstüydü... Binlerce kişi Müslüman oldu... Özellikle Amerika'da siyahlar arasında İslam hızla yayıldı.. Elhamdülillah etkisi çok büyük oldu. Şu anda bile bütün dünya televizyonları filmi yayınlıyor. Üniversiteler, video klüpleri filme büyük önem veriyor.

Peki Çağrı, sizce neden bu kadar etkili oldu?

Özellikle Amerikan kamuoyunu dikkate aldım. Onlara kendi mantıkları ve dilleriyle hitap ettim. Filmde Hristiyanlıkla İslam arasındaki ilişkiye, Hz. Meryem'e vurgu yaptım. Sahneleri bu mantıkla çektim...

Ve yıllardır konuşulan bir söylenti... Filmin başrol oyuncusu ve filmde Hz. Hamza'yı canlandıran Antony Quin, Müslüman oldu mu?

"Antony Quin, İslam'dan çok etkilendi.. Çekimler bittikten sonra bana şunu söyledi: "Ben Müslüman olmadım ama İslam dinine artık daha çok saygı duyuyorum. Çok etkilendim"...

ABD ORDUSU OPERASYON İÇİN ÇAĞRI'YI İZLEDİ
Mustafa Akkad, bu arada, yakın zamanda gerçekleşen ve gündeme gelmeyen bir olayı da anlattı.. Amerikan ordusu, Afganistan operasyonunda Çağrı'nın kasetlerini izlemiş...

"Amerikan Ordusu, Afganistan'a girmeden önce Çağrı'nın tam yüz bin video kasetini aldı. Askerler filmi, İslam hakkında bilgi almak amacıyla izledi..."

Çağrı'da filmin baş kahramanı yani Hz. Muhammed görünmüyor... Buna rağmen film baştan sona ilgiyle izleniyor... Mustafa Akkad, "Baş kahramanın görünmediği bir filmi çekmek zor almadı mı?" sorusunu bakın nasıl yanıtlıyor...

"Çok zor oldu... Sadece baş kahraman değil, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali.... Hiç biri yok. Hatta Hamza, diğerleri olmadığı için var... Müslümanlar izlerken, Hz. Muhammed'in yokluğundan dolayı bir sıkıntı çekmediler... Ama yabancılar için bu bir sorundu. Bir de metnin Ezher Üniversitesi tarafından onaylanması gerekiyordu. Çok zorlandım. Ama mutluyum, mesaj yerine ulaştı..."

Peki Hz. Muhammed ve diğer İslam büyükleri, filmde neden gösterilmedi?

İslam alimleri, buna onay vermiyorlar. Ama verseler bile ben o yüce kişiliği göstermezdim. Bunun doğru olmadığına ben de inanıyorum. Sadece Hz. Muhammed'i değil, Hz. İsa'nın, Hz. Musa'nın da canlandırılmasını onaylamıyorum. Onları göstermek, onların yüceliklerini gölgeler. Ben yaptığımdan memnunum."...

Yönetmen Mustafa Akkad, Çağrı'yla ilgili çok ilginç anılar da anlattı..

İşte onlardan biri...

"Hz. Hamza'yı şehid eden Vahşi rolünü, kaldığım otelde çalışan elektrik teknisyenine verdim. "Filmde rol alır mısın?" dedim, kabul etti.. Hz. Hamza'yı öldürecekti. Biraz eğitim verdik. Ve öldürme sahnesini çekiyoruz. Kameraları yerleştirdik, figüran oyuncular, yani askerler yerlerini aldılar. Rol gereği Vahşi, askerler arasından sıyrılacak ve Hamza'yı öldürecekti. Ama bunu bir türlü yapamadı. Askerleri oynayanlar, Vahşi'nin aralarından geçmesine izin vermiyorlardı... Filme kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki, Hamza'yı öldürecek diye Vahşi'nin aralarından geçmesine izin vermiyorlardı. Sahneyi tam beş kez çekmek zorunda kaldık. Sonunda askerler oyuncuları zor ikna ettim..."...

Ve filmde Vahşi'yi canlandıran elektrik teknisyeninin başına gelenler...

Mustafa Akkad, çok ilginç anısını bakın nasıl anlatıyor...

"Film bitti.. Tüm dünyada gösterildi.. Aradan bir yıl geçti. Bir gün telefonum çaldı. Açtım, "Ben Çağrı'da Vahşi'yi oynayan Salim" dedi.. "Ooo ne yapıyorsun" dedim. Bana çok kızgındı. "Allah'ından bulasın, hayatımı perişan ettin" dedi... "Ne oldu" dedim. Anlattı: "Sokakta yürürken insanlar lüzüme tükürüyor. Sokağa çıkamaz oldum. İşimden atıldım. Hamza'nın katili diye kimse iş vermiyor." dedi..."

Holywood'da çekilen ve tüm dünyayı kasıp kavuran pek çok film insanlık anlayışlarını derinden etkiliyor... Bu filmlerde, İslam ve Müslümanlar, genellikle 'olumsuz' bir imajla çıkıyor seyircinin karşısına...Nedir bu filmlerin mantığı?

"Amerikan sinemasında Müslümanlar, hep çirkin bir tipleme ile canlandırılır. İslam'ı bir terör dini gibi göstermeye çalışıyorlar. Bunda Holivud'a egemen olan Yahudi etkisinin rolü büyük.."...

Peki o dünyada İslam için olumlu filmler çekmek nasıl mümkün olabilir?

Bütün iş parada. Ben para buldum Çağrı'yı çektim, Ömer Muhtar'ı çektim. Finans olursa sorun kalmaz. Finans sorununu İslam dünyasının çözmesi gerekir.

Peki Ömer Muhtar projeniz nasıl oluştu?

Bir sinema filmi olarak Ömer Muhtar'la gurur duyuyorum. Bu filmde sinema sanatının tüm inceliklerini kullandım.

Bu filmde en etkilendiğiniz sahneler hangileri oldu?

Ömer Muhtar'ın tutuklanarak hapiste elleri kelepçeli olduğu bir sahne var. Bu şekilde abdest almaya çalışıyor. Arka planda ezan sesi var. Ömer Muhtar'ın yanı başında ise bir İtalyan subay nöbet tutuyor. Bu sahne bence çok etkileyici oldu..

Filmdeki etkileyici ikinci sahne ise Ömer Muhtar'ın idam sahnesinde, idam gerçekleşince kadınların zılgıt çekmesi... Bu sahneden dolayı Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah beni kutladı. Çünkü o, şehadetin üzülecek bir şey değil sevinilecek bir şey olduğuna inanıyor. Nasrallah, oğlunu İsrail askerleri öldürdüğünde taziyeleri değil kutlamaları kabul etmiş..."

FATİH VE EYYUBİ'Yİ ÇEKMEK İSTİYORDU
Yeni projeleriniz var mı?

İki projem var. Selahhaddin Eyyubi filmi ve İstanbul'un fethi... İstanbul'un fethi, farklı dinlerin bir arada özgürce yaşadıkları Osmanlı'yı anlatan bir film olacak. Hangisi için para bulursam, onu önce yapacağım.

Ne yazık ki bu iki muhteşem proje artık Akkad'ın izinden gidecek yeni kuşak müslüman yönetmenlerin boyun borcu olarak kaldı. Bir anlamda bu iki film İslamiyet'in görkeminin Batı medeniyetine anlatılabilmesi için ünlü yönetmenden yeni kuşak sinemacalıra bir vasiyettir...

(Haber7)

Mustafa Akkad

Alo, kimse var mı orada?
Mustafa Akkad, Hollywood'un en muteber korku filmleri yapımcısıydı.

Aslen Suriyeliydi, Müslüman'dı, ama filmlerinde bunu hiç belli etmiyordu.

Bir gün bir haber çalındı kulağına:

Bazı Hollywood'lular Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hayatını film yapmak istiyorlarmış.

Tedirgin oldu.

Endişeye kapıldı.

"Bu herifler bu işi yüzlerine gözlerine bulaştırır, en iyisi ben onlardan önce davranayım" dedi.

Diğer projelerini rafa kaldırıp Siyer-i Nebî'de yoğunlaştı.

Finansman arayışına girdi.

Çekim yerlerini tespit etti.

Anthony Quinn'le anlaştı.

Libya lideri Muammer el-Kaddafi'nin desteğiyle "Çağrı"yı çekti.

"Çağrı"dan hemen sonra da "Çöl Aslanı Ömer Muhtar"ı çekti.

İslam dünyasında fırtına gibi esen bu filmler, Ümmet-i Muhammed'i coşturdu.

25 senedir bu coşkuyla idare ediyoruz.

Akkad'ın iki filmini çeyrek asırdır tepe tepe kullanıyoruz.

Televizyonlarımız her Ramzazan'da, her bayramda, her kandil gecesinde bu filmleri gösteriyor.

"Çağrı"yı ve "Çöl Aslanı"nı da tekrar tekrar öpüp başımızın üstüne koyuyoruz, fakat "Daha?" demekten de kendimizi alamıyoruz.

Daha?

Mesela Selahaddin Eyyübi?

Mesela Fatih Sultan Mehmet?

Mustafa Akkad, bu filmleri de çekmeye dünden hazır.

"Selahaddin filminin maliyeti 70 milyon dolar. Fatih filminin maliyeti 100 milyon dolar. Parayı bulduğum anda filmleri çekmeye başlarım" deyip duruyor.

1993 senesinde TGRT, Akkad'ı İstanbul'a davet etmişti.

Üstadın yukarıda mezkûr projelerine destek vaadinde bulunulmuştu.

Hatta bu projelere Çanakkale projesi de ilave edilmişti.

Akkad geldi gitti, ama projeler hayata geçmedi.

10 sene sonra bir daha geldi, Akkad.

Türk televizyonlarına çıktı, projelerini bir daha anlattı, bilhassa Fatih filmi için Türkiye'den destek istedi…

O zaman Gerçek Hayat dergisinde okumuştum:

Kültür ve Turizm Bakanlığı bir yıllık bütçesini (maaş ve kira giderleri hariç) Fatih filmi için Akkad'a versin; gerekirse bakanlık bir yıllığına kapatılsın; bu film yapılsın; yapılsın ki Türkiye ve bütün İslam dünyasına özgüven aşılansın, iyimserlik aşılansın, coşku ve ümit aşılansın…

Amerikalılar "Gladyatör"ü çekiyor, "Truva"yı çekiyor, "İskender"i çekiyor, sinemada destan üstüne destan yazarak kendi insanlarını kahramanlığa özendiriyorlar; estirdikleri kahramanlık rüzgarlarıyla yeni savaşların, işgallerin psikolojik zeminini hazırlıyorlar.

Biz de Selahaddin ve Fatih gibi filmlerle yeni fetihlerin psikolojik zeminini hazırlayabiliriz.

Hiç değilse Ümmet-i Muhammed'in üzerindeki ölü toprağını kaldırabiliriz.

Bunları yıllardır önümüze gelene anlatıyoruz.

Milletvekillerine, bakanlara da anlatıyoruz.

"Yenilgilerin acısını beyaz perdede çıkaralım. Beyazperdeden fışkıracak enerji, yenilgilerimizi zafere dönüştürebilir" diyoruz, fakat nafile.

Zaten dünyayı idare eden Amerika Birleşik Devletleri, halkını 'kıvamda' tutmak için sinemaya milyarlarca dolar harcıyor, fakat biz, Fatih projesi için Mustafa Akkad'a verecek 100 milyon dolar bulamıyoruz.

Bu para çöpe gitmeyecek!

Film dünya sinemalarında oynayacak ve muhtemelen sermayesinden fazlası geri dönecek.

Velev ki dönmesin…

İstanbul'u fethetmenin muhteşem hazzını tekrar yaşamanın değeri parayla ölçülür mü?

Bildiğim kadarıyla Mustafa Akkad, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve hükümetle de temas kurdu, Fatih projesi için destek istedi…

Aslında tersi olmalıydı.

Biz, Türkiye olarak, Mustafa Akkad'ın kapısını çalmalıydık.

"Gel şu filmi yap, ne istersen verelim" demeliydik.

Ne yazık ki, Akkad'a müracaat etmek şöyle dursun, Akkad'ın müracaatını bile değerlendirmedik.

Adamcağız yıllardır haber bekliyor.

Alo, Kültür ve Turizm Bakanlığı!

Alo, Tanıtma Fonu!

Alo, kimse var mı orada?

Ama malesef, Mustafa AKKAD'ı kaybettik.
Artık bu projeyi hayata geçirebilecek cesarete sahip bir Mustafa AKKAD yok. Amman daki bombalamada hayatını kaybetti. ALLAH RAHMET EYLESİN.

İşte bu yüzden hiç bir işimizi ertelememiz lazım, eğer mümkünse bir an önce gerçekleştirmek gerekir. Yarın insanın başına ne geleceği belli olmaz. Ama onun için imkanlar bir an önce gerçekleştirmesine izin vermedi, peki ya gerekli desteği verebilecek yetkililerimiz, onlar ne yaptı?

Amman daki otellerin bombalanması kimin işi?
Ürdün'ün başkenti Amman'daki otelleri El Kaide mi bombaladı? Ebu Musab Ez-Zerkavi hakkındaki şaibeleri, ABD istihbaratının rolünü, Zerkavi'nin ABD'ye karşı mı yoksa ABD çıkarlarına göre mi savaştığı tartışmasını şimdilik bir kenara bırakalım.

Dünya, saldırıları Zerkavi'nin yaptığına inandı. Saldırganlardan biri geçen yıl ABD tarafından gözaltına alınıp serbest bırakılmasına, yakalanan Sacide er-Rişavi adlı kadının sözleriyle Ürdün istihbaratının verdiği bilgiler çelişmesine rağmen. Cevabı verilmesi gereken can alıcı sorular var!

Sacide Rişavi saldırıdan bir saat sonra yakalandı. Adı biliniyorsa neden saldırıdan önce yakalanmadı? Kocasının üzerindeki bombayı patlattıktan sonra kendi üzerindeki bombayı patlatmaya çalıştığını söyledi. Bu nasıl olabilir? Havaya uçan kişi, karısı üzerindeki bombayı nasıl patlatabilir? Kadın o sırada neden yaralanmadı?

Ürdün Başbakan Yardımcısı Mervan Muaşir'in eline tutuşturulan el yazması metinle, Sacide'nin eline verilen metin neden farklı?

Saldırganların üzerindeki bombalar nasıl bu kadar büyük hasar verebiliyor?

Ölenler neden çok önemli ve neden hepsi İsrail'in sevmediği isimler?

Mustafa Akkad; Çağrı ve Çöl Arslanı filmleriyle Müslüman dünyada yeri doldurulamayacak bir isim. Ürdün'de Kudüs'ün fethini işleyen "Selahaddin" filminin hazırlıklarını yapıyordu.

Ağır kayıplar veren düğün sahipleri. Biri Çerkes diğeri Arap. Filistin direnişinde şehitler veren bir ailenin düğününe saldırı yapıldı.

Ya ölen Filistinli üst düzey yetkililer? Batı Şeria İstihbarat Şefi Beşir Nafi, Yardımcısı Abid Alluni, Filistin'in Kahire Büyükelçilik Ataşesi Cihad Fettoh, Filistin Yasama Meclisi Sözcüsü Ravhi Fettoh'un kardeşi ve Kahire-Amman Bank'ın Filistin sorumlusu Musab Kaharma. Devam edelim:

Çinli üç Savunma Koleji "öğrenci"si öldü. Nedense hepsi 40 yaşın üstünde. Bu yaşta "öğrenci" olur mu? Ve gerçekler:

Çinli yetkililer (öğrenciler!) Filistin yöneticileri ile görüşmeye gelmişti. Çin'in Ortadoğu'ya ve Filistin'e ilgisi dikkat çekici. Üst düzey ziyaretler yapılıyor. Filistin lideri Mahmut Abbas ilk ziyaretlerinden birini Çin'e yaptı. Filistin'in BM'deki en güçlü destekçisi de Çin. Buluşma önemliydi. Filistin savunması için görüşmeler, silah anlaşmaları yapılacaktı. Suriye'nin Rusya'dan hava savunma sistemleri almasını engellemek için İsrail'in dünyayı ayağa kaldırdığını hatırlatmaya gerek yok.

Saldırıya Ürdün askerleri de katıldı, bir çoğu tutuklandı. İsrail'in Haaretz gazetesi, saldırıdan bir saat önce İsraillilerin Radisson SAS Oteli'nden tahliye edildiğini yazdı. Baskılar üzerine haberi değiştirdi. Los Angeles Times'a konuşan İsrailli karşı-terör uzmanı Amos N. Guiora, "İsrail'deki kaynaklarının, kendisine de bu tahliyelerden bahsettiğini" bildirdi.

Ürdün ABD/İsrail istihbaratı tarafından yönetilen bir ülke. ABD bir çok yerde Mossad yerine Ürdün istihbaratı ile çalışıyor. Olaydan sonra Ürdün yönetiminde tasfiyeler yaşandı. Ürdün'ün İsrail Büyükelçisi Maruf El-Bahit güvenliğin başına getirildi.

Duma (Rusya) Uluslararası İlişkiler Komitesi üyesi Şamil Sultanov, "Filistin lideri Mahmud Abbas'ın hasta olduğunu, ABD ve İsrail'in Filistin İçişleri Bakanı Muhammed Dahlan'ı iktidara getirmeyi planladığını, Beşir Nafi'nin ölümünün bu yolu açtığını" söyledi.

Mustafa Akkad gibi bir isim öldü, Kudüs'ün Fethi filmi tarihe karıştı. Filistin'in çok önemli isimleri öldü. Filistin direnişine etkin biçimde katılan ailenin üyeleri öldü. Filistin-Çin güvenlik/silah anlaşmaları sabote edildi. ABD ve İsrail, Mahmut Abbas sonrası için bir engelden kurtuldu.

Kim yaptı saldırıları? İsrail olamaz mı? Kimin yardımıyla? Ürdün istihbaratının…

Ya Zerkavi? ABD/İsrail istihbaratının elinde oyuncak olan ne kadar Müslüman var, biliyor musunuz?

(İbrahim Karagül)

Mimar Sinan'ın dehası

Mimar Sinan'ın Selimiye Camii'nin kubbesini o genişliğe oturtmak için 13 bilinmeyenli bir denklemi, matematiğin bilinen 4 ana isleminden farkli besinci bir işlem yaratarak çözdüğü söylenir.

Ayrıca minarelerin şerefelerine çıkanların yolda birbirlerini görmemeleri ise büyük bir dehanın ürünüdür.
Almanlar aynı sistemi meclislerinin önündeki dev kürede kullanmışlardır.
Mimar Sinan bu sistemi 2 metre çapındaki minarelere yüzyıllar önce monte edebilecek bir dehadır.
Almanların dehası ise, o çirkin metal yığınına Selimiye'den fazla turist çekebilmelerindedir...
*******************************************

Bir gün Selimiye Camii'ne girenler, 1950-60 arası bir tarihte inşaat mühendisi, mimar ve jeofizikçilerden oluşan bir Japon heyeti Türkiye'ye gelmiş. Heyet İmar ve İskan Bakanlığı'ndan izin alarak ülkemizdeki tarihi yapıları incelemeye başlamış. Ayasofyayı, Yerebatan Sarnıcını filan gezdikten sonra sıra Sinanın kalfalık eseri Süleymaniye Camisi'yle Sinan'ın öğrencisi Mimar Davut Ağa'nın eseri Sultanahmet Camisi'ne gelmiş.
kubbenin altında bir Japon'un ayaklarını kıbleye doğru uzatmış sırtüstü yattığını görmüşler. Tabi hemen Japon'u, "Burasi kutsal bir yer. Burada bu şekilde yatmak bizim inançlarımıza saygısızlıktır. Lütfen oturun veya ayakta durun" diyerek uyarmışlar.

Ancak, Japon kendinden geçmiş vaziyetteymiş, gözlerini kubbeden ayırmadan şöyle sayıklıyormuş:
"Bu imkansız. Ben yılların muhendisiyim. Bu kubbe var olamaz. Hayal görüyorum. Bu kubbenin orada o sekilde durması fizik ve matematik kurallarına aykırı. Bu imkansız, orada hiçbir şey yok, orada hiçbir şey yok..."
*********************************

Selimiye camisi'nin zemini gevşek toprakmış. Bu nedenle minarelerinin yakın zamanda yıkılacağı farkedilmiş. Uluslararası bir grup bilimadamı toplanmış, nasıl kurtarırız bu tarihi minareleri diye kafa kafaya vermişler.

Sonuçta en son teknoloji olan metal kelepçelerle minarelerin temellerini sabitlemenin en iyi çözüm olduğuna kanaat getirmişler.
Minarelerin temellerini açınca, koymayı düşündükleri kelepçelerin aynısıyla karşılaşmıslar.
Mimar Sinan bilmem kaç yüzyıl önce aynı şeyi düşünmüş meğerse....
*********************************************

Japonlar bu camiler üzerinde günlerce inceleme yapmışlar. Her geçen gün şaşkınlıkları daha da artıyormuş. Çünkü Japonlar daha ilk incelemede camilerin gevşek bir zemin üzerine inşa edildiğini anlamışlar. Ama bunca yıl, bu camilerde bir çatlak dahi olmamasına akıl sır erdirememişler. Bunun üzerine Türkiye programının gerisini tamamen iptal edip, bu iki cami üzerine yoğunlaşmışlar.

Araştırmalarının sonucunda herhangi bir sarsıntı sırasında bu iki caminin sabitlenmediğini aksine yerinde oynayarak yıkılmaktan kurtulabildiği ortaya çıkmış. Minareleri incelediklerinde ise dumurları ikiye katlanmış. Minarelerin çok daha gelişmiş bir raylı sistem mekanizması üzerine oturtulduğunu ve her yöne yaklaşık 5 derece yatabildiğini görmüşler.

Daha derin araştırma yapmak için Edirne'ye, Sinan'ın ustalık eseri Selimiye Camisi'ne gitmişler. Ordaki olağanüstü sistemleri görünce iyice dumur olmuşlar. Selimiye'nin tüm sırlarını aylarını harcayarak çözmüşler. Japonya'ya döndüklerinde ise Sinan'ın sırlarını uygulamaya sokarak şehirlerini Sinan'ın kullandığı sistemlerle kurup muazzam gökdelenler dikmişler. Yani şuan gelişmiş ülkelerin gökdelen yapımında kullanıldıkları çoğu sistem, yüzyıllar önce Sinanın geliştirdiği mekanizmalarmış...

Kim güçlü ? Kim güçsüz ?

Afrika'nın uçsuz bucaksız topraklarında ilkbahar yağışlarıyla oluşup yaz yaz sıcağında yok olan geçici göller vardır.

İşte bu göllerin oluşumuna tanık olan yerlilerin sözü:
"Sular yükselince balıklar karıncaları yer,
sular çekilince de karıncalar balıkları..."

Yani üstünlük bugün karıncadaysa yarın balığa geçebiliyor ya da tam tersi.
Karınca ya da balık olmanın sağladığı üstünlüğe sevinmek kendimizi kandırmaktan öte bir anlam taşımıyor, çünkü kimin kimi yiyeceğini gerçekte suyun hareketi belirliyor.

Bakış açısı farkı

Arjantinli ünlü golfçü Robert Vincenzo yine bir ödül kazanmış, ödülünü
alıp kameralara poz vermiş. Ardından klubüne uğramış, eşyalarını toplayıp otoparktaki arabasının yanına doğru yürümüş.O sırada yanına bir kadın yaklaşmış.
Vincenzo'yu kutladıktan sonra ona küçük bir bebeğinin olduğunu, bebeğin çok hastalandığını ve hastane masraflarını karşılayamadığını onun her
gün biraz daha ölüme yaklaştığını anlatmış, bir çırpıda.
Kadının anlattıkları Vincenzo'yu çok etkilemiş.

Hemen çek defterini çıkarmış ve turnuvadan kazandığı paranın bir bölümünü yazıp imzalamış.
Çeki kadına uzatmış. O sırada kadına "umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" demiş.
Ertesi hafta Vincenzo klupte öğle yemeğini yerken Golf derneği'nin bir üyesi yanına yaklaşmış ve "otoparktaki çocuklar, geçen hafta siz turnuvayı kazandığınız gün bir kadının yanınıza yaklaştığını ve sizinle konuştuğunu söylediler" demiş.

"Evet" demiş Vincenzo, "bunun nesi garip?".
"Garip değil tabi ki" demiş adam," ama size bir haberim var o kadın bir sahtekarmış. Sizin gibi zengin kişilere yaklaşıp hasta bir bebeği olduğunu söyleyip para koparırmış. Korkarım sizden de koparmış.
" Vincenzo şaşkınlıkla " yani ölümü beklenen bir bebek yok mu?" demiş.
"Yok" demiş adam.
"İşte bu hafta duyduğum en iyi haber" demiş Vincenzo.
İşte buna bakış açısı farkı diyoruz. Kimi parasını kaybettiğine üzülür ama kimi de Vincenzo gibi ölümü bekleyen bir bebek olmamasına sevinir.
Aynı pencereden dışarı bakan iki kişiden biri sokaktaki çamuru, diğeri
gökyüzündeki yıldızları görebilir.
Seçim bizlere aittir.

Vatan sevgisi üzerine güzel sözler.

* Bu vatan, çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya layıktır.
Mustafa Kemal Atatürk


• Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.
Mithat Cemal Kuntay


• Benden eğerimi isteyiniz vereyim, atımı isteyiniz vereyim. Fakat vatanımdan hiç kimse bir karış toprak istemesin veremem.
Mete Han


• Bir memleketin saha bakımdan büyüklüğü onun gerçek büyüklüğünü ifade etmez ve bir milleti millet yapan arazisi değildir.
Thomas Henry Huxley


• Eğer vatan tehlikede ise, her şey vatana aittir.
George Jacques Danton


• İnsan vatanını sever, çünkü hürriyeti, rahatı, hakkı vatan sayesinde kaimdir.
Namık Kemal


• Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker görmedim.
Hamilton


• Vatan aşkını artırmak için en emin yol, bir müddet yabancı bir memlekette kalmaktır.
William Shenstone


• Vatan bir milletin evidir.
Ahmet Mithat


• Vatan için katlanılan ölüm kadar tatlı ve şerefli bir ölüm var mıdır?
Horatius


• Vatan için ölmek de var, fakat borcun yaşamaktır.
Tevfik Fikret


• Vatan için yaşamak, vatanın terakki ve tealisine çalışmak da vatan için ölmek kadar şereflidir.
Gerigori Petrof


• Vatan sevgisi ahlakta iyiliği, ahlakta iyilik de vatan sevgisini meydana getirir.
Montesquieu


• Vatan sevgisi imandan gelir.
Hz. Muhammed


• Vatan sıhhate benzer, değeri kaybedilince anlaşılır.
Süleyman Nazif


• Vatan, çalışkan insanların omuzları üstünde yükselir.
Tevfik Fikret


• Vatana olan borcunu ödemeden ölen insan bedbahttır.
J. Fletcher


• Vatanı için ölmüş bir insan mesut insandır.
Virgilius


• Vatanımızı sevelim; orası babalarımızın da ülkesidir.
Schiller


• Vatanına sadakatle hizmet edenin atalara ihtiyacı yoktur.
Voltaire


• Vatanında ölmeyen iki kere ölür.
İ. Habib Sevük

BOZKURT nedir ?

DİKKAT; Günümüzde, Bozkurt insanların zihininde bir siyasi görüşün sembolü olarak yer etmiş bulunuyor, oysa bu görüş çok yanlış. Bu yazının yazılmasının sebebi, bu ön yargının yanlış olduğunu göstermektir.

Bozkurt Türk milletinin sembolüdür. Birbirini takip etmiş olan Türk nesillerinin ortak malı olan millî destan parçalarımızda, Türklere yol göstericilik yapan, Türkleri zaferlere götüren bir sembol...
Bozkurt bir güç, orduya yol gösteren bir kılavuz, darda kalanların yardımına koşan bir Hızır, Hakan'a ve orduya ihtiyat, ihtimam ve temkin dersi veren bir hoca sembolüdür... Oğuz Han'la ve ordusu ile beraber savaşan, orduya moral veren ve onu zaferden zafere koşturan bir faktördür. Savaşçılığın, cesaretin, bir sembolüdür. O kurt olmaktan ziyade, kurda benzetilen bir kurtarıcı ve bir kahramandır. Bilgin ve akıllı bir Hakan'dır.

Neden Bozkurt?
Bu sualin cevabı herhalde Bozkurt’a ait özelliklerin, Türk’lerde bulunan özelliklerle örtüşmesi olabilir diye düşünülmektedir. Cesareti, esarete tahammül edemeyişi, kıvraklığı, tek eşli oluşu, Aile düzenine sadakati v.b gibi özellikler onun, atalarımız tarafından sembol seçilme nedenleridir. Her milletin tarihinde destanlar önemli yer tutar. Bilindiği gibi halk hikayeleri ve menkıbeler ağızdan ağıza söylenerek, nesilden nesile geçiyordu. Zamanla bu hikayeler yazıya dökülerek en sonunda zamanımıza kadar ulaşan destanları meydana getirdiler. Bu destanlar da Bozkurt’un çok önemli yeri vardı. Íngilizler için Aslan, Ruslar için ayı, Fransızlar için horoz, Íranlilar için Pars, yahut kaplan, Japonlar için ejder ne ise, Türkler için de Bozkurt odur.

DUYURU
Bu yazı bilgi amaçlı ve art niyet düşünülmeden yazılmış olup, Bozkurt'un siyasi hiçbir yanının olmadığının kanıtıdır.

Bayrağımızın Derin anlamı

Türk Bayrağının rengini şehitlerin kanından, ilhamını da kan gölüne yansıyan ay ve yıldızdan aldığını biliyoruz. Fakat bayrak hakkındaki bu bilgi, bayrağın taşıdığı kutsal anlamı, o anlamdaki sembolizmi, ondaki derinliği ve yüceliği anlatmaya yetmez.

Bilindiği gibi, genellikle Hıristiyan milletlerin bayraklarında Haç şeklinde semboller yer almaktadır. Müslüman milletlerde ise Hilal görünmektedir.Haç, Hazreti İsa ( a.s.)'nın çarmıha gerilerek haç şeklinde şehit edildiğine inandıkları için Hıristiyanlar onu sembol olarak alırlar.

Peki ya Hilal? Müslümanlarca sembol olarak kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir? Dolunay (Bedir) ayın ondördüncü gecesindeki haliyle daha parlak olmasına rağmen niçin ayın en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekil sembol almıştır? İşte burada Hilal'in gücü burada çıkmaktadır. Çünkü Hilal, Haç gibi doğrudan şekil olarak alınsaydı Dolunay kullanmak daha uygun olurdu. Halbuki "Hilal" şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur. Bu anlamı da "ALLAH (C.C.)" isminden almıştır. Bilindiği gibi Arapça aslında Hilal kelimesinde;

1 "He",
1 "Lam",
1 "Elif",
1 "Lam" harfleri bulunmaktadır.
Yani 1 "He", 1 "Elif" ve 2 tane "Lam" bulunmaktadır. Bu harflerin ebced hesabıyla rakam değeri de:
. "He. "Lam". "Elif". "Lam". Toplam Olarak =99


ALLAH (C.C.) kelimesinde yine bir "Elif", iki "Lam" ve bir "He" ile yazılmaktadır. Bu harflerin de değeri yine ebced hesabıyla toplandığında yine 99 rakamını verir. Her iki kelimede harfler değişmediği için rakam değerleri de değişmiyor. Yani Hilal yazarken

ALLAH ( C.C.) isminin harflerini kullanıyoruz. 99'da Esma-ul Hüsna'yı temsil eder. Öyleyse bu iki kelimeyi bilhassa sembolik olarak birbirinin yerine kullanmak mümkündür. O halde Bayrak üzerine ALLAH ( C.C.) yazacak yerde, aynı ismin eş değerlisi olan Hilal'i koymak hem anlamlı, hem inançlarımıza daha uygundur. Çünkü inancımıza göre, "ALLAH ( C.C.)"ı sembol olarak bile ifade etmek mümkün değildir. Aksi halde putperestlerin düştüğü hatayı tekrarlamış oluruz. Bu sakıncadan dolayı "ALLAH ( C.C.)" ın zatı ve ismi tenzih edilerek, o ismin harf ve ebcedi bakımından eş değerlisi olan "Hilal" sembol yapılmıştır. Mademki sembolik anlam taşıyacaktır o halde Hilal yazmaktansa Hilalin şeklini yapmak arasında hiç fark yoktur. Aksine sembol olarak Hilal şekli daha uygun, daha anlamlıdır.

Böylece Hilal'in, sembol olarak seçilmesinde şu mantık silsilesi görülmektedir: ALLAH (C.C.) à Hilal (isim) à Hilal (şekil) ALLAH(C.C.)'ın birliği (Tevhid) inancı ve bu inancın La ilahe İllallah (ALLAH (C.C.) tan başka Tanrı yoktur) formülüyle ifade edilen manası böylece Hilal şeklinin içinde sembol olarak ifadesini bulmuştur. Bilindiği gibi bazı İslam ülkeleri bayrağında, özellikle Suudi Arabistan doğrudan doğruya Kelime-i Tevhid'i yazarak sembole gidilmeden bayrağına koymuştur. Ancak birtakım manaların sembol ile ifadesi, sözle ifadesinden daha derin ve anlamlıdır. Hilal'in kucağındaki Yıldız, Hilalde olduğunun aksine doğrudan doğruya şeklinden alınmıştır. Ancak bu şekil yine Arapça "Muhammed" yazısının şeklidir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed ( s.a.v.) Efendimizin ismi yazıldığı zaman birinci "mim" in başı, "ha" harfinin dirseği, ikinci "mim" in kıvrımı ve "dal" harfinin alt ve üst kanadı beş
tane çıkıntı meydana getirir ve tam bir yıldız şeklini alır. Zaten İslam' ın şartları da beş tanedir. Hilal ALLAH ( C.C.) inancını, yıldız Peygamber'e bağlılığı dile getirir. ALLAH (C.C.) inancı, amentü ile bildirilen iman şartlarının temeli olduğu için iman esaslarının hepsi bu
sembolle ifadesini bulmuş olur. O zaman Hilal iman şartlarını, yıldız da İslam' ın şartlarını remz (sembol) olarak dile getirir ki, bayraktaki bu iki sembolle, ay ile yıldızla İslam dini bütün yönleriyle ifade edilmiş olur.

Claude Farrere dilimize "Türklerin Manevi Gücü" adıyla çevrilen eserinde (s.36) Hilal şekli üzerinde durarak bu şeklin Türklerin hayatında nasıl bir önem taşıdığını anlatmaya çalışır: "En mükemmel gemiler, yarım ay şeklinde amiral gemisinin etrafına sıralanmıştı. Evet, yarım ay şeklinde... Ve hilal şekli gerçekten Müslüman, gerçekten Türk olan herkesi heyecandan titretmeye yeter!..." diyerek Türk toplumunun hayatında örf ve geleneklerin ne kadar köklü bir yeri olduğunu anlatır.

İstiklâl marşımızda,

"Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal."
"Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl?"
Mısralarında bayrağın ve hilalin şahsına dile gelen hitap, aslında doğrudan doğruya ALLAH ( C.C.)'a niyazdır. ALLAH (C.C.)'dan, artık bu millete rahmet ve merhametiyle nazar etmesi istenmektedir. Zaten;

"Ruhumun senden ilâhî şudur ancak emeli;"
mısrasında bu dilek daha açık bir dille ortaya konmaktadır.

Barış Manço'nun müthiş cevabı

Barış Manço Fransa'da bir televizyon kanalının canlı yayınına konuktur...

Küstah bir spiker vardır ve Barış Manço ile dalga geçmektedir... Sürekli, "İşte Türk, yani barbar, vahşi vs..." demektedir...

Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere "yanınızda kâğıt para var mı?" diye sorar!

Bu soruya spiker şaşırır ve "evet var ama n'olacak" der...

Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır... Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında "Anahtar"adlı şarkısını söylemiştir... Bu şarkınınn bir bölümü şöyledir:

"Beş Akif- bir Saat Kulesi,
İki Kule-bir Fatih,
Beş Fatih-bir Mevlana,
İki Mevlana-bir Sinan"

Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda da adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir...

Barış Manço spikere sorar:
"Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim?"

Spiker:
"General......."

Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep aynıdır, "General.......", "Amiral...........","Komutan............." Spikerin bu "falanca General, falanca Amiral, "falanca Komutan" cevabından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır... Spikere derki:

"Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy'dur. Şairdir... Bu fotoğraftaki kişi Mevlana'dır. Düşünürdür... Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet'dir.Adaletin sembolüdür... Bu paradaki kişi ise Atatürk'tür. "Yurtta barış,dünyada barış" diyen kişidir... Bizim paralarımız bunlar... Biz Türkler ince ruhlu,kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına "şairlerimizin","düşünürlerimizin","bilim adamalarımızın" fotoğraflarını bastık... Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızınn arkasına hep savaş Adamlarının fotoğraflarını basmışşnız!" der...

Barış Manço'nun bu müthiş cevabından sonra, televizyon yöneticileri canlı yayını keserler, ve spikeri oradan kovarlar, başka bir spiker yerine gelir ve canlı yayın yeniden başlar, yeni spiker Barış Manço'dan ve Türkler'den özür diler, programa böylece devam edilir...

Barış Manço - Anahtar (Klip)

29.07.2007

ABD'nin büyük sırrı


Dikkat; Açıklamalı resimler 9 saniyede bir değişiyor. Toplam 6 açıklamalı resim bulunmakta.

28.07.2007

Kızılderili Atasözleri

Vidyoyu hazırlayan arkadaşa teşekkürler.

Beyaz Adama

Vidyoyu hazırlayan arkadaşa teşekkürler.

Yabancı Dilde Eğitim Yanılgısı


Son yıllarda eğitim dilinin nasıl olması gerektiği her türlü okul düzeyinde sıkça tartışılan konulardan biri olmaya başladı. Bu konudaki düşüncelerimi gerek okuldaki izlenimlerimden gerekse çevremizdeki insanların bu konuya ait düşüncelerinden faydalanarak EMO-Genç 3.Öğrenci kurultayı kapsamında ifade etmek istiyorum. Son yıllarda Türkiye’de yabancı ülkelerde pek de benimsenmeyen bir eğitim düzeni ortaya çıkmıştır. Bu da eğitimimizi kendi ulusal dilimizle değil de yabancı bir dille yapmak şeklindedir.

Bilim her geçen gün takip edilmesi zor bir şekilde ilerlemekte ve bilimsel gelişmeler sadece fiziksel hayatı değil, aynı zamanda kültürel hayatı da etkilemektedir. Bu etkileme hem yeni kültürel biçim ve değerlerle yol açmak şeklinde hem de var olan kültürel değerleri değişime uğratmak ve bazen de yok etmek şeklinde kendini göstermektedir. Bu kültür değişiminin belki en önemli parçası dil ve dildeki değişimdir. Dolayısıyla bilimin süratle gelişmekte olduğu günümüzde kültürel, ekonomik ve jeopolitik değerlerin himayesinde, kendisine kaynaklık eden dili de beraberinde getirmektedir. Günümüzde ise bu dilin İngilizce olduğu söylenmektedir.

Bu amaçla İngilizce öğretimi anaokulundan üniversiteye kadar eğitim sürecinin bütün aşamalarına sokulmuştur. Öyle ki yabancı dilin sadece yabancı dilin öğretilmesini amaçlayan derslerde çeşitli yöntemlerle verilmesi gerekirken, her türlü eğitim aşamasında sayısı gitgide artan okullarda dersler Türkçe yerine İngilizce olarak verilmeye başlanmıştır. Fakat bu uygulamanın en basit aksaklığı eğitim kadrolarının İngilizce eğitim için yetersiz oluşu, bunların birçoğunda eğitimin melez bir dille yapılmasıdır. Üniversiteler de dâhil olmak üzere, birçok okulda İngilizce eğitim, öğrencinin öğrenmesi gereken temel kavramları öğrenmemesine yol açmakta, dolayısıyla İngilizce bilen ama konusuna hâkim olmayan öğrenciler yetiştirilmektedir. Ülkemizin en iyi üniversiteleri ya tamamen, ya da kısmen İngilizce eğitim verdiklerinden dolayı da ülkemizde Türkçe’den ziyade Türkçe’ye hâkim olan bir eğitim dili oluşmuştur. Öyle ki akademik hayatta da İngilizce barajı konulduğundan bilim yapmak isteyen eğitimciler en verimli yıllarını İngilizce sınavlarını atlatabilmek için yoğun bir şekilde İngilizce çalışarak geçirmekte, kendi konularına yeteri kadar zaman ayıramamaktadır. Böylesine bir yöntem dünyanın hiçbir yerinde olmayıp, bilimsel olarak ilerlememizde bize vakit kaybettirmektedir. Bilimsel yayınları izlemek amaçlanıyorsa bu, tüm yabancı dilde olan kaynakları Türkçe’ye çevrilerek yapılabilir ve her türlü kesimden insanın kullanımına sunulmuş olur.

Bu durum Türkçe’nin başına ilk defa gelmemektedir; Türkçe daha önce Arapça ve Farsça’nın, sonraları Rusça, Almanca ve Fransızca’nın da etkisinde kalmışlardır. Türkçe bu kültürlerin etkisinde kalmış fakat kendi gelişmesini de sürdürmüştür. Ancak, Türkçe’nin zamanımızda karşı karşıya kaldığı durum geçmiştekilerden farklılık göstermektedir. Telefon, uydu, radyo ve televizyon yayınları, gazete ve dergiler, cep telefonu, internet gibi yaygın haberleşme teknolojileri nedeniyle İngilizce’nin Türkçe üzerindeki etkileri çok yoğun bir biçimde oluşmakta ve geçmişle karşılaştırıldığında bu durum geniş halk kitlelerini etkilemektedir. Buna göre bölgesel ekonomik ve jeopolitik gruplaşmaların getirdiği politik baskılar da eklenince, İngilizce’nin Türkçe üzerindeki etkilerinin kalıcı olma ihtimali artmaktadır. Bunun yanı sıra kendi dilini eğitim her alanında kullanabilen Çin gibi ülkelerin gelişmesi ortadadır. Hindistan bile sömürgelikten kurtulduktan sonra Hintçe’ye dönme çabasında iken bizim eğitim dilindeki bu yöntemi devam ettirmemiz nedendir bilinmez. Aşağıda kaynağı ile verilen tabloda İngilizce eğitim yapan ülkeler verilmiştir. Görüldüğü gibi eğitimini tam anlamıyla İngilizce yapan bağımsız bir ülke yoktur.

Üniversitelerinden En Az Birinde Yalnız İngilizce Eğitim Yapılan Ülkeler:

Kaynak: The Word of Learning 1998, 48th Ed., Europa Publications, London’dan aktaran: Ümit Şenesen, “Başka Ülkelerde İngiliz Dilinde Öğretim”. Bütün Dünya 2000, sayı: 2001/04, Nisan 2001, Başkent Üniversitesi, Ankara, s. 30-33.

İngilizce’nin öğrenilmesine ve hatta imkânımız varsa başka yabancı dillerinin öğrenilmesine kesinlikle karşı değilim. Aksine kesinlikle öğrenilmelidir.Ama günümüzde böyle bir anlayışla yetinilmemiş eğitimimiz İngiliz’ce olmuştur. Öyle ki çocuğunu anaokuluna başlatacak veli burada “İngilizce eğitimi veriyor musunuz?” diye sorabiliyor ya da bazı insanların özgeçmişlerinin en önemli yerinde iş sahası ne olursa olsun kendi iş sahasındaki tecrübeden önce “İngilizce bilir” ifadesini okuyabiliyorsunuz. Dolayısıyla yabancı dil öğrenmek başkadır; yabancı dilde eğitim başkadır. Bu ayrımın kesin bir şekilde yapılması gerekir. Kendi ders kapsamında ülkenin ihtiyaçlarına göre belirlenmiş sayıda öğrenciye çeşitli yabancı dillerin eğitiminin yapılması kuşkusuz faydalıdır. Ancak bunun yanında kendi ulusal dilimizi de her insan yeterince öğrenmelidir. Yabancı dil öğrenmenin nedeninin “Türkçe’nin yetersiz olması” olmadığını iyice kavramalıyız.

Oysa yabancı dillerin anaokulundan üniversite sonuna kadar öğretildiği ülkemizde insanlar kendi alanında gayet iyi derecelerle okuyup sonuçta yabancı dil sınavlarında tümüyle başarısız olabiliyorlarsa okullarda verilen yabancı dil eğitimi de amacına ulaşmıyor demektir. Verilen eğitim sadece birkaç kelimenin ezberletilmesi ve Türkçe’ye dolayısıyla da kendi ulusal benliğine uzak birey yetiştirilmesidir. Uzmanlaşmaya ve akademik alanda ilerlemeyi amaçlayan olası mesleki yabancı diller de diğer bütün ülkelerde olduğu gibi bazı kurslar aracılığıyla da verilebilir. Böylelikle kendi örgün eğitimizde Türkçe’ye ve kendi alanımıza daha çok zaman ayırmış oluruz.

Her zaman düşüncelerini ve inkılâplarını rehber edindiğimiz ve daima da edeceğimiz önderimiz Atatürk de Türk kimliğini Türkçe ile tanımlamıştır. Onun için de Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki temel amacı Türkçe’yi, dolayısıyla Türk kültür ve kimliğini yabancı boyunduruklardan korumak, bunun için de eğitimi her düzeyde Türkçe ile yapmak, halkın yabancı dille eğitime özenmesini önleyecek tedbirler almak olmuştur. Ayrıca Atatürk bu konuda şunları söylemiştir:

“Batı dillerinden hiçbirinden aşağı olmamak üzere, onlardaki kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı olan Türk bilim dili terimleri tespit edilecektir.” (Atatürk bugün askerlikte olsun, matematikte olsun kullandığımız birçok terimleri Türkçe’nin derinliklerinden çıkarıp halkın kullanımına sunmuştur. Bu zamana kadar birçok alanda ilerleme kaydedilmiş, her yeni bilimsel kavram tam Türkçe’siyle ifâde edilebilir konuma gelinmişken her nedense şu anda da eğitimizi yabancı dilde yapabilme isteğindeyiz! )

Daha 1924’te: “Millî eğitimin ne demek olduğunu bilmekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bir de millî eğitim esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da millî yapmak gerekliliği münakaşa edilemez.” 1938’de, vefatından az önce: “Türlü bilimlere ait Türkçe terimler tespit edilmiş, bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hâdise olarak kaydetmek isterim.” Son olarak da Türk bilimci ve eğitimcisine şu vasiyeti: “Bakınız arkadaşlar, ben belki çok yaşamam. Fakat siz, ölene dek Türk gençliğini yetiştirecek ve Türkçe’nin bir kültür dili olarak gelişmeye devamı yolunda çalışacaksınız. Çünkü Türkiye, uygarlığa ancak bu yolla kavuşabilir.”

Sonuç olarak Türkçe’nin ve onunla birlikte Türk insanının duygularının, düşüncelerinin ve kendi kültürüne dayalı yaratıcı gücünün de yok olma ihtimali dikkate alınmamaktadır. O kadar ki, kendi dilinde konuşup yazamayanların, emrine girdikleri dilde, bilimsel düşüncenin özünde var olan farklı düşünebilmek ve var olanı sorgulamaktan yoksun kalacaklarını dahî görememekteyiz. Bu durum, bütün bir toplumun güncel becerilerinin ve düşüncelerinin kısıtlanması anlamına gelmektedir. Gerek kendi toplumları için, gerekse evrensel medeniyet için kendi kültürel değerlerinden kaynaklanan özgün çözüm ve önerilerde bulunamayan toplumlar yok olmaya mahkumdurlar. Bugüne kadar ürettiği evrensel değerler göz önüne alındığında, Türk milletinin bu sonu hak etmediği ortadır.

Bazı dilbilimcilerin Türkçe’nin önümüzdeki yıllarda yok olabileceğini düşünmesi insana önce şaşkınlık sonra derin bir üzüntü veriyor. En az bin yıl önce yok olmuş dillerin olağanüstü çabalarla diriltildiği, tarihte hiç yer almamış kavimlerin dillerinin teşvik edildiği bir devirde Türkçe’nin bu denli ikinci plana atılmasını bizim günahımız olarak görmek gerektir. Bilim ve teknolojiyi yanımıza alarak bu durumu bir an önce düzeltmezsek, bilim ve teknolojinin hüküm sürdüğü bu çağda, ülkenin kalkınması ve ilerlemesi adına yaptığımız tüm uygulamalarda söz sahibi olamayacak ve bunları da kendi halkımıza kazandırmamış olacağız.

Çözüm olarak Türkçe ve yabancı dil öğretimi çok ciddi bir biçimde kuvvetlendirilmelidir. Ama bununla birlikte bütün okullarda eğitim istinasız Türkçe olmalıdır. Türkçe okul kitapları çoğaltılmalıdır. Üniversiteler için gerekli Türkçe ders kitapları ve kaynakların yazılması için TÜBA, YÖK ve TÜBİTAK desteğinde teşvikler sağlanmalıdır. Ne yazık ki ülkemizde üniversite öğrencileri için Türkçe ders kitapları ve yardımcı kitaplar yok denecek kadar azdır. Bilim ve teknolojideki en son gelişmelerin aktarılacağı Türkçe kaynak yazmak isteyen ve akademik olarak ilerlemek isteyen öğretim üyeleri maddi ve manevî olarak desteklenmelidir. Üniversiteler başta olmak üzere bilim ve teknolojik araştırmalara devlet tarafından daha büyük kaynaklar ayrılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Türkçe’yi korumanın en güzel yolu bilim ve teknolojiyi üretmekten geçer.

Kaynakça;
· Bye-Bye Türkçe,Oktay Sinanoğlu
· Dr. Ömer Karabulut (Eğitimciler Derneği Başkanı)
· Prof. Dr. Atilla Aydınlı
· Temmuz 2001, Yeni Avrasya, Ahmet Kılınç
· Harun Demirkaya, Türkbilim

EMO-GENÇ / Oğuzhan AYIK / İzmir

27.07.2007

Neden Türkçe?

1988 yılında New York’tan Minneapolis’e uçuyorum. Yanımdaki koltuğa boynuna bir portatif teyp, başına da kulaklıklar takmış genç bir adam oturdu. Teybin sesi oldukça açık. Dım tıs, dım tıs, dım tıs, kulaklıklardan dışarı taşıyor. Genç de aynı zamanda kendini müziğe kaptırmış, elleri ile bacaklarına vurarak tempo tutuyor: “tik tak, tik tak, tik taka tak”. İlk yarım saati “dım tıslar” ve “tik takalar” ile geçirdik. Sonra genç birden bana doğru dönerek “hi, how are you doing?” (nasılsın) diyerek konuşmayı açtı. Ben “iyiyim, ya sen?” deyince genç meraklı bir şekilde “New York’lu değilsin galiba” diye sordu. “Yok, Hollanda’da oturuyorum, Türk’üm” der demez, genç gözlerini fal taşı gibi açarak “Yeah, ben de Türk’üm yahu” diyerek omzuma bir şaplak patlatmaz mı? Çok şaşırmıştım tabii. Annesi ve babası Türk’müş. Amerika’ya yerleşmişler. Çocuklarına Türkçe öğretmemişler. “Türkiye ile ilgili ne biliyorsun” diye sorunca genç bir süre kaşlarını çatarak düşündü. Sonra birden heyecanlanarak yarı Amerikanca yarı Türkçe “tahin pekmez, tahin pekmez” diye haykırdı. İkimiz de birden kendimizi tutamayarak kahkahayı basmıştık.

Bu olay içimde bir takım çelişik düşüncelerin fırtına gibi esmesine neden olmuştu. Bir taraftan, gayet normal Amerika’ya yerleşmişler, ne var bunda diyor, diğer taraftan da bu gencin mutlaka kaybettikleri bir şeyler olmalı diye ısrar ediyordum. Yıllar önce yaşadığım ve sakinleştiğini zannettiğim bu fırtına Hollanda hükümetinin Türkçe derslerini kaldırması ile tekrar canlandı. Ama bu sefer kararlıyım. Türkçenin elden gitmesinin çok büyük bir kayıp olduğunu kendime ispat edeceğim. İşte 7 gerekçe:

1. Türkçenin yaygın bir dil olması
Her şeyden önce Türkçe çok geniş bir alanda konuşulan bir dil. Gittiğim birçok ülkede Türkçe sayesinde kurduğum ilişkilerin sıcaklığını hala içimde duyarım. Örneğin, 1993 yılında bir davet üzerine gittiğim Sydney’ de, bir alış veriş merkezinde gezerken, tesadüfen oradan geçen Türklerle tanışmış, hemen bir çevre oluşturarak nasıl saatlerce tatlı tatlı sohbet etmiştik.

Sadece Sydney’de mi? Hiç unutmam, 1995 yılında trenle Berlin’e gidiyordum. Karşımda oturan yaşlı şahıs “yakın zamana kadar Gürcistan’da oturuyordum” diye söze başlamıştı. Gürcistan’da asırlardır yaşayan Alman azınlıklardanmış. Almancanın yanında hangi dilleri konuştuğunu sorunca Gürcüce, Azerice, Kazakça ve Rusça diye sıralamıştı. Şaşkınlığımı görünce bana açıklamak zorunluluğunu duyarak: “İkinci Dünya Savaşı’na kadar Gürcistan’da kendi köyümüzde yaşıyorduk. Çevremizde hep Azeri köyleri olduğu için Gürcücenin yanında Azerice de öğrenmiştim. Ancak savaştan sonra tüm köy Kazakistan’a sürüldü. Orada da Kazakçayı öğrendim. Yıllar sonra tekrar köyümüze dönmemize izin verdiler. Almancayı bırakıp tatlı tatlı Türkçe olarak konuşmamıza devam ettik. Yaşlı şahıs: “Aslında Kazakça da Türkçedir. Yumurta yerine cumurta dersen olur biter”. Ben “oralardan bir şey özlüyor musunuz?” diye sorunca yaşlı şahıs gözleri dolarak “özlemem mi heç, kadim dostluk özlemişem men” demişti. Berlin’e gelince birbirimize baba oğul gibi sarılıp ayrılmıştık.

Son zamanlarda üniversitemize Kazakistan’dan, Özbekistan’dan öğrenciler gelmeye başladı. Türkçe ile çok güzel ilişkiler kuruyoruz. Özbek öğrencimiz Hamburg’a staja gitmişti. Stajını tamamladıktan sonra beni ziyaret ettiğinde: “Hocam, ne güzel, Hamburg hep kardeşlerimizle dolu, kendimi hiç yabancı hissetmedim” demişti.

2. Türkçenin Avrupa Birliği’nin ortak dili olması
Ne var bunda, gittiğin her yerde Türkçe konuşanları bulmuşsun diyebilirsiniz. Öyle değil. Dün Leuven Üniversitesi’nde jüri üyesi olduğum Filistinli bir öğrencinin doktora savunmasına katılmıştım. Savunmadan sonra verilen resepsiyonda orada okuyan Filistinli öğrencilerle konuşuyorduk. Filistinli öğrencilerden birisi “Avrupa Birliği’nin ortak dili nedir?” diye bir soru ortaya attı. İngilizce mi? Filistinli öğrenci itiraz etti. ”Evet, birçok kişi İngilizce biliyor ama İngilizce okulda öğrenilen bir dil. Kısacası evde konuşulan ortak dili kastediyorum”. Sonra biraz da şaşırarak Avrupa Birliği’nin ortak dilinin Türkçe ve Arapça olduğunun farkına vardık. Orta ve Kuzey Avrupa ülkelerinde en çok konuşulan azınlık dilinin Türkçe, Güney Avrupa ülkelerinde ise Arapça olduğunu kaç Avrupalı politikacı biliyor acaba?

3. Türkçenin ekonomik gücü
Ayrıca Türkçe bilmek Avrupa Birliği’nin Türkiye ile gelişen ticari ilişkilerinde de önemli bir rol oynayabilir. Türkiye’nin şu veya bu, yüzde yedi civarında büyüme hızı var. İleride ticari ilişkiler daha da artacak. Burada yetişen gençler Hollanda ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilerde bir köprü vazifesi görebilirler. Üstelik Türkçe bilmek firmaların Orta Asya ülkeleri ile ilişkilerinde de yararlı olabilir. Geçenlerde bir öğretmen dostum anlatmıştı. Türkiye ile yoğun ticari ilişkileri olan bir firmaya elaman alınacakmış. Birçok başvurunun içinden Türkiye ile olan ilişkilerini göze alarak Türk adayı seçmişler.

4. Türkçenin zenginliği
Türkçe olarak söylenen, yazılan ve okunan bu kadar eser var. Müziğimizi ele alalım. Ne kadar çeşitli: Türk halk müziği, Türk klasik müziği, Türk sanat müziği, Türk pop müziği. Ayrıca kantolar, ilahiler ve daha neler, neler. Bir müziği sevmek için o müziğin sözlerini anlamak gerekmeyebilir diyebilirsiniz. Tarkan’ın Avrupa’da nasıl ün yaptığını buna örnek olarak verebilirsiniz. Bu iddiaların ne kadar geçersiz olduğunu yine Tarkan’dan dinleyin:

“seni gidi fındık kıran, yılanı deliğinden çıkaran,
kaderim püsküllü belam, yakalarsam..”

Haydi çevirin bu sözleri istediğiniz dile, eğer çevirebilirseniz. Hem sadece Tarkan’dan ibaret değil ki bizim müziğimiz. Dede Efendimiz var, Minür Nurettin Selçuk’umuz var, Zeki Müren’imiz var, Emel Sayın’ımız var, Aşık Veysel’imiz var, İbrahim Tatlıses’imiz var, Mahsun Kırmızıgül’ümüz var, Sezen Aksu’muz var, var oğlu var.

Edebiyatımız da çok zengin. Türkçenin inceliklerini kullanarak edebiyatımız çeşitli konuları nasıl da işlemiş. Masama doğru yürüyorum. Elime geçen ilk Türkçe kitabı açıp her hangi bir yerinden okuyorum: “Efendim, dostça ve arkadaşça karşılıklı görüşmeye, sohbet denir” diyor yazar. Sonra yazar şöyle devam ediyor: “İnsanı tekâmül basamaklarında yükselten, içini ışıtan, aydınlatan, nurlandıran, ona bir yaşama sevinci veren, onu güzelleştiren, onu yücelten sohbetlere gönül sohbeti denir” [4]. Ne güzel bir yazar, ne güzel bir söz, ne güzel bir dil.

5. Ana dili eğitiminin önemi
Efendim, Türkçe bilen çocuklar Hollandacayı zor öğreniyorlarmış. Göçmen çocukların okullarda başarısızlığının temel nedeni de buymuş. Bence Türkçeye karşı öne sürülen en saçma iddia bu. Önce şunu anlamamız gerekiyor [1]: Okulda başarısız olan öğrenciler ailelerinin sosyal konumundan dolayı mı başarısızlar, yoksa Türkçe konuştuklarından dolayı mı? Dünyanın neresinde kırsal kesimden göç etmiş ve az düzeyde eğitim almış ailelerin çocukları, göç ettikleri toplumun “normal” şartlarında yetişmiş çocukları ile aynı oranda başarılı olabilmişler? Sosyoloji bilimini yeniden mi yazmak istiyorlar acaba?

Ayrıca, Hollandacayı ve Türkçeyi su gibi konuşan binlerce gencimiz var. Son yapılan çalışmalar, göçmen çocuklarının üniversite ve yüksek okullara katılma oranının arttığını gösteriyor zaten [2]. Üstelik birçok dil uzmanı da ana dilin kişinin gelişmesi için çok önemli bir unsur olduğu görüşünde [3]. Düşünün bir kere, İngilizceyi bilmem kaç yaşında ikinci dil olarak öğrenen belki milyonlarca insan var. Bunlardan birçoğu ilerlemiş yaşlarında Amerika’ya göç edip Amerika da en yüksek yerlere gelebiliyorlar. Hollanda toplumunun ve dilinin de aynı esnekliği kazanması gerekir. Eğer Hollandaca sonradan öğrenilemeyecek bir nesne ise, hemen ameliyata alınıp düzeltilmesi gerekir.

6. Müslümanlığı Türkçe kaynaklardan öğrenmenin kolaylığı
Müslümanların içinde Türklerin önemli bir yer aldığı kesin. Yıllarca batılılar Müslümanların tümüne Türk demişler. Türkler Müslümanlığa gönülden inanmış, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli ve Mevlana gibi ermiş kişilerin katkılarıyla inançlarını bu güne kadar sevgiyle taşımışlar. Öyle ki Türkçe, halkımızın inancını en öz ve en güzel yorumladığı bir dil haline gelmiş. Bakın Yunus inancını ne güzel özetlemiş:

“Severim ben seni candan içeri,
Yolum vardır bu erkandan içeri”.

Sonra Yunus şöyle devam etmiş:

“Beni bende demen, bu ben değilim,
Bir ben vardır bende, benden içeri”.

Dinimizin Türkçe bilenlere öğretilmesi pek kolaydır. Neden kolaylık varken zorluğu seçelim?

7. Azınlık hakkı olarak Türkçe
Bir dostuma Türkçenin gerekliliği üzerine görüşünü sormuştum. Yanıtı kısa ve açıktı: “Türkçe öğrenmek senin azınlık hakkın [3]. Eğer öğrenmek istersen, öğrenebilmelisin”. Ah elbette, neden Türkçe şu, bu diye nefes tüketiyorum. Haklarımızı istiyoruz, o kadar. Sonra dostum şöyle devam etmişti: “Asimilasyon arzusu duygusal bir harekettir, rasyonel değil. Bu duygunun ülkelerine zararlı olabileceği onları pek ilgilendirmez”.

Öyle ya, biz Erasmus’u, Spinoza’yı, Huygens’i, Rembrandt’ı, Jan Vermeer’i, Annie M.G. Schmidt’i, Harry Mulisch’i, Zangeres Zonder Naam’ı, Marco Borsato’yu tanıyor ve takdir ediyoruz. Ama siz bizim ne kadarımızı tanıyorsunuz? Biz Türkçesiz yarım insanız diyorsak her halde bir şeyler bildiğimiz için söylüyoruz. Ne kadar da az biliyorsunuz?

Şimdi ne yapmalı?
Düşüncelerim beni Eindhoven’da öğrenci olduğum günlere götürdü. Türklere gönüllü olarak yıllarca elektronik ve bilgisayar dersleri vermiştim. Bir gün yardım istemek için Hollandalı bir yetkiliyi ziyaret ettiğimde, karşımdaki şahıs ırım gırım ediyor, bütçede parası olduğu halde yardım etmek istemiyordu. Dün gibi hatırlıyorum, karşımda oturan şahısa heyecanla bakarak: “Beyefendi, ben size bütçenizi amacı doğrultusunda harcamak için kolaylık göstermek istemiştim. Ancak, siz yardım etmek istemiyorsanız hiç önemli değil”. Sonra elimi cebime atarak cebimdeki üç beş kuruşu masanın üstüne atmış ve “Ben öğrenciyim, fakir olabilirim. Boş vaktimde çalışır, para kazanır ve kazandıklarımı kardeşlerime bildiklerimi öğretmek için harcarım. Siz bizi ne sandınız?” diye haykırmıştım.

Türkçe derslerini kaldırırlarsa kaldırsınlar. Biz hepimiz beraberce daha iyisini yaparız. Aramızda varsa yapmacık küskünlüğü atar, Türkçe için gönül birliği ederiz. Hollanda çapında bir eğitim derneği kurarak çarşamba öğleden sonraları, cumartesi ve pazar günleri, ne zaman gerekirse Türkçe derslerimizi kendimiz veririz. Lütfen aşağıdaki İnternet sitesine bakınız:
http://turkce-icin-el-ele.nl/

Bu site kampanyaya katılmak isteyenleri bir araya getirmek için kurulmuş. Haydi şimdi herkes Türkçe için el ele!

Kaynaklar
[1] http://www.uvt.nl/nieuws/persberichten/2000/0900/001299.html
[2] Crul et al. Kleurrijk Talent, Instituut voor Migratie- en Etnische Studies, Universiteit van Amsterdam, 2002.
[3] G. Extra and K. Yagmur, Language diversity in multicultural Europe: Comparative perspectives on immigrant minority languages at home and at school, Management of Social Transformations MOST. Discussion Paper 63. http://www.digischool.nl/tu/community/ stellingen.htm
[4] Sabri Tandoğan, Gönül Sohbetleri”, Gönül Sohbetleri Dizisi. No. 1. 1994, Ankara.
© 2003-2004 Mehmet Akşit. Bu yazı ancak ticari olmamak koşulu ile kullanılabilir.
Kaynak: Mehmet Akşithttp://turkce-icin-el-ele.nl/

Bilim dili olarak Türkçe - G. Ramsted


Finlandiyalı bilim adamı G. Ramsted:


"Terim bulmakta güçlüğe rastlamıyoruz. Bizim Fin dilinde sözcük kökleri ve ekleri çoktur; fakat Türk dilindekiler kadar bol değildir. Türk dilinde bilimsel terimler yapmak daha kolay olurdu. Çünkü Türk dilinde söz hazinesi çok zengin olduğu gibi ekler aracılığı ile yeni söz yapmak bu dilin ruh ve yapısına uygundur."


G. Ramsted'in yabancı dillerde yayınlanmış bazı araştırmalarına aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz:



Atatürk ve "Türk Dili"

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk'u yazmadan önce Orhun Yazıtlarının Necip Asım Yazıksız tarafından yayımlanan metnini en ince ayrıntısına kadar okuyup incelemiştir.

Türk tarihinin sayfalarına göz atıldığında Türk Milleti'nin en zor anlarda bile başsız ve devletsiz kalmadığı, kendi kendini idare etme gücüne ve yeteneğine sahip olduğu görülür. Nitekim Türk Milleti, en zor dönemlerinden birini yaşarken, Büyük Önder Mustafa Kemal, tarih sahnesine çıkar ve Türk Milleti'nin çaresizliğine ve tükenmişliğine son verir. ATATÜRK, bu durumu çeşitli vesilelerle yapmış olduğu konuşmalarında şöyle dile getirir:


"....Ne vakit başladığı bilinmeyen zamanlardan beri bağımsızlığın şerefi ile yaşayan milletimiz, en feci bir çökmeyle nihayet buluyor gibi görünmüşken, esaret kaydına karşı evladını ayaklanmaya davet eden ecdat sesi, kalplerimiz içinde yükseldi ve bizi son kurtuluş mücadelesine davet etti".

"... Ben, 1919 Mayısı içinde Samsun'a çıktığım gün, elimde hiç bir kuvvet yoktu. Yalnız Büyük Türk Milleti'nin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk Milleti'ne güvenerek işe başladım. Ben, Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu adeta gözlerimle görüyordum".

"... Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman devleti tesis eden ve bunların hepsini hâdisat ile tecrübe eyleyen Türk Milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek bütün felaketlerin karşısında meftur olduğu kabiliyet ve kudretle ahz-i mevki etti".

Atalarının tarihte yaptıklarından ve Türk Milleti'nin kahramanca mücadelesinden güç alıp Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Atatürk, daha sonra, temeli Türk yaşayış ve inanışına, Türk kültür ve medeniyetine, Türk tarihine dayanan devrimlere birer birer imza atar ve onları uygulamaya koyar. Yaşananları, çekilen sıkıntıları, emperyalizme karşı verilen mücadeleleri unutturmamak için de bunları belgelendirir ve Nutuk adlı ölümsüz eserini vücuda getirir.

Belgeleriyle birlikte Nutuk, bu anlamda yakın dönemin en ciddî tarihî kaynağıdır. Ancak bunun yanısıra eser, dili ve üslûbu bakımından da son derece ilgi çekici özelliklere sahiptir.

Nutuk'un dil ve üslup özelliklerini bir hususa dikkat çekerek belirtmek faydalı olacaktır: Atatürk, Nutuk'u yazmadan önce Orhun yazıtlarının Necip Asım YAZIKSIZ tarafından yayımlanan metnini en ince ayrıntısına kadar okuyup inceler.

Sonra Nutuk'u Orhun yazıtlarının plânı üzerine inşa eder. Bu sebeple Orhun yazıtlarının üslûbuyla Nutuk'un üslûbu arasında büyük benzerlikler ve paralellikler vardır.

Bu durum, Büyük Dâhî'nin hem köklerine ne kadar bağlı olduğunu, hem de ondaki dil ve tarih şuurunun ana kaynağını göstermesi bakımından son derece önemlidir. Nutuk'un sonuç bölümünü oluşturan "Gençliğe Hitabe" ise, başlı başına Türk dilinin, Türk hitabet sanatının eşsiz eserlerinden biri olma özelliğine sahiptir.

ATATÜRK, çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu "... Benim yaradılışımda fevkalâde bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir...", "... Benim hayatta yegâne fahrım, servetim, Türklük'ten başka bir şey değildir." gibi vecizelerle Türklük gurur ve şuuruna bağlılılığını ifade eder.

Türklük gurur ve şuurundan gücünü alan ATATÜRK, Türk Milleti'nin geçmişte olduğu gibi gelecekte de en vaz geçilmez değerlerinden birinin bütün lehçe ve şiveleriyle birlikte Türk dili olduğunu kaydeder. Onun şu sözleri bu bağlamda son derece kıymetlidir:

"Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesinde, Yakut Türkleri'nin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz".

Yine onun:
"Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."

ATATÜRK, 28 Ağustos 1928'de çağdaş dünyaya uyum sağlamak amacıyla harf devrimini gerçekleştirir. Bunu, Türk dilinin dünya dilleri arasındaki yerinin belirlenmesi, köklerinin araştırılması, Türk lehçe, şive ve ağızlarının bilimsel yöntemlerle incelenmesi ile ilgili çalışmalar takip eder. ATATÜRK, bu amaçlarla 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni (bugünkü adıyla Türk Dil Kurumu'nu) kurdurur. Sonradan mirasının bir bölümünü bağışladığı bu kurumun tüzüğünün taslağı da bizzat ATATÜRK'ün kendisi tarafından hazırlanır. Türk Dili Tetkik Cemiyeti, 26 Eylül 1932 tarihinde, İstanbul'da, Dolmabahçe Sarayı'nda, ATATÜRK'ün huzurunda Birinci Türk Dili Kurultayı'nı toplar ve Türk diliyle ilgili ciddî kararlar alır.

Güneş-Dil Teorisi, Türk dilinin eskiliğinin, köklülüğünün ve zenginliğinin kanıtlanmasına yönelik bir faaliyetin ürünü olarak o yıllarda ortaya atılır. Yurt içinde ve yurt dışında büyük yankı uyandıran teori, hem Türkçe konuşma yazma bilincinin gelişmesine katkı sağlar; hem de Türkçenin tarihi ve etimolojisi (kökenbilimi) ile ilgili birçok eserin hazırlanmasına vesile olur.

ATATÜRK, Türk diliyle ilgili çalışmaların akademik seviyede yapılabilmesi ve bilim adamlarının yetişmesi için de 1936 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni açtırır.

Onun Türk diliyle ilgili toplantılara başkanlık etmesi, yazmış olduğu eserlerde, Türkçe kelimelere ve terimlere yer vermesi, bazı terimleri bizzat kendisinin türetmesi önemlidir. Nitekim ATATÜRK'ün Geometri kitabında geçen ve bizzat ATATÜRK tarafından türetilen üçgen, dörtgen, açı … gibi terimler bugün hâlâ kullanılmaktadır.

Büyük devlet adamı ve büyük komutan olduğu kadar güçlü bir hatip ve edip de olan ATATÜRK'ün ana sütü gibi saf, ana sütü gibi temiz Türkçemizle yazmış olduğu Hakikat Nerede adlı şiiriyle cümlelerimi tamamlamak istiyorum:

HAKÎKAT NEREDE?
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak.
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karartı, karartıda şafak.
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.
Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa'nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz.
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Hakikat nerede?

Mustafa Kemal

Yrd. Doç. Dr. Semra ALYILMAZKırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü

Kaynak: Bu yazı 10 Kasım 2004 tarihinde Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi tarafından düzenlenen Atatürk'ü Anma Günü konulu panelde sunulan bildiridir.

Kaynakça;

AKSAN, Akil, Atatürk Der ki, Ankara, 1981.ALYILMAZ, Cengiz, Atatürk, Milliyetçilik ve Türk Dünyası, Türk Yurdu, c. 20, sayı: 152, Ankara, Nisan 2000, s. 12-16ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk 1919-1927, (Yay. Haz. Zeynep KORKMAZ), Ankara, 1991.___________Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I-II, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 1989.ERCİLASUN, Ahmet Bican, Atatürk ve Dil, Türk Kültürü, Sayı: 223-224, Ankara, 1981, s. 1-22.FEYZİOĞLU, Turan, Atatürk ve Miliyetçilik, Ankara, 1987.İNAN, Abdülkadir, Atatürk ve Dış Türkler, Türk Kültürü, c. II, Sayı: 13, Ankara, 1963, s. 114-115.İNAN, Afet, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları, Ankara, 1998.

Türkçe'nin Şiveleri

Türkçe Hakkındaki Görüşlerim - Johan Vandewalle

"...Anadili Türkçe olan bir kişinin kısa cümlelerle düşündüğü, konuşma anında ise bu kısa cümleleri çeşitli yollarla birbirine bağlayarak karmaşık yapılar kurduğu görüşündeyim. Bu "cümle bağlama eğilimi" bazı konuşurlarda zayıf, bazılarında ise adeta bir hastalık derecesinde güçlü olabilir. Bu son durumda ortaya çıkan dilsel yapılar, insan zihninin üstün olanaklarını en güzel şekilde yansıtıyor. Farklı dil gruplarına ait birçok dili incelediğim halde şimdiye kadar hiçbir dilde beni Türkçe’deki karmaşık cümle yapıları kadar büyüleyen bir yapıya rastlamadığımı söyleyebilirim. Biraz duygusal olmama izin verirseniz, bazen kendime "keşke Chomsky de gençliğinde Türkçe öğrenmiş olsaydı... ", diyorum. Eminim o zaman çağdaş dilbilim İngilizce’ye göre değil, Türkçe’ye göre şekillenmiş olurdu..."

Yukarıdaki yazıyı tamamen Türkçe yazmıştır.

Johan VANDEWALLE kimdir?
15 Şubat 1960 Belçika doğumlu, 34 dil ve lehçe bilen, Dünyanın en büyük dilbilimcilerinden Johan Vandewalle dillere ilgisinin başlayaşını şöyle anlatıyor:Türkçe ile ilk kez 1973’te yaptığı bir İstanbul gezisi sırasında tanıştığını belirten Vandewalle, şunları kaydetti: “O zaman 13 yaşındaydım. O gezide yaşadığım misafirperverlik beni çok etkiledi ve Türkçeyi öğrenmeye sevk etti. Türkçeyi biraz öğrenince, matematiksel yapısına hayran kaldım. Ve bu dili, bütün yanlarıyla incelemeye karar verdim.” Vandewalle, Belçika’ya döndükten sonra Türkçeyi öğrendiğini, daha sonra da Osmanlıca ve eski Uygur Türkçesini öğrenerek Orhun Abideleri'ni incelediğini anlattı.

Vandewalle’nin bildiği diller
Wandewalle, Flemenkçe, Latince, İngilizce, Almanca ve Türkçenin yanı sıra Farsça, Çağdaş Arapça, Rusça, Osmanlıca, Klasik Arapça ve Eski Slavcayı öğrendiğini kaydetti. Türkçeye olan merakının ardından da Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen, Azeri, Uygur, Tatar, Başkurt, Tuva, Orhon, Eski Uygur, Kuman ve Çağatay Türkçeleri ile Tacikçeyi de kendi kendine öğrendiğini söyledi. Arapça kursu sonucunda da Mısır ve Fas Arapçasını öğrendiğini anlatan Vandewalle, yalnızca seyahatlerde kullanmak amacıyla da İtalyanca, Arnavutça, Yunanca, Hintçe, Urduca ve Fince öğrendiğini söyledi. Vandewalle, sadece dil merakından dolayı da Gaelic, Japonca, Svahili ve Sırpça kitaplar okuduğunu ve bunları anladığını kaydetti.

Johan Vandewalle, dil öğrenmenin paha biçilmez bir zenginlik olduğunu vurgulayarak, amacının, bu zenginliği insanlarla paylaşmak ve onlara da öğretmek olduğunu kaydetti. 1987 yılında katıldığı yarışmada, 22 yaşayan dili kullanarak ‘en çok dil bilen Belçikalı’ unvanı aldığına işaret ederek, “Ancak amacım, dil konusunda rekor kırmak değil. Azimli olduktan sonra öğrenilemeyecek dil yoktur.” dedi. Vandewalle, Belçika’da bulunan ve başkanı olduğu ‘’Oryantal, Doğu Dilleri ve Kültürleri Öğretim Merkezi’’nde farklı düzeylerde konuşulan Türkçe ve Arapça dersleri verdiğini, ayrıca değişik ülkelerde yaşayan ve Türkiye Türkçesini öğrenmek isteyenler için ‘’Türkçekent’’, Türk lehçelerine meraklı olanlar için de ‘Türkçestan’ adlı internet siteleri hazırladığını bildirdi.

Kendisi tarafından kaleme alınan yazının aslı:
Karmasik cumlelerle ilgili soruma yanit veren Sayin Saban Gul ve AhmetAydin'a tesekkurler.

Karmasik cumlenin parcalara, yani daha kucuk cumlelere ayrilmasi guzelbir yontem. Bu yontem, ogrencinin anlasilmasi kolay parcalardan hareketederek karmasik cumlenin anlamini bulmasini kolaylastiriyor. Ancak zayiftarafi bence karmasik yapinin parcalardan nasil insa edildiginiyeterince aciklamamasidir. Asagida bu problemi halletmek icin karmasikyapilari gorsellestirmek icin bir yontem onerecegim.

Anadili Turkce olan bir kisinin kisa cumlelerle dusundugu, konusmaaninda ise bu kisa cumleleri cesitli yollarla birbirine baglayarakkarmasik yapilar kurdugu gorusundeyim. Bu "cumle baglama egilimi" bazikonusurlarda zayif, bazilarinda ise adeta bir hastalik derecesinde gucluolabilir. Bu son durumda ortaya cikan dilsel yapilar, insan zihnininustun olanaklarini en guzel sekilde yansitiyor. Farkli dil gruplarinaait bircok dili inceledigim halde simdiye kadar hicbir dilde beniTurkcedeki karmasik cumle yapilari kadar buyuleyen bir yapiyarastlamadigimi soyleyebilirim. Biraz duygusal olmama izin verirseniz,bazen kendime "keske Chomsky de gencliginde Turkce ogrenmis olsaydi... "diyorum, eminim o zaman cagdas dilbilim Ingilizceye gore degil, Turkceyegore sekillenmis olurdu...

Konumuza, yani onermek istedigim yonteme, donelim:

"Olayi tartismak uzere ust duzey bakanlarin katildigi acil toplantiyacagrilan Sivil Havacilik Bakani Huseyin, hava trafik kontrol merkeziniarayan bir kisinin, ucagin kacirildigini soylemesinin �yanlis alarma�neden oldugunu soyledi." ("Yanlis alarm korkuttu", (3/10/2001, NTVNSMBC)

Bu karmasik cumlenin yapisini ogrencilerimiz icin en iyi sekildegorsellestirmeye calisalim. Yapiyi ayirdigimiz parcalari (ilk 3 kelimeyisimdilik birakalim) asagidaki kaliba gore gosterelim:

+belirtili ozne

tumlec

+eylem

Boylece elde ettigimiz kisa cumlelerin sayisi 7'dir. Bu kisa cumlelerinbazilarinin diger cumlelerde ozne, nesne,... konumuna gectiginigosterebilmek icin cumlelerimizi numaralayalim. Asagida bu numaralariparcalarin karmasik yapinin icindeki yerine gore sectim (belki dahauygun bir numaralama onerilebilir). Sifat-fiil ictumtesi (relativeclause) olusturulurken silenen bazi ogeleri de tekrar ekledim: 1'deki"Sivil Havacilik Bakani Huseyin", 2'deki "toplanti", 4'teki "kisi".Aslinda co-referential (gonderim acisindan ozdes) olan ogelere ayniendeksler de eklenebilirdi, ancak yontemi ogretim alaninda uygulamayiamacladigim icin, ogrencileri fazla korkutmamak icin, bundan vazgectim:


1+Sivil Havacilik Bakani Huseyin

acil toplantiya

+cagrildi

2+ust duzey bakanlar

toplantiya

+katildi

3+ Sivil Havacilik Bakani Huseyin,

"7"yi

+ soyledi.

4+kisi

hava trafik kontrol merkezini

+aradi

5+ bir kisi

"6"yi

+ söyledi

6+ ucak

+ kacirildi

7+ "5"

yanlis alarma

+ neden oldu

Ayni numaralamayi kullanarak karmasik yapiyi simdi asagidaki gibigorsellestirebiliriz. Sozcukler satir satir olarak soldan saga dogruokundugunda asil cumlemizi tekrar buluyoruz (bu yapinin ekraninizdadogru gozukmesi icin Courier gibi "non-proportional" font secmeniz cokonemli!):

1+(Sivil Havacilik Bakani Huseyin)

2+ust duzey bakanlarin

(toplantiya)

+katildigi

acil toplantiya

+cagrilan

3+ Sivil Havacilik Bakani Huseyin,

4+(kisi)

hava trafik kontrol merkezini

+arayan

5+bir kisinin,

6+ ucagin

+ kacirildigini

7+ + söylemesinin

yanlis alarma

+ neden oldugunu

+ soyledi.

Fazla karmasik olmayan yapilarin gorsellestirilmesi icin ayraclarlayetinilebilir:

Bir kisi, [ucagin kacirildigi]-ni söyledi

Ancak yapi cok karmasik olunca ayrac kullaniminin, dilbilimci olmayanyabancilara Turkce ogretiminde bir cozum olamayacagi sanirim asagidakiornekten anlasiliyor:

[[Ust duzey bakanlarin katildigi] acil toplantiya cagrilan] SivilHavacilik Bakani Huseyin, [[[hava trafik kontrol merkezini arayan] birkisinin, [ucagin kacirildigini] söylemesinin] yanlis alarma nedenoldugunu] soyledi.

Anlattigim yontemle ilgili ne dusunuyorsunuz? Isterseniz ayrintilaragirebilirim.

Selam ve saygilarimla,

Johan Vandewalle

Türkçe = Zekâ

“Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. M. Kemâl Atatürk”

Türkçe, son yıllarda dünyada üzerinde en çok araştırma yapılan dillerden bir tanesidir. Türkçenin gramer yapısının mantığa uygunluğu, dilin ezber metodu ile değil, mantık yürütülerek öğrenilmesi bilim adamlarını Türkçenin mükemmelliği konusunda hayrete düşürmektedir.

Amerika’da, Viskansın Üniversitesinde görev yapan Prof. Dr. Kemal Karpat Amerika’da dil bilim ile ilgili bölümü bulunan bütün üniversitelerde Türkçeye büyük önem verildiğini, gramatikal yapısının büyük bir hayret ve beğeni ile incelendiğini ve bir dilin nasıl bu kadar sağlam bir mantığa, mükemmeliyete sahip olabileceği düşüncesinin Türklere ve Türkçeye karşı bir hayranlık (yanı sıra kıskançlık) uyandırdığını belirtiyor.

Bu ilgi ve hayranlık yalnızca Amerika’ya mahsus değil. Avrupa’da da Türkçe husûsunda ciddi çalışmalar var. Geçmiş yıllarda üç yaşına kadar olan çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmada Ana dili Türkçe olan çocuklarda, bu yaş grubunda diğer milletlerin çocuklarına göre zekâ seviyesi, kavrayış kabiliyeti olarak daha önde oldukları tesbit edilmişti. Çocuğun gelişiminde ilk üç yaşın önemi, çocuğun hayatı boyunca kat edeceği mesafenin önemli bir kısmını bu dönemde aldığı göz önünde bulundurulduğu zaman bu durumun hakikaten bir avantaj olduğunu düşünebiliriz.

Bu çocuklarının annelerinin genellikle kültür seviyesinin düşük olması, okuma alışkanlığının olmaması ise çocukların üç yaşına kadar elde ettikleri ilerleme hızını ileriki yıllarda gösterememesine sebep olan etkenler. Daha sonra yapılan çalışmalarda Türk çocuklarının zekâ açısından ilk yıllarda kat ettikleri mesafede en önemli faktörün dil olduğu kanaatine varılıyor.İnternational Association for he Study of Child Language (Uluslar arası Çocuk Dili Araştırmaları Derneği) adlı kuruluşun Almanya’nın başkenti Berlin’de yapılan onuncu kongresinde, Türk çocuklarının 2, en geç 3 yaşına kadar kendi dillerini dil bilgisi kurallarını da yerli yerinde kullanarak mükemmel biçimde kullandıklarını ispatlıyor. Bu kabiliyet Alman çocuklarında 5, Araplarda 12 yaşına kadar uzayabiliyor.

Dil bilimi profesörü Klan Delius, Türk dilinin kolay öğrenildiğini belirterek, “Türkçenin şahıs ve zaman belirleyen ekleri düzenli. Lego taşlarının yan yana dizilmesi gibi tespitini yapıyor. Yine ilim adamlarının ulaştığı bir diğer sonuç; Türkçenin ezberlenerek değil mantık ve muhakeme yoluyla öğrenilen bir dil olmasından dolayı Türk çocuklarında günlük hayatta gerekli pratik zekâ ve muhakeme kazanımı da diğerlerine oranla daha önde.Ve bu araştırma sonuçları Avrupa ülkelerinde Türklerle evli Avrupalı annelerde çocuğuna Türkçe öğretme ve evde Türkçe kullanma isteğini teşvik ediyor. Bu istek ve gayreti ile anne bir avantaj daha elde ediyor. Çünkü, kurallı bir dil olan Türkçe şuurlu ve iyi öğrenildiği takdirde diğer dilleri de daha kolay ve kısa zamanda öğrenme yeteneğini kazandırıyor.Bizler hiçbir mantıklı izahı olmayan tuhaf bir kompleksle başka dil ve kültürlerin kucağına balıklama atlayıp kendimizi kaybederken bizde mevcut değerleri bir gün başka ellerde görürsek hiç şaşırmamalı. Yarının Türkiye’sini İngilizce, Almanca vs. Batı dillerini konuşan Türkler buna mukabil Avrupa’yı Türkçe konuşan Avrupalılar doldurabilir. Türklerle ilgili en detaylı araştırmalar Batı’da yapılıyor, bizim değerlerimizi onlar keşfedip dünya kamuoyunun gündemine sunuyorlar.

Ne kadar farkındayız bilmem ama Türkçeyi kullanan kişiler olarak çocuklarımız doğuştan şanslı, dilimizin kurallarını daha iyi öğrenerek, uydurukça vb. bir takım şahısların kendi keyfî yönlendirmelerine kapılmayarak; kazanılmış müşterek anlaşma vasıtamız olan kelimeleri feda etmeyerek; okuyarak bilgi ve kültürümüzü genişleterek doğuştan gelen bu avantajları kat be kat artırmak bizim elimizde.

Çocuklarımız gayret ve fedakârlığın her türlüsüne değmez mi?..

Dr. Nazlı Rânâ GÜREL

Bilim Dili Türkçe, Yazım Dili Türkçe

Gezegenimizde irili ufaklı 30.000 farklı dil konuşulmaktadır. Bunların bir kısmının 25-30 kişilik kabilelerde geçerli birkaç yüz kelimelik diller olmalarına karşın bir kısmı da dünyaca yaygındır. Dünyaca yaygın dillerden biri de Türkçemizdir. Türkçemiz okunduğu gibi yazılan ya da yazıldığı gibi okunan, grameri kolay ve mantıklı, alfabesinde kafa karıştıran harfleri olmayan bir dildir. Desimal sisteme en mantıklı uyum sağlayan dildir. Bir, iki,... dokuz; on, o bir, on iki,...; on dokuz;... doksan, doksan bir, doksan iki,... doksan dokuz,... Bu uyumlu sayma ve dil sistemi örneğine bir eş daha bulamayız. Bu husus ABD’de son yıllarda en çok satılan Being Digital isimli kitapta teyit edilmekte ve Türkçe, uluslar arası bilgisayar için en uygun dil olarak tanımlanmaktadır.

Bunu göremediği için, “Türkçe bilim değildir...” diyen YÖK başkanımız, neden onu bilim dili yapmak için hiçbir işlem yapmıyor, daha hangi makama yükselmeyi bekliyor?

İngilizce ve Rusça gibi dillerin konuşulduğu ülkelerde, yabancı dillerdeki yayınları anında kendi dillerine tercüme edip, daha 20-25 yaştaki araştırmacılarının yayınları anında kendi dillerine tercüme edip, daha 20-25 yaştaki araştırmacılarının ellerine sunan merkezleri vardır. Böylece, bu merkezi kuramayan ülkelerin gençlerine oranla, onların gençleri, ana dillerinden başka dilleri (ki hepsini öğrenmek zaten imkânsız) öğrenmek için zaman harcamak yerine, gelişmeleri, yenilikleri kendi ana dillerinden takip ederek zaman kazanmaktan başka kendi dillerine yeni kelimeler de kazandırmaktadırlar.

Lisan öğrenmeye karşı değiliz, ancak insanlar kendi ana dillerinde daha kolay öğrenirler, yaratıcılık ana dille olur. İnsanlar rüyalarında bile ana dillerini kullanırlar. Bu nedenle ana dilimizde eğitim esastır, böylece ana dilimize yeni terimleri de yerleştirmiş oluruz. Örneğin bir uzay mekiği ile 1.500 yeni kelime İngilizceye girmiştir. Bunların Türkçe karşılıkları bize yasak mıdır? Bunları kim Türkçeleştirecektir? Yabancı dil öğrenmek elbette güzel bir iştir ama, bir yabancı dil bilmek, bilim adamı olmak için, bugünkü koşullarda gerekli koşul gibi görünüyorsa da yeterli koşul değildir.

Yabancı dil hayranlığımız tabelâlarımıza kadar inmiştir. (Hotel, motel, hospital, market, restaurant...) Taşradan gelen sadece Türkçe bilen bir Türk vatandaşını Bilkent Plâza’ya bırakırsak yabancı bir ülkede olduğuna inanır. Bunun yanında gramer yapısı bakımından Türkçemizle mukayese edilemeyecek kadar düzensiz olan ve bilim dili sayılan dillerin sahipleri bizim yaptığımızın aksine, dillerini koruma ve geliştirme kanunları çıkarıyorlar. (Örneğin 1994’de Fransa’nın çıkardığı dil kanunu) Eğer dilimize sahip çıkmazsak, dün bir bilim dili olan ve sahip çıkılmadığı için bugün ölü sayılan Lâtince gibi, yarın bizim binlerce yıllık mazisi olan Türkçemiz de unutulur.

Bu konuda çeşitli ortamlarda (üniversite, TV, konferans, MEB ve YÖK seviyesindeki toplantılarda) yaptığım konuşmalarda bir “Millî Tercüme Merkezinin Kurulması”na işaret ettim, ediyorum. Bu hususa hiç sahip çıkan olmuyor. Böyle bir merkezin kurulması bir kişinin, bir üniversitenin işi olamaz. Ama böyle bir merkezin kurulması dilimize ve milletimize en iyi hizmetlerden biri olur.

Atatürk’ün şu sözlerini unutmamak dileğiyle : “Öyle istiyorum ki, Türk dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar, bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi kullansınlar.”

Prof. Dr. Hilmi HACISALİHOĞLU

26.07.2007

Sağır kurbağa

Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Gerçekte, seyirciler arasında hiçbiri, yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş.Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: "Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!" Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.

Seyirciler bağırıyorlarmış: "Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.." Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa, büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa, ona yaklaşmış ve sormuş, "Bu işi nasıl başardın?" diye.

O anda farkına varmışlar ki, kuleye çıkan kurbağa sağırmış!

Hikayenin özeti şu: Gerçek mutluluk ve başarı için, evlilerden birinin sağır olması gerekir. Yani eşlerden birinin bazı şeyleri duymaması, diğer bazılarını da görmemesi gerekir.

25.07.2007

Osmanlı tokadı nereden geliyor ?

Osmanlı tokatı nerden geliyor biliyor musunuz?

Osmanlı zamanında ordu çeşitli birliklerden oluşurmuş. O birliklerden biride Tokatçı grubu imiş. Tokatçı denilen askerler devşirmelerden oluşur ve gayet iri yapılı, iri elli kişilermiş. Bunların özel çalışma salonları varmış. Salonlarda mermerden yapılı olan büyükçe kolonlar varmış. Tokatçılar bu mermer kolonları tokatlayarak ellerini daha da geliştirirlermiş.

Savaş sırasında ordunun en arkasında bulunur savaşın sonlarına doğru hızla savaş alanına girer ve bitkin durumda olan düşman askerlerini tek tokat darbesiyle yerle bir ederlermiş. Tokat attıkları kişinin yüzünü içeri çökertir ve beyin kanaması geçirmesine sebep olarak öldürürlermiş.iste böyle Nam-ı değer OSMANLI TOKATI buradan geliyor.

Mevlana'nın vasiyeti

Yıl 1273, Mevlana artık iyice hastalanmıştır. Eşi başında ağlamaklıdır; "Ey alemin nuru, ey ademin canı! Bizi bırakıp nereye gideceksin? Mevlana yattığı yerden cevap verir; "Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ne de Nemrut'uz, bizim toprak alemiyle ne işimiz var, bize bu toprak aleminde huzur ve karar nasıl olur? Ben insanlara faydam dokunur diye dünya zindanında kalmışım; Yoksa hapishane nerede ben nerede? Kimin malını çalmışım? Yakında Allah'ın sevgili dostunun, Hz. Muhammed'in yanına döneceğimiz umulur."

Bunun üstüne Mevlana ardında kalanlara şu güzel vasiyeti bırakır:


Ben size, gizli ve aleni, Allah'tan korkmanızı,
Az yemenizi,
az uyumanızı,
az söylemenizi,
günahlardan çekinmenizi,
oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi,
daima şehvetten kaçınmanızı,halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı,avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak durmanızı,
kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim...

İnsanların hayırlısı insanlera faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd yalnız ve tek olan ALLAH'a mahsustur. Tevhid ehline selam olsun.

Servet nedir?

Hükümdarın yasamda en çok güvendiği, tek akil hocası bir bilge kişiymiş. Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar söyle bir soru sormuş:

'Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. İnsanlar, ister hükümdar kadar güçlü, ister savaşçılar kadar onurlu olsun ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler.Simdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, 'Benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?'

Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerine bakarak su sözleri söylemiş:
'Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?"

Hükümdar;
'Verirdim tabii.'

Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?

Hükümdar biraz düşünür ve ardından :
'Ölmemek için evet' der.

Bunun üzerine bilge kişi gülerek su sözleri söylemiş:
'Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca. Çünkü haşmetlim, sizin servetiniz yalnızca; iki bardak sudur.'

Türkler bunu hep yapıyor.

Ortadoğu'da yanan ateşi söndürmek için en fazla çaba harcayan ülkelerin başında gelen Türkiye, savaştan kaçanların da ilk sığındıkları liman olarak tüm dünyanın takdirini topluyor. Tarih boyunca, zulme uğrayanların sığınacakları ilk kapı olarak gördükleri Türkler, bugüne kadar yüzbinlerce mazluma kucak açtı. Din, dil ve ırk ayrımı yapmadan, gördükleri zulümden kaçan binlerce kişiyi bağrına basarak insana verilen değeri en iyi şekilde sergileyen Türkler, örnek tutum ve tavrıyla tarihteki en büyük insanlık derslerini veren millet oldu.

TARİHTEN ÖRNEKLER
İspanya'da zulme uğrayan Müslüman ve Yahudiler, Osmanlı Devleti'ne gönderdikleri bir elçi ile içler acısı durumlarını anlatır ve yardım isterler. Osmanlı Devleti, 1505 yılında İspanyol sahillerini vurmak için Kemal Reis kumandasında bir filo gönderir, zulme uğrayan bir kısım Müslüman ve Yahudi Türkiye'ye getirilerek ve katliamdan kurtarılır. İspanya'daki insanlık dramı ve yapılan zulümler iyice artınca Kaptan-ı Derya ve Cezayir Beylerbeyi Kılıç Ali Paşa'ya gönderilen bir fermanla İspanya'da zulme uğrayanlara yardım edilmesi emredilir. Birçok Müslüman ve Yahudi'nin, İspanya'dan önce Afrika sahillerine aktarıldığı daha sonra bunlardan bir bölümünün Adana, Tarsus gibi sancaklara yerleştirildiği tarihi kaynaklarda yer alıyor. Zulümden kaçarak sığınan bu insanlar, durumlarını toparlayıp verimli hale gelene kadar 5 yıl vergiden muaf tutulurlar. Tarihçi Bernard Lewis, bir eserinde, Avrupa'da baskı görüp kovulan Yahudilere Osmanlı'nın kucak açtığına dikkati çekiyor. Lewis, Osmanlı'nın, kovulan ve baskı gören Yahudileri her zaman kabul ettiğini, hatta baskılardan kurtulmaları için Osmanlı topraklarına çağrıldıklarını ifade ediyor.

SIĞINANLARI GERİ VERMEDİ
Avrupa'da katı yönetimlere karşı koyma ve hürriyet cereyanı sırasında ayaklanan beş bin Macar ve Polonyalı da zulümden kaçarak 1849'da Türklere sığındı. Osmanlı Devleti'nin savaşı göze alarak sığınan bu mültecileri vermemesi, bir insanlık destanı olarak tarihe geçti. Tarihi kaynaklara göre, 18. Asırda Macar lider Lajos Kossuth, uğradıkları zulümden kurtulmak için dönemin Padişahı Sultan Abdulmecid'e bir mektup yazarak kendisi ve arkadaşlarına kucak açılabilme imkanının olup olmadığını sorar. Sultan Abdulmecid'in, mültecilerin kendi misafirleri olduğunu belirterek saçlarının bir teline zarar gelmesini tebaasından 50 bin kişinin kurban edilmesine yeğleyeceğine dair garanti vermesi sonrası, 5 bin Macar ve Polonyalı mülteci Türk topraklarına iltica eder. Macar ve Lehlerin Osmanlı Devleti'ne iltica etmesinden sonra Rusya ve Avusturya devletleri, baskı yaparak mültecilerin kendilerine verilmesi hususunda ısrar ederler ve hatta Ruslar, mültecilerinin verilmemesi halinde savaş açacakları tehdidinde bulunurlar. Rusya ve Avusturya'nın isteklerinde direnmeleri üzerine genç Padişah Sultan Abdülmecid'in, büyük bir insanlık dersi vererek ''tahtımı veririm, başımı veririm, fakat devletime sığınanları asla geri vermem'' şeklindeki sözleri tarihe kaydedilir. Osmanlı'ya sığınan Polonyalılar, İstanbul, Halep, Vidin ve Silistre'ye yerleştirilirken, Kossuth liderliğindeki Macarlar ise Kütahya'da misafir edilmiştir.

''TÜRKLER TEHDİTLERE BOYUN EĞMEDİLER''
Osmanlı'ya sığınan Macar lider Kossuth ve arkadaşları, 21 ay sonra Kütahya'dan ayrılarak Londra'ya giderler. Londra'da büyük bir coşkuyla karşılanan Kossuth'un burada yaptığı konuşmada, kendilerine sığınma hakkı veren Türklere minnettarlığını şu sözlerle ifade eder: ''Bugünkü hayatıma ve hürriyetime sahipliğim, Avusturya ve Rusya'nın tehditlerine ve baskılarına rağmen beni ve arkadaşlarımı muhafaza eden Türkler sayesindedir. O Türkler ki, yüksek hislerle ve insan haklarına saygılı oluşlarıyla tüm tehditlere boyun eğmediler. Türk milleti bu yönüyle üstün bir güce sahiptir. Türklerin bugün ve istikbalde mevcut olması, Avrupa'nın ve insanlık aleminin yararınadır. Ben Türklerden gördüğüm lütuf ve saygının hatıralarıyla yaşıyorum.''

RUSLARA AÇILAN KUCAK...
1917 Bolşevik Devrimi sonrası ülkelerini terk eden Beyaz Ruslar, ilk durak olarak Türkiye'yi seçer. Rusya'dan kaçanları da engin hoşgörü ve misafirperverlikle kabul eden Türkler, kaçarken yanlarına hiçbir şey almayan Beyaz Ruslara yardım amacıyla Hilal-i Ahmer Cemiyeti tarafından onbinlerce göçmen için 1921 yılının ocak ayında ''halk çorbası'' kampanyası başlatır. Ayrıca, düzenlenen battaniye kampanyasıyla 1921 kışında binlerce Beyaz Rus'a yün battaniye sağlanır, sağlık sorunlarının çözümü için çeşitli fonlar oluşturulur. Sayıları 150 ila 200 bin arasında olan Beyaz Rusların Türkiye'yi seçmelerinde en büyük neden ise engin hoşgörü ve misafirperverliktir. Yazar Jak Delon, kaleme aldığı ''Beyoğlu'nda Beyaz Ruslar'' adlı eserinde Türkiye'ye kaçan Beyaz Rusların hayatını anlatırken, o dönemleri yaşayanların anılarına da yer veriyor. Eserde bir Beyaz Rus, Türkiye'yi seçme nedenlerini, ''Rusya'dan kaçarken hep şunları düşündük: İspanyol engizisyonundan kaçan Yahudilere kapılarına açan tek ülke olan Türkiye, 1920'lerde bizi de geri çevirmeyecektir'' sözleriyle özetliyor. 1905 yılında Çarlık Rusyası'ndaki meşrutiyet devrimi sırasında, ülkelerinden kaçmak zorunda kalan 30 bine yakın Rus'un da Türkiye'ye sığınarak hayatlarını kurtarabildikleri tarihi kaynaklarda yer alıyor.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SONRASI
İkinci Dünya Savaşı sırasında zulme uğrayan binlerce insan yine Türkiye'ye sığınır. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden 10 bini aşkın insanın, öldürülme ve eziyet görme korkusuyla kendilerini güvencede hissedebilecekleri tek ülke olan Türkiye'ye geldikleri biliniyor. Hitler döneminde siyasi ve ırkçı nedenlerle işlerinden olan, sanatlarını icra edemez hale gelen ve onun da ötesinde hayatları tehlikeye giren binlerce Yahudi kökenli ya da sosyal demokrat düşünceye sahip Alman, 1933'ten itibaren gidecek ülke ararken, aralarında bilim adamı, mimar, mühendis, sanatçıların da bulunduğu bir bölümü Türkiye'ye sığınır. Alman mültecilerden çoğu, genç Türkiye Cumhuriyeti'nde özellikle üniversiteler de önemli görevler alırlar. Hitler rejiminden kaçarak Türkiye'ye sığınan yaklaşık bin Alman mültecinin üçte ikisi, 2. Dünya Savaşı'nın bitiminden hemen sonra Amerika ve İngiltere'ye yerleşir, bir bölümü Almanya'ya geri dönerken 28 Alman da Türkiye'yi vatan olarak seçer. 1979 yılında İran'daki İslam devrimi sonrası rejim muhaliflerinin ilk sığındıkları ülke de Türkiye oldu. Sovyetler Birliği'nin 1979'da Afganistan'ı işgali sonrası sonrası ülkeden kaçan milyonlarca Afganlıdan yaklaşık 4 bin kişi Türkiye'ye göç etti. Birinci Körfez Savaşı sırasında da Saddam'ın korkusuyla Türkiye'ye kaçan binlerce Peşmerge, kurulan mülteci kamplarında en iyi şekilde misafir edildi. Bulgaristan'da Jivkov rejiminin baskı politikası nedeniyle 300 binin üzerinde Türk yine anavatana sığınmak zorunda kaldı. Türkiye, Sırp zulmünden kaçan Kosovalılara da kucak açtı.

İstanbul yeditepe

Tarihte İstanbul'un, surları içinde kalan bölümünün, yedi tepe üzerinde kurulduğu söylenir.

Bu tepelerin yerleri:
1- Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet Camiinin bulunduğu tepe.
2- Çemberlitaş ve Nuriosmaniye Camiinin bulunduğu tepe.
3- Beyazıt Camii, Üniversite ve Süleymaniye'nin bulunduğu tepe.
4- Fatih Camiinin bulunduğu tepe.
5- Yavuz Selim Camiinin bulunduğu tepe.
6- Edirnekapı semtinde, Mihrimah Sultan Camiinin bulunduğu tepe.
7- Kocamustafapaşa semtinin bulunduğu tepe.

Bunlardan başka, İstanbul'da surların dışında kalan ünlü tepeler şunlardır:
Beykoz'da Yuşa Tepesi, Rumelihisarı'ndaki Şehitlik Tepesi, Sarıyer'de Maden Tepesi, Paşabahçe'de Karlıtepe, Beyoğlu'nda Tepebaşı ve Fetihtepe; Şişli'de Hürriyet Tepesi, Gayrettepe, Esentepe, Kuştepe, Köğıthane'de Nurtepe, Şirintepe Seyrantepe, Gültepe, Çeliktepe; Kadıköy'de Fikirtepe, Göztepe; Usküdar'da lcadiye Tepesi, Sultantepe, Nakkaştepe, Büyük Çamlıca ve Küçük Çamlıca tepeleri

Yazar;
Ömer Faruk Altuntaş