29.01.2008

İngilizlerin ülkemiz üzerine oynamayı amaçladıkları hain oyunu



Olay güncelliğini yitirmiş olabilir, fakat bazılarımızın gözünden kaçmış olabileceği düşüncesiyle yayınlamakta fayda var.

Güya Trabzonspor belgeseli yapmak için bir grup Trabzonspor taraftarıyla görüşen ve El Cezire televizyonu adına çalıştıklarını söyleyen iki ingiliz gazetecinin maskesini genç taraftarlar düşürdü.

İngiliz gazeteciler, Trabzonsporlu taraftarlardan, Ogün Samast gibi beyaz bereyle maçlara gitmelerini ve silahla atış talimi yapmalarını istedi.

İşte olayı bizzat yaşayan ve bu kirli oyunu açığa çıkaran taraftar grubunun liderinin açıklamaları...

27.01.2008

Karlara Yazılmış Gerçek Bir Destan

120 Yakında Sinemalarda

Van.. 1915 Ocak.. Kış...
1’nci Dünya Harbi’nin ilk ayları...
Eli tüfek tutan herkes Ruslarla ölüm – kalım harbindeyken sınır birliklerinde cephane tükenir...

Vanlı çocuklar gönüllü olurlar; Yaşları 12 – 17 arasında değişen 120 isimsiz kahraman çocuk... Cephaneyi sırtlanırlar, karlı dağlarda günlerce gecelerce yürürler...

İşte, isimleri unutulmuş olsa da bu büyük yolculuğu gerçek bir kahramanlığa dönüştüren gençlerimizin şanlı öyküsü bugünlerde beyaz perdeye aktarılıyor. Hazırlıkları 3 yıldır sürmekte olan “120”, özellikle günümüz gençleri için “uzun bir memleket türküsü” hedefiyle tasarlandı; 1914 yılı dekorları ve kostümleri yeniden üretildi.

Gösterim Tarihi : 15 Şubat 2008
Yönetmen : Özhan Eren , Murat Saraçoğlu
Senaryo : Özhan Eren
Müzik : Özhan Eren
Yapım : 2007, Türkiye

Fragman 1


Fragman 2

26.01.2008

Dünya Türkleri nasıl biliyor?

İşte Türkler, Türkler Hakkında Tarihi İtiraflar, Dünya, Türkleri Nasıl Biliyor?

Comenius (Çek Bilgini), Kayzerling, Molkte, Lord Byron, Semame İbn-i Eşreş, Gelland (Fransız Bilgini), Albert Einstein, Andreas Phitiades, Albert Sorel, Baron Büsbek, Charles Mcfarlene, Donaldson, Gianni de Michelis, Hamilton, Hammer, Sir Julien Corbet, Mulman, Monradgea D’ohsson, Pierre Loti, Napoleon Bonaparte - Fransız İmparatoru, Tasso - İtalyan Şair, William Martin, Lamartine-Fransız Yazar, şair ve Devlet adamı, İsveç Kralı, M. Montecuccoli (Avusturyalı Komutan), İbn-i Hassul, Pierre Loti, Çarnayev(Rus Komutan) ve dahası Türkler hakkında ne dediler?


Türklerle dost ol ama düşman olma.
Gianni de Michelis

Türk milleti ikibin yıldır profesyonel askerdir. Bütün Türklerin mesleği askerliktir.
Donaldson

Dünyanın hangi ordusuna sorarsanız sorun, Türk askerinin karşısında düşünmenin hiç de kolay olmadığını veya olamayacağını size söyler.
Donaldson

Dünyada, Türklerden başka hiçbir ordu bu kadar süre ayakta duramaz.
Hamilton

Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur.
Hamilton

Çanakkale’de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim.
Sir Julien Corbet

Türk gibi ölüme gülerek bakan bir eri başka hiçbir ulusta bulamazsınız. Yalnız ona iyi bir komutan gerektir.
Mulman

Türkler kahramadırlar, dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir.
Comenius (Çek Bilgini)

Türkler muhakkak ki Avrupa tarihinin ve yakın Asya tarihinin bildiği en halis efendi millettir.
Kayzerling

Her Türk’ün bakışında silahın ruha verdiği güveni görmek mümkündür. O hayata ve olaylara güvenle bakmayı öğrenmiştir.
Molkte

Kılıcı insafsız bir beceriyle kullanan Türk’ün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.
Lord Byron

Türk korkmaz, korkutur. Bir şey isterse onu yapmadıkça vazgeçmez. Hangi işe el atarsa başarır.
Semame İbn-i Eşreş

Türkçeyi öğrenmek benim için büyük bir mutluluk oldu. Çünkü Türk’ü anlamak için kendisiyle mutlaka tercümansız konuşmalıdır. Tercüman, ışığı örten zevksiz bir perde oluyor.
Gelland (Fransız Bilgini)

Türk askeri cesurdur. Anavatanını sever ve onun için gerekirse çekinmeden canını feda eder.
Albert Einstein

Artık Türklerle savaşmam. Onlar çok cesur ve iyi insanlar.
Andreas Phitiades

Dünyada iki bilinmeyen vardır. Biri kutuplar, diğeri Türkler.
Albert Sorel

Türk toplumunda kişisel nitelik ve değer dışında hiçbir şeye önem verilmez.
Baron Büsbek

On ulusun, on yiğit adamının gücü tek bir kimsede toplansa yine bir Türk’e bedel olmaz. Türklerin en çok konuştuğu şey savaştır, zaferdir. Eğlenceleri ise attır, silahtır. Türklerin doğrulukları ve namuslulukları ne kadar övülse yeridir.
Charles Mcfarlene

Türkler devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf ustadır. Ülkeleri değil kıtaları altüst etmişler ve korkunç saldırışlar arasında sarsılması hiç de kolay olmayan egemenliklerini yaratmışlardır. Tarih Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler vardır ki uygarlık için birer süs olmaktadır.
Hammer

Toplumsal düzenin Türkler arasında kurmuş olduğu ilişkilerin hepsinde temiz yüreklilik ve iyi niyet hakimdir. Vatandaşların birbirlerine karşı borçlu oldukları işlemleri yapma ve yerine getirmeleri için başka ülkelerde olduğu gibi senetleşmeye yani yazılı belgeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların övülmeye değer hallerinden biri de verdikleri söze genellikle sadık kalmaları ve karşılarındakini aldatmaktan, güveni suistimal etmekten çekinmeleridir.
Monradgea D’ohsson

Kendi ulusuna karşı bu kadar dürüst ve cömert olan müslüman Türkler hangi mezhebe bağlı olursa olsun aynı dürüstlüğü yabancılara karşı da yapar ve yerine getirirler. Bu noktada müslümanla müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler.
Monradgea D’ohsson

Türk’ü anlamamak için tarihe göz yummak gerekir. Haksız saldırılar ve adi iftiralar önünde Türk’ün vakur kalışı, kuşku yok ki körlerin gerçeği, eşyayı anlamadıklarını düşündüklerinden ve körlere acıdıklarındandır. Bu soylu davranış o adi iftiralara ne açık bir cevap oluyor.
Pierre Loti

İnsanlari yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler”
Napoleon Bonaparte - Fransız İmparatoru

“Türklerden bahsediyorum… Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk; dost yanında ve silahsız düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli yıldırma, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize çevirmek tabiatı da inciten bir gaflet olur.”
Tasso - İtalyan Şair

“Bütün milletler arasında en namuslu ve dostluk kurmada tereddüt edilmeyecek olan yalnızca Türklerdir. Henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gidecek olursanız; gerçek misafirperverliğin ne demek olduğunu orada görüp öğrenirsiniz.”
William Martin

“Irk ve millet olarak Türkler, bence geniş imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asili ve başta gelenedir. Dini, sosyal ve örfi faziletleri,tarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık kaynağıdır.”
Lamartine-Fransız Yazar, şair ve Devlet adamı.

“Poltava’da esir oluyordum. Bu benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi; önümde su, ardımda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş… Su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş beni eritmek istiyordu; yine kurtuldum. Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar bana yaptılar, esir ettiler. Yalnız ayağımda zincir yok, zindanda da değilim; istediğimi yapıyorum. Fakat bu defa da şefkatin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar alicenap, bu kadar asil, bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı.”
Demirbaş Şarl -İsveç Kralı (Ruslardan kaçıp Osmanlıya sığınmıştır)

“Türkler ölmeyi biliyorlar, hem de iyi biliyorlar. Ben de ölmeyi bilen bir milletin yenilmeyeceğini bilecek kadar tecrübeliyim. Burada hiç yoktan ordular kurmak ve bu orduları ölüme sürüklemek mümkün. Bu imkanlardan bol bol faydalanıyorum. Fakat, meydana getirdiğim orduları sendeleten bir engel var: Türklerin yaşayan hatıraları!
Üç-dört yüzyıl önce her kudreti ve her milleti yenen Türkler, şimdi de silinmez hatıralarıyla her teşebbüsü sendeletiyorlar. Hemen her yürekte bu korkuyu seziyorum. Demek ki yalnız Türkleri değil, onların tarihini de yenmek lazım. Bu durumda ben, Türklerin düzinelerle milleti idare etmelerindeki sırrı da anlıyorum. Onlar milletleri bir kere yeniyor fakat kazandıkları zaferleri ruhlara ve nesillere nakşedebiliyorlar.”
M. Montecuccoli (Avusturyalı Komutan)

“Seceat ve cesaret bakımından Türklerden üstün; büyük hedeflere ulaşmak bakımından da onlardan dirayetli hiç bir kavim yoktur. Cenab-ı Hak onları aslan sıfatında yaratmıştır.”
İbn-i Hassul

Türk, asillerin asilidir. yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir.
Pierre Loti

Türklerin yalnız sonsuz bir cesareti değil, iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekası vardır. İşte Türk, bu zekasıyla zafer kazanır, uygarlıklar yaratır ve insanlık dünyasında en şerefli hizmeti başarır. Zaten Avrupa’nın yarısını yüzyıllarca boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olamazdı.
Çarnayev(Rus Komutan)

Silahlı milletin en canlı örneği Türklerdir. Bu diyar köylüsünün orak, katibinin kalem ve hatta kadınlarının etek tutuşunda silaha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. Türk ata biner gibi oturur, keşfe yollanan asker gibi uyanık yürür.
Moltke

Türkler bir ırk ve bir millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır.
La Martine

Savaşın zevkini almak isteyen herkes Türklerle savaşmalıdır.
Towsend (İngiliz Komutan)

Doğulu önderler, milletlerinin başından ayrılmayarak her hükümetin temeli olan şu iki kanunu hakkıyla yapıyorlar: iyi yola götürmek ve kötülüklerden korumak. Bu asil hareket Ruslardan fazla özellikle Türklerde göze çarpıyor.
Auguste Comte

Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar, belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk
kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır.
Lady Mary Wortley Montagu

Türk’ün güzel yüzünü, kuvvetli endamını, pırıltılı kostümünü, zarif tavırlarını, kibar gülüşünü, aslanca kükreyişini fırçayla göstermek mümkündür. Fakat pek güç olan, Türk’ün özünü göstermektir. Bu öz, ayışığı gibi görülür fakat gösterilemez.
Decamps (fransız ressam)

Türkler yaman binicidirler. Türkler hücumunda düşmanı bir yaprak gibi çevirip bozarlar.
Câhiz (Arap Bilgini)

Türklerin yürekleri temizdir. Onlarda batıl fikirler, basit düşünceler yoktur.
Semame İbn-i Eşreş (Arap Bilgini)

Türkler kahramandırlar. Dostlarına zarar vermezler. Fakat kazanç getirirler.
Comenius (Çek Bilgini)

Türklerin biricik sevdikleri şey hak ve hakikattir. Ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır.
William Pitt (İngiliz Devlet Adamı)

Türk, Heredot’tan, Tevrat’tan çok eski yüzyılların tanıdığı bir ulustur. Sadelik içinde görkemi, sükunet içinde ihtişamı, tahakküm kabul etmeyen bir yüreklilik, alabildiğine geniş bir fetih aşkı, sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti, bölgelere uymaktan çok bölgeleri kendine uydurma zevki ve alışkanlığı Türk milletinin asırlar dolduran tarihinde açıkça görülür.
(Ünlü Tarihçi) Hammer

25.01.2008

Anadolu 15 bin Yıllık Türk Yurdu...


Tarcan, Türklerin Anadolu’ya bin değil 15 bin yıl önce geldiğini belgeleriyle ortaya koydu.

Türkler 15 bin yıldır Anadolu’da
Anadolu’dan ve Anayasa’dan silinmeye çalışılan Türk kimliği ve Türk kavramının tartışıldığı Ceviz Kabuğu’nda Haluk Tarcan ve İzmir Barosu Başkanı Nevzat Erdemir önemli açıklamalar yaptılar

Usta gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun Kanaltürk’te canlı olarak yayınlanan Ceviz Kabuğu programında tarihe ışık tutan bilgiler açıklandı.
Araştırmacı-yazar Halk Bilimci Haluk Tarcan’ın Kazım Mirşan’ın belgelerine dayanarak yaptığı açıklamaya göre;

* Türkler 15 bin yıldır Anadolu’da
* Pontus’lulardan bin 300 yıl önce Karadeniz’de Türkler vardı
* 1071 tarihi, Türklerin Anadolu’ya ilk değil, son geliş tarihidir
* İlk tarihçi Heredot değil, Türk komutandır
* Yazıyı Türkler buldu, ilk alfabe Latin alfabesi değil
* İstanbul Bizans’la başlamadı, binlerce yıl önce Türkler kurdu
* Roma ve Pekin’i biz kurduk
* Okulu ve üniversiteyi ilk Türkler kurdu.
* Türkler, Batıya demokrasiyi, seçimi götürdüler.

Araştırmacı yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’daki varlığının aslında 15 bin yıla dayandığını ve Türklerin Anadolu’ya giriş tarihi olarak bilinen “1071” yılının Avrupalıların dayatması olduğunu söyledi. Programda İzmir Barosu Başkanı Avukat Nevzat Erdemir de önemli açıklamalar yaptı. Haluk Tarcan’ın yaptığı açıklamalar ve gösterdiği belgelere göre Dünya tarihi Türklerle başlıyor ve Türk kültürü tüm dünya kültürlerinin temelini oluşturuyor. Buna göre; yazıyı Sümerlerden, hukuku Romalılardan binlerce yıl önce kullanıyorduk.

‘Kürt’ Öztürkçedir
Haluk Tarcan Amerikalıların Van’ın Muratlı Kasabası’nda yaptıkları gen araştırmasını gündeme getirdi. “Amerikalılar Van’da insanlardan DNA örneği alıp bir araştırma yaptı. Amaçları Etrüsklerin Türk olmadığını dolayısıyla da Kürtlerin de Türk olmadığını ispatlamaktı. Sonuçta yüzde 97 uyum bulundu ve bu şekilde Kürtlerin de Türk kökeninden geldiği ortaya çıktı. Ayrıca, Kürt ’yönetim müsaadesi’ anlamına gelen Öztürkçe bir sözcüktür” dedi. “Batı bile Türklerin büyük bir tarihi geçmişe sahip olduğunu biliyor” diye konuşan Tarcan, Orta Asya insanı M.Ö. 80 binlerde insanüstü bir varlığın olduğunu kabul etmiştir. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Varlık yokluk meseleleri üzerine düşünmeye başlamışlar. Bu şekilde felsefenin temellerini atmışlardır. Bizim süper entelektüellerimiz buna nasıl karşı çıkacak? diye sordu.

İlk tarihçi Bilge Atung
Tarcan’ın açıklamalarına göre, dünyanın ilk tarihçisi Bilge Atung Ukuk adlı bir Öntürk kumandanıdır. Tarcan, “Heredot’tan 87 yıl önceki M.Ö. 572-535 yılları arasında yaşamış olan ordu kumandanı ilk tarihçidir. Bizim ön atamızdır” dedi. Programda Alevilerin Öntürk kültürünü günümüze taşıyıp taşımadığı sorusu da soruldu. Tarcan, Alevi mezarlarında bulunan Öntürkçe damgaların bu tezi güçlendirdiğini ifade etti. Mısır hiyerogliflerinin doğru okunduğunu düşünmüyorum diyen Tarcan hiyerogliflerin okunan kısmında Öntürklerin varlığının görüldüğünü belirtti. Tarcan, arkeolojik eserlerin değerlendirilmesinde gördüğü yanlış uygulamayı da örnekleriyle anlattı.

1071 tarihi Batı’nın icadı
Haluk Tarcan, Anadolu’ya M.Ö. 13 bin yılında geldiğimizin bölgede bulunan mağara yazılarıyla ortaya çıktığını söyledi. Tarcan “atalarımız 13 bin yılında geldiğine göre demek ki buzullar nedeniyle göç ettiler. 1071 tarihi Batı tarafından Anadolu’daki Türk varlığını yok etmek için icat edilmiştir. En son geliş tarihimizi ilk geliş gibi göstermişlerdir” dedi. “Anadolu’ya göçebe değil göçmen olarak geldik. Geldiğimizde yazıya ve bir kültüre zaten sahiptik” diyen Araştırmacı-Yazar Tarcan, Türklerin Anadolu’ya ve oradan da Avrupa’ya yaydığı kültürünü şu şekilde anlattı: “Sümerler yazıyı 5 bin yılında buldu biz 12 binlerde yazı elemanı içeren figürlere sahiptik. İlk okul ve üniversite bu nedenle Öntürklerde görüldü. Anadolu’ya ışık getirdik. Türkler, Batıya demokrasiyi, seçimi götürdüler.

Pontus çarpıtması
Tarcan, Pontus Rumlarının Trabzon’a M.Ö 700-800 yıllarında yerleştiğini ancak Türklerin M.Ö. 2000 de orada olduğunu söyledi. Araştırmacı Tarcan, bu bölgede yapılan araştırmalarda bu gerçek bilinmeden değerlendirme yapıldığı için bulunan eserlerin Türk kültürüne göre değil Hıristiyan kültürüne göre yorumlandığını ifade etti. Haluk Tarcan, “İstanbul, Konstantin’in değil Türklerin şehridir; Pekin ve Moskova’yı da Türkler kurdu” dedi.

Yeni silah uyum yasası
Avukat Nevzat Erdemir de, Anadolu’dan ve Anasaya’dan silinmeye çalışılan Türk adı ve değerleri ile ilgili olarak şunları söyledi: “Türkiye bir rejim değişikliğine doğru gidiyor. Batı Türklere karşı önyargılı. Atatürk, ’tarihi yazmak yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmalıdır’der. Topla tüfekle Türkleri geçemeyen Avrupa, silah değiştirdi. Şimdi silah AB uyum yasaları. Bu süreci 3. tanzminat olarak değerlendirebiliriz. Egemenlik dış güce devredildi”.

KAYNAK; www.cevizkabugu.com.tr

Anadolu’dan ve Anayasa’dan Silinen Türk ve Atatürk



Ceviz Kabuğu - 18 Ocak / Halûk Tarcan - Kesit

EN BÜYÜK KOMUTAN KİM?

Tarih boyunca hep tartışılmıştır, en büyük komutan kimdir, diye.
Her ulus kendi komutanını birinci görmek ister. Bu doğaldır. Ancak, bilimsel bir değerlendirme yapılırsa, acaba tarih boyunca en önemli komutan gerçekten kimdir?..
Bu soru, 11 Ocak 2008 tarihli Sabah Gazetesi’nde Emre Aköz’ün de yazısının başlığı idi.. O yazıdan çok önce, 1919’un Şifresi kitabımı yazarken elime geçen bir kaynakta bunun yanıtını görmüştüm. O günden bu yana yazmayı düşündüğüm konuyu şimdi yazma fırsatım oldu.

“BAŞBUĞ” ATATÜRK!..

Adı geçen kitabımı yazım aşamasında, kaynak araştırması yaparken, sahafları da taramış, önemli belgelere ulaşmıştım. Bunlardan biri, 1937 yılında, Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanmış, 13 sayfalık bir kitapçık idi. Adı: “Türk İstiklâl Harbi Hulâsası. 1919-1922.”
İstanbul’da “Askerî Matbaa” tarafından basılmış esere dokununca, bir araştırmacı olarak çok heyecanlandım. Çünkü, eser Atatürk’ün ölümünden bir yıl önce, o hayattayken yayınlanmıştı. Ben, 71 yıl sonra bu eserin aslına dokunuyordum!.. Bu, bana sanki o günlere gitmiş, o dönemin kahramanlarına dokunuyormuş duygusu veriyordu.
Genelkurmay Harp Tarih Encümeni tarafından kaleme alınmış eserde, Mustafa Kemal’den “Başbuğ” olarak söz ediliyor ve savaş yorumlandıktan sonra, Atatürk’ün diğer büyük komutanlar ile bir karşılaştırması yapılıyordu.

“TARİHİN EN BÜYÜK BAŞARISI!..”

İşte, yıllardır tartışılan ve bugün de merak edilen “En büyük komutan kim?” sorusuna, Atatürk hayattayken Türk Ordusu’nun verdiği yanıt!..
“Tarih her ulusa mensup komutanların yaptıkları imha muharebelerine birçok yapraklarını tahsis etmiştir. Bunların içinde Attilâ, Cengiz, Timur, Yıldırım, Fatih, Yavuz, Süleyman gibi büyük zaferler yaratan, tarihi kendine rametmiş Türk büyük komutanları da vardır.
... Timur çok üstün ordusu ile kazandığı zaferde, ordunun komutanını esir etmiş fakat büyük kısım kurtulmuştur. Atatürk hiçbir üstünlüğü olmayan ordusu ile hem düşman komutanını esir etmiş, hem de düşman ordusunun büyük kısmını yok etmiştir.
Kemal Atatürk’ün beyninden doğan ve çelikten iradesi ile tatbik edilen 30 Ağustos 1922 imhası yüksek sevk ve idare ve bilhassa neticesi bakımından tarihin en büyük başarısıdır.”

NAPOLYON’DAN DA BÜYÜK!..

Peki Atatürk’ün komutanlığını yabancı komutanlarla karşılaştırdığında Türk Ordusu nasıl bir değerlendirme yapıyor? Onu da şu satırlarda görüyoruz:
“Napolyon’a takaddüm eden Fredrik, Napolyan’a örnek olmuş sayılabilir. Büyük Fredrik, zaferlerini kendi dehası kadar, düşmanlarının belâhatine de (aptallığına-HC) borçludur. Küçük ordusu ile düşmanı ters cephe muharebelerine mecbur etmek, arazi engellerine sıkıştırmak ve yanlarını çevirmek sureti ile temin ettiği zaferler olduğu gibi, kaçırdığı fırsatları vardır.
Büyük bir sevk ve idare adamı olan Napolyon, hemen bütün başarılarında düşmanlarına sayıca ve değerce üstün bir ordu kullanmıştır. Birçok zaferinde düşmanlarını tamamen imha edemediğinden bir meydan muharebesinden diğerine koşmuş ve nihayet yenile yenile kendi sevk ve idare esaslarını öğrenen düşmanlarının taarruzları karşısında mağlûp olmuştur.
Fransa Büyük İnkılâbının hürriyet prensiplerini, Avrupa’da kurmak istediği hegemonya için bir silâh gibi kullanan Napolyon, zaferlerini iyi siyasal neticelere bağlıyamamış ve hattâ bir kısmı macera harbi halini almıştır.”
Atatürk’ün komutan olarak yetenekleri, Türk Ordusu’nun gözüyle şöyleydi:
“Ne Napolyon, ne Fredrik zaferleriyle mukayese edilemez bir vak’a, Atatürk’ün ordusunda düşmana nazaran hiçbir üstünlük yoktu.
... İmha muharebesinden sonra hiçbir yorgunluk ve yoksulluğa bakılmayan tarihin en sıkı takibi yapılmıştır.
Askerî sahada kazanılan zaferin siyasal alandaki kazancı da kendi değeriyle mütenasip olmuştur.
Bu zafer, yalnız ordusunu yok ettiği devleti değil, bütün galipler dünyasını, mukaddes olan Misakı Millî esaslarına boyun eğdirdi.”
Bu bilgilerin araştırmacılar kadar, Atatürkçü gençlere de örnek olacağını düşünüyorum.

Hulki Cevizoğlu
21 Ocak 2008 Pazartesi
Yeniçağ Gazetesi

KAYNAK; www.cevizkabugu.com.tr

18.01.2008

İstanbul’un Fethi Ve Ayasofya’nın Camiye Çevrilişi

Müslümanların İstanbul’u fetih arzuları çok erken tarihlerde başlamış idi. Hicri 52, miladi 672 yılında Hz. Muhammed’in mihmandarı olan Ebu Eyyub el- Ensari ile ile başlayan fetih hareketi, ancak onuncusunda yani Fatih Sultan Mehmed’in Bizans’a giriştiği son hamle ile neticelenecek, İstanbul Müslüman ordularına, Osmanlı askerine kapılarını açacaktır[1]. Bir kısım kaynaklar Emevilerle Abbasiler’in H.34/655-H.169/785 tarihleri arasında İstanbul’a beş sefer düzenledikleri, Osmanlıların ise, İstanbul’u yedi kere muhasara ettikleri ve yedincisinde fethettikleri kayıtlıdır[2]. Fatih’in Ayasofya ile ilgili en eski vakfiyelerinden birinde “nice melikler bu işe el uzattılar. Her birinin zafere ulaşamadan geri döndükleri rivayet olunmaktadır. Kuvvet ve azamet sahibi eski sultanlar ve meliklerden 63 kişi bu beldeyi feth için çok miktarda asker topladılar. Muhkem ve büyük kuvvetlerle geldiler. Kuşatıp zorla ele geçirmek ve halkını esir etmek isteğiyle harb ettiler ise de ..verdikleri zayiatla birlikte geri çekildiler”. Kaydı ile vu konuya işaret edilir [3].

Son Bizans imparatorunun (XI. Konstantinos) ne cesareti, ne de enerjisi devleti yıkılmaktan kurtaramayacaktı. Fatih Sultan Mehmet, babası II. Murad’ın vefatından sonra (Şubat 1451) Bizans’ın son saatleri de yaklaşmış idi. Zira Bizans’a ait olan İstanbul, Osmanlı arazisinin tam kalbinde yer alıyor, Osmanlıların Anadolu ve Avrupa’daki topraklarını birbirinden ayırıyordu. Bu yabancı unsuru ortadan kaldırmak ve teşekkül etmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’na İstanbul ile sağlam bir devlet merkezi hediye etmek genç sultanın ilk hedefi idi. Tükenmez bir enerji ve büyük bir ihtiyat ve itina ile Bizans İmparatorluğu’nun başşehrinin fethi için hazırlandı. Boğaziçi’nde, şehrin hemen dibinde Rumeli Hisarı’nı inşa etti[4].

O devirde Bizans mezhep kavgaları ile meşgul idi. İstanbul’un sukut edeceği bilindiği halde, mezhep ihtilafı sönmemişti. Bizans Tarihi yazarı Dukas, söz konusu mücadele hakkında şu çarpıcı beyanlarda bulunuyor;

“Mezhep kavgaları da nihayet bulmadı. Salâhiyetli ruhanilerin bu hususta takındıkları tavır zikre değer. Mesela günahlarını itiraf için bunlara müracaat eden hristiyanları, daha evvel katolik papazlarından Hz. İsa’nın kanını ve cesedini temsil eden ekmek ve şarabı alıp almadıklarını, birleşme taraftarı bir papazın icra eylediği ruhani ayinde bulunup bulunmadıklarını soruyorlardı. Şayet böyle bir hal vaki olmuş ise, bu husustaki kilise kanunları şiddetli ve manevi cezası ağır idi. Adet olduğu üzere kilise kanunlarına uyarak mukaddes ekmek ve şarabı almağa hak kazanan kimse, birleşme taraftarı papazlara müracaat etmezse, onlar tarafından ağır manevi cezaya müstahak olurdu. Birleşme taraftarı papazlar Ortodoksluk taraftarı olan papazlar hakkında bunların papaz olmadıklarını, takdim ettikleri şeylerin sahih ve hakiki olmadıklarını söylüyorlardı. Ortodoks papazlar, bir cenazeye veya bir ölünün ruhunun istirahatı için yapılan ayine davet olunduğu zaman, bu merasimlerde birleşme taraftarı bir papaz görününce, Ortodoks papaz hemen ruhani elbisesini çıkarır ve yangından kaçar gibi oradan uzaklaşırdı. Büyük kilise (Ayasofya) şeytanların ilticagahı ve putperestlerin mabedi telakki ediliyordu. Nerede o mumlar, nerede o kandillerdeki yağlar ? Her şey zulmet içinde, hiç müteessir olmuyordu, mukaddes mâbed viran bir hal almıştı. Bu hal, şehir halkının dini hükümlere muhalefet ve tecavüzleri dolayısıyla, bir müddet sonra mâbedin düşeceği harap vaziyeti daha evvelden gösteriyordu. Genadios ise, hücresinde va’z ediyor ve birleşmeğe taraftar olanları tel’in ediyordu”[5].

Dukas devamla diyor ki; Genadios her gün birleşme taraftarları aleyhine vaz etmekten ve yazılar yazmaktan geri kalmıyordu….Senatodan baş amiral büyük duka, Genadios ile hem fikirdi ve işbirliği yapıyorlardı. İstanbul’un aleyhine toplanmış olan sayısız Türk askerlerini gören halka hitaben bu büyük duka Latinler aleyhine şunları söylemeğe cesaret etti; İstanbul’un içinde Türk sarığını görmek, Latin serpuşunu görmekten daha iyidir[6]. Dukas’ın büyük duka dediği şahıs Bizans Devleti’nin en saygın kişilerinden Leon Notaras idi[7].

Ayasofya’ya mağara ve rafizilerin mezbahı adı veriliyor, içinde kiliselerin birleşmesi taraftarları olanlar tarafından ruhani ayin icra olunduğundan kirlenmemek için Dukas’a göre hiçbir Bizanslı bu mâbede girmiyordu[8].

Bizans, ahlaki bakımdan da tamamen çökmüştü. Bu durum karşısında İstanbul’un müdafaası doğudaki ticari menfaatlerini kaybetme korkusu içinde bulunan Latinlere bırakılmıştı.

Tahta çıkınca ilk işinin İstanbul’un fethi olacağı şayiası daha şehzadeliği zamanından beri duyulan Fatih tahta çıkınca Bizanslılar derin bir teessüre kapılmışlar, son Bizans imparatoru Konstantinos Dragasis, hristiyanlık namına Papa Beşinci Nicolas (Nikola)’dan imdat dilemiş, hatta asırlardır birbirine düşman olan İstanbul ve Roma kiliselerinin birleştirilmesine bile razı olmuştur. Batılı kaynaklarda göre papa İstanbul’a yardım kuvvetleri yerine iki mezhebi birleştirecek bir kardinalden başka bir şey göndermemiş olmakla tenkit edilir. Aslen Selanikli veyahut Moralı bir Rum olduğu rivayet edilen kardinal İsidore (İzidor) büyük bir gemiye iki yüz İtalyan askeri doldurarak İstanbul’a gelmiş, 30 Zilkade 856 /12 Ocak 1452 (12 Aralık 1452 bk Ostrogorsky, s. 523) günü Ayasofya kilisesinde imparatorla devlet erkanı da hazır bulunduğu halde büyük bir ayin yaparak Rum patriği Grigorios Mammas’la beraber Ortodoks ve Katolik mezheplerinin birleştirildiğini ilan etmiştir. Mezheplerine vatanlarından çok fazla bağlı olan Bizanslılar imparatorun bu faaliyetini küfür saymışlar ve İstanbul sokaklarında Türk sarığı görmeyi kardinal şapkası görmeye tercih ettiklerini konuşmaya başlamışlardır. Bizans imparatoru Avrupa katolikliğine gösterdiği fedakarlığın karşılığını görememiş, hemen hiçbir yardım alamamış, netice itibariyle kendi tebaası arasına bir tefrika sokmuş ya da mevcut olan bir tefrikayı alevlendirmiştir. İmparator bu buhran içinde yapabildiği tek şey surları onarmak, Adaları tahkim etmek ve şehre erzak yığmak olmuştur[9].

Dukas’ın anlattıklarına bakılırsa, İstanbul’un fethinin yaklaştığını ve şehrin düşeceğini anlayan yerli halk, bütün kadın ve erkekler, rahip ve rahibeler Büyük Kilise’ye yani Ayasofya’ya sığınmışlar, iltica etmişlerdi. Bunun sebebi şu idi; Çok seneden beri şehir halkına bazı yalancı falcılar istikbalde şehrin Türklere teslim olunacağını, bu Türklerin askeri kuvvetle şehre gireceklerini, Bizanslıları keseceklerini ve Türklerin bu yürüyüşlerinin büyük Konstantin’in sütununa (Çemberlitaş) kadar varacağını, ondan sonra gökten bir meleğin elinde kılıç olarak ineceğini ve bu melek, sütunun yanında bulunacak olan ismi meçhul sadedil ve fakir bir adama imparatorluğu ve kılıcı vererek ona; Bu kılıcı al ve Allah’ın kavminin intikamını al diyeceğini, o zaman Türklerin geri gideceklerini, Bizanslıların bunları takip ve telef edeceklerini, bunların şehirden, garptan ve şark yerlerinden İran hudutlarında bulunan bir yere kadar kovulacaklarını söylüyorlardı. Bazı kimseler yukarıda bahsedilenlere inanarak bunların vaki olacağı kanaatiyle koşuyorlar ve başkalarını da koşmağa teşvik ediyorlardı. Bunların kanaati böyleydi ve bugün vuku bulmakta olan hadiseler, esasen çok seneden beri kafalarında yer etmişti. Yani Stavros (Çemberlitaş) sütununu geçecek olursak, gelecek felaketi atlatırız diyorlardı. İşte bu sebepten halk Ayasofya’ya sığınıyordu. Bir saat içinde o muazzam mâbed tamamıyla erkek ve kadınlarla dolmuş idi. Mâbedin alt ve üst katları, avluları ve her bir yeri sayısız halk tarafından işgal edilmişti. Mâbed dolduktan sonra, içerdekiler kapıları kapadılar; kurtuluşlarını mâbedin kerametinden bekliyorlardı[10].

İstanbul’un fethinden bir gün önce Ayasofya’da imparatorun, bütün devlet ve saray erkanının göz yaşlarıyla katıldığı büyük bir ayin yapılır. Bu Ayasofya’da yapılan son ayindir. Ayrıca sokaklardan papazların idare ettiği ayin alayları geçirilmiş, bütün halk bu alaylara katılmış, İstanbul’un içi “Kyrie eleison” yani Ya Rabbi bize merhamet et dualarıyla çınlamış, kadın ve çocukların vaveylaları içinde yoluna devam eden alay surlara kadar ilerleyerek Bizans’ın son tahkimatını takdis etmişlerdir. İmparator, Bizanslıları mukavemete teşvik eden son nutkunda Şarki Roma’nın uzun bir inhitat ahlaksızlığından sonra bu akıbete layık olduğunu belirten “eğer bu tavsiyelerime riayet edecek olursanız Allah’ın bize yolladığı haklı cezadan belki kurtuluruz” sözünü ifade etmiştir[11].

Türkler İstanbul’u zaptettikleri zaman (29 mayıs 1453) müdafaasız halk kiliseye sığınmıştı. Halk şu inancı taşıyordu; Türkler Büyük Konstantin sütununun yanına kadar geldiklerinde gökte bir melek zuhur edecek ve bunu gören Türkler bir daha dönmemek üzere Asya’da ki vatanlarına (İran sınırı) çekileceklerdi. Fakat Türkler gelmişler mabedin kapılarını açarak içeri girmişler ve orada korkudan birbiri üstüne yığılmış olan erkek ve kadınları esir etmişlerdir[12]. Burada cebren içeri girmek mecburiyetinde kalan Türk askerleri hiç kimsenin hayatına dokunmamış ve yalnız esir almakla yetinmişlerdir. Türk ordusu değil Ayasofya’ya sığınanları öldürmek, İstanbul’a girdiği vakit Fernand Grenard’ın ifadesiyle yalnız silahla mukavemet gösterenleri ve vaziyetleri şüpheli görülenleri öldürmüşler, mütebakisini esir etmişlerdir. Bizans Rumları katliama maruz kalmamıştır[13]. Hayrullah Efendi tarihinde “şehir içine girildikten başka imparatorun ölümü haberi duyulunca asker ve halktan bir çoğu Venedik gemilerine binip kaçmak için Samatya, Ahırkapı ve Kadırga Limanı taraflarına koştuklarından diğer taraflarda az kimse kalmıştı. Bundan başka ahalinin çoğu kiliselere kapandığından çok can kaybı olmadığını, bir çoğunun da savaş esiri olarak sağ yakalandıklarından iki bin kişiden fazla insanın ölmediğini..” belirtir[14].

Kapılarını kırıp Ayasofya’ya giren Fatih’in askerlerinin yaptıklarını abartılı bir şekilde anlatan Dukas, mâbedin içinde hiçbir şey bırakmadılar der[15]. Daha sonra Hammer, Lamartine, Kont Segür, Dimitri Kantemir ve benzeri Avrupa tarihçileri ve yazarları da taassuba dayanan, gerçek dışı saldırılarda bulunmuşlar, okuyucularını yanıltmışlardır[16]. Ayasofya da dahil sanat ve kültür eserlerini tahrip edenler Türkler değil, bir kısım batılı kaynakların da teslim ettiği gibi, Türklerden iki buçuk asır önce İstanbul’u Bizanslılardan zaptetmiş olan Avrupa Haçlılarıdır. Şurası unutulmamalıdır ki, Osmanlılar Ayasofya’nın çan kulesini bile yıkmamışlardır[17]. 1847-1849 yılları arasında gerçekleşen tamirde İsviçreli mimarlar Bizans devri mozayiklerinin hâlâ çok iyi durumda olduğunu görmüşlerdi. Eğer Türkler tahripkar davransaydı mozayiklerden eser bile kalmazdı[18]. Rus müelliflerinden Uspenski sanat ve kültür eserlerine karşı Müslüman Türklerin 1204 Haçlılarından bin kat insaflı ve insanca davranmış olduklarını söyler. Bir çok batılı tarihçi de Müslümanların Kudüs’e girdiklerinde orada ki Hristiyanlara, kendilerini İsa’nın askerleri sayan İstanbul’u talan eden bu adamlardan daha bir insanca davrandıklarını yazarlar. Ortaçağda yaşamış Fransız tarihçi Villehardouin 1204 Haçlı yağmasını “Dünya yaratıldı yaratılalı bir kentten bu kadar çok ganimet kazanılmamıştır” diye anlatır. Zaten harap ve perişan bir halde olan İstanbul’u alan Fatih, derhal imar faaliyetlerine başlamıştır. Türk fethi Bizansı yıkmış ama İstanbul’u kurtarmıştır[19]. Tarih-i Ebu’l-Feth yazarı Tursun Bey eserinde İstanbul daru’l-eman oldu, Fatih Ayasofya’ya geldiğinde “bu binay-ı hasînün tevabi ve levahıkın harab u yebab gördi” der ve Ayasofya’yı ve surları onardığını belirtir[20].

Andre Clot, Fatih Sultan Mehmet adlı eserinde 1204 yılındaki Latin yağmasına değinirken barbarlarınkinden çok daha korkunç katliâma ve yağmaya giriştiklerini, yüzyıllardır biriktirilen defineler, hazineler yağmalandığını; kiliseler, manastırlar, evler, soyulup soğana çevrildiğini; Ayasofya’nın tamamen soyulup boşaltıldığını; kutsal vazolar içki kadehleri olarak kullanıldığını, mihrabı yaktıklarını, kilisede değer taşıyan ne varsa parça parça edip aralarında paylaştıklarını, aldıkları bu değerli eşyayı yüklemek için atlarını ve katırlarını kilisenin içine kadar getridiklerini, hayvanlar gibi davranıp bütün kadın ve kızların, rahibelerin ırzına geçtiklerini belirtir[21].

Sadece Ayasofya’da bile her asırda bir Türk eseri buluyoruz. Her devirde camiiye bir Türk eseri katılmıştır. Müştemilatıyla binayı bu zaviyeden değerlendirdiğimizde Türk eserleri yarıdan fazlayı bulur. Süheyl Ünver, Ayasofya’nın pek çabuk olarak medresesi ile, türbeleri ile ve Mahmud I in kurduğu pek zarif kütüphanesi ile, mahfelleri ile, şadırvanıyla, sebiliyle, ilk mektebi ile muvakkıthanesi ile en mühim İslami sitelerimizden biri olmuştur der[22].

Türklerin Ayasofya’ya girişlerine şahit olanlardan hiç biri sonraları çıkan rivayetlerde olduğu gibi, o vakit bir katl-i âmdan ve mabede karşı bir hürmetsizlik ve tecavüz yapıldığından bahsetmezler[23]. Bu müfterilerden biri olan ve Ayasofya’nın minarelerinin yıktırılmasını, Rusların İstanbul’u alıp haçı dikmesini hararetle savunan muasır tarihçilerden Schlumberger hiçbir kaynak göstermeden Ayasofya içinde bile katliam olduğunu belirtir[24].

Andre Clot, Fatih Sultan Mehmet adlı eserinde, öyle görünüyor ki büyük kilisede çok az kan döküldü. Türkler orada bulunanları tutuklayıp sonradan köle yapmakla yetindiler der. Yine aynı yazar Fatih’in akşam sivillerin tutuklanmasının durdurulmasını ve yağmalamaya son verilmesini emrettiğini, orduya mensup her kişiye, her askere kent halkını, kadınları ve çocukları öldürmeyi veya köle almayı da bunlara karşı kötü davranılmasını yasaklıyorum. Bu emre karşı gelen herkes öldürülecektir dediğini nakleder[25]. Osmanlılar merhametli davranmayı kan dökmeye tercih etmişlerdir. Ayasofya sahasını hiçbir katl veya idam lekesi kirletmemiştir[26]. Voltaire, İstanbul’un zabtı sırasında bazı tarihçiler tarafından Osmanlılar tarafından ahaliye karşı yapıldığı belirtilen saldırıları ve bu saldırılara karşı gösterildiği rivayet edilen salabet ve hoşgörüyü reddetmiştir[27]. Lamartine bütün saldırıları ile beraber şu gerçeği aktarmadan geçememiştir. Ünlü tarihçi Phranzes’den naklen şöyle diyor; ...rahibelerin, annelerinden ayrı düşmüş çocukların, kendi çocuklarından ayrılmış annelerin feryat ve figanlarını merhamet gözüyle gören Osmanlılar bu hazin duruma üzülüyorlardı[28].

Fatih, umumiyetle rivayet olunduğu gibi, at üzerinde değil, fakat yaya olarak kiliseye girmiş ve müezzine ezan okutarak maiyeti ile beraber namaz kılmıştır[29]. Maalesef ünlü ressam Delacroix, Paris Louvre Müzesinde bulunan Fatih’in Ayasofya’ya girişini temsil eden tablosunda sultanı atıyla mabede girer gibi göstermiştir. Hata etmiştir. Fatih Ayasofya’ya girince secde-i şükrana kapanmış, iki rekat namaz kılmış, ilk ezanın da bu sırada okunduğu rivayet edilmiştir[30].

Fatih düzenlenen tören alayı ile şehre girince kuvvetli rivayete göre doğruca Ayasofya’ya gitmiştir. Tursun Bey, Ayasofya nam kiliseyi görmeye rağbet etti der. Müverrih Âlî, “Fatih’in hemen şehre girmesindeki isticali Ayasofya nam kenise-i azimeyi mâbed-i ehl-i İslam etmeğe mütehâlik” olduğunu söylüyor ve devamla mâbed-i kadime doğru yöneldiklerini belirtiyor. Osmanlı Türklerinde bir gelenek olarak devam eden, asırlardır tatbik edilen bir kural vardır. Bu kural bir memleket veya kale fethedildiği vakit ordu içeriye girip burçlara bayrak çekerken surların üstünde ezan sesleri yükselir ve şehrin en büyük kilisesi derhal camiye tahvil edildikten sonra ilk Cuma namazı bu ilk camiide kılınırdı. Bu tarihi ve milli an’ane gereği Fatih vakit geçirmeden Ayasofya’yı camiiye tahvil etmek gayesiyle Ayasofya’ya yönelmiştir. Fatih buraya gelince atından inerek yaya olarak içeriye girmiştir. Burada belirtmek gerekir ki Fatih at üzerinde değil yaya olarak mâbede girmiştir. Fatih mâbedin azametini görünce hayran kalmıştır. O sırada bir Türk askerinin mabedin mermerlerinden birisini kırmakta olduğunu görünce Fatih, bu tahribatı neden yaptığını sormuş, o asker de din için yaptığını söylemiştir. Fatih bu askerin tahribatına mani olmuş, askeri yakın koruma dışarı çıkarmıştır. Fatih burada “servet ve esirler size yeter, şehrin binaları bana aittir” der[31].

Yanında bulunan bazı İtalyan ve Rumlar’ın rivayetine göre Fatih, mozaiklerin sökülmesi teşebbüsünde bulunan mimarlara hitaben; “Durunuz! Bu mozaik resimleri günaha sebep olmamaları için bir kireç tabakasıyla örtmekle yetininiz! Fevkâlâde olan bu kakmaları koparmayınız” demiştir[32]. 1930’lı yıllarda Amerikan Bizans Ensititüsü namına Ayasofya mozayiklerini araştırmakla görevli Thomas Whittemore “bu mozayiklerin hiç birinde insan tarafından tahribat ika edildiğine ait bir iz görülmemiştir. Hatta binanın her tarafında yüzlerce haçlar hiç bozulmadan kalmış olup binanın uzun müddet Türkler tarafından muhafaza edildiğine şehadet etmektedir”[33].

Ayasofya İstanbul’un fethinde usulden olduğu üzere şehrin büyük kilisesi olarak camiye çevrildi. Tursun Bey’in ifadesine göre kubbeye kadar çıkan Fatih Sultan Mehmet binanın ve çevresinin harap görüntüsü karşısında meşhur Farsça beytini söylemiştir. Tursun Bey, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde “vakta ki bu binay-ı hasisün tevabi ve levahikin harab u yebab gördü” der ve Sadî’nin şu meşhur Farsça beytini söylediğini rivayet eder;



Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût

Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb



Yani; Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor/ Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nevbet vuruyor/bekliyor.

Fatih Ayasofya’nın tahribini önlemiş, burada müezzinlerinden birine ezan okumasını emretmiş, müezzin ezan okuduktan sonra maiyeti ile beraber ilk namazı kıldıktan sonra camiyi kendi hayratının ilk eseri olarak vakfetmiştir[34].

Bizans tarihçisi Dukas, Ayasofya’da ilk ezanın okunmasından ve ilk namazın kılınmasından duyduğu ızdırabı şöyle dile getirir “adem-i meşruiyetin veledi, Deccal’ın mübeşşiri, mihraptaki mukaddes din taşının üstüne çıkarak, namazını kıldı. Nedir bu nekbet ? Heyhat nedir bu dehşet veren acibe, eyvah ne olacağız? Vay vay, neler görüyoruz? Altında havarilerin ve şehitlerin mübarek bakiyeleri medfun bulunan bu mukaddes mihrap üzerinde bir Türk, bu mihrabın üzerinde bir dinsiz ? Ey güneş titre ! Allah’ın kuzusu nerededir? Bu mihrap üzerinde kurban olan, yenilen ve hiçbir zaman tükenmeyen Babanın oğlu nerede ? Hakikaten fasit bir neticeye vardık, günahlarımızdan dolayı bizim ibadetimiz, diğer milletlere nispetle, hiç nazarı itibara alınmamıştır. Allah’ın hikmeti namına bina olunan, Ekânim-i Selâse kilisesi, Büyük Kilise ve Yeni Sion adlarını almış olan bu mâbed, bu gün barbarların ibadet yeri ve Muhammed’in evi adını aldı ve öyle oldu. Ey Cenab-ı Hak verdiğin hüküm adildir ![35]

Fethin üçüncü günü Cuma günü Fatih, Ayasofya’ya gelip ilk Cuma namazını askerleriyle beraber kılmıştır. İmamete İstanbul’un fethinin manevi mimarı Akşemseddin geçmiş, ilk olarak Fatih namına hutbeyi de bu nurani zat okumuştur. Hutbenin Fatih tarafından irad edildiği de yazılmaktadır. Diğer bir rivayette ise Fatih Ayasofya’nın camiye tahvil edildiği gün askerine bir hutbe irad etmiştir. Fatih’in iradesiyle bu Cuma gününden evvel Ayasofya’daki tasvirlerle heykeller ve putlar kaldırılıp, kıble tarafına mihrab yapıldığı ve minber konulduğu, bütün hazırlıkların Cuma gününe kadar ikmali için mimarlarla ustalar gece gündüz çalıştıkları rivayet olunur[36]. Bu arada üç gün zarfında bir de tahtadan minare yapılmıştır. Yapılan minber ve mihrap zamanımıza ulaşmamıştır. (Şimdiki mihrap ve minber daha sonra yapılmış olup Fatih’in yaptırdığı değildir. 16. yüzyılın izlerini taşır. II. Bayezid devrinde mihrab, III. Murad devrinde minber ilave edildiği bilinmektedir. Tahta minare ise II. Selim zamanında yapılan tamir sırasında kaldırılmıştır[37]). Solakzâde tarihinde Cuma namazından önce mihrab, minber ve mahfil hazırlandığı, duvarlarda bulunan tasvirlerin kaldırıldığı, Cuma hutbesini Akşemseddin’in irad ettiği, imameti de yine bu zatın yaptığı belirtilir[38].

Okunan bu hutbe Osmanlılar içinde okunan hutbelerin belki de en mukaddesi, en sevinçlisi, en büyük şan ve şerefe sahip olanı idi. Çünkü o güne kadar sekiz buçuk asırdan beri bütün müslümanların ulaşmayı şiddetle arzu ettikleri bir fethi Cenab-ı Hak tarafından Osmanlı padişahlarına ve onun tebasına verildiğini ilan etmekte idi. Fethin komutanı ve gazileri, sahabe-i kiramın bile şiddetle arzu ettikleri büyük bir saadete ve Hz. Peygamberin “ne güzel komutan ve ne güzel asker” övgüsüne mazhar olmuşlar idi[39].

İstanbul’un fethini müteakip şehirde bulunan yüzden fazla kilise ve manastır cami ve ibadethane haline getirilmiş, bir çoğu da medrese ve hangah yapılarak ehli tarikata barınak olmuştur[40].

Doç. Dr. Said Öztürk


--
[1] Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi, Kitabu’t-Tarih-i Künhü’l-Ahbar, c. 1, s. 472 vd.

[2] İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 1, İstanbul ts., s. 239-240.

[3] Vakfiyenin Arapça metni için bkz. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, İstanbul Salis 6. Vakfiye Defteri, nr. 575, s. 82-106, sr. 46; Aynı nüshanın latin harfleriyle Türkçe’ye tercüme edilmiş kaydı için aynı arşivde, 2114 numaralı defter, s. 176.

[4] Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 523.

[5] Dukas, Bizans Tarihi, çev. VL. Mirmiroğlu, s. 158-159.

[6] Dukas, Bizans Tarihi, çev. VL. Mirmiroğlu, s. 16.

[7] Andre Clot, Fatih Sultan Mehmet, çev. Necla Işık, İstanbul 1991, s. 36.

[8] Dukas, Bizans Tarihi, çev. VL. Mirmiroğlu, s. 179.

[9] İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 1, İstanbul ts., s. 240-241; Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. 10, s. 213.

[10] Dukas, Bizans Tarihi, çev. VL. Mirmiroğlu, s. 178-179.

[11] İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 1, İstanbul ts., s. 252; İlhan Akçay, Ayasofya Camii, s. 19.

[12] K. Süssheim-Arif Müfid Mansel, “Ayasofya” , İA, s. 49; Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 335-336.

[13] İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 1, İstanbul ts., s. 257-258.

[14] Aktaran; Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 344.

[15] Dukas, Bizans Tarihi, çev. VL. Mirmiroğlu, s. 178-180.

[16] Bkz. Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 336 vd.

[17] Çan kulesini 1678 yılında ziyaret eden Venedikli Doj O. P. Grelot’un verdiği bilgilere göre mevcuttu. Bu gün Askeri Müze’de Ayasofya çanı mevcuttur. Ne şekilde müzeye intikal ettiği bilinmiyor. İlhan Akçay, Ayasofya Camii, s. 18

[18] İlhan Akçay, Ayasofya Camii, s. 59.

[19] İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 1, İstanbul ts., s. 258, Andre Clot, Fatih Sultan Mehmet, çev. Necla Işık, İstanbul 1991, s. 88.

[20] Tursun Bey, Tarih-i Ebu’l-Feth, Haz. Mertol Tulum, İstanbul 1977, s. 64, 75.

[21] Andre Clot, Fatih Sultan Mehmet, çev. Necla Işık, İstanbul 1991, s. 87.

[22] A. Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri, c. 2, İstanbul 1995, s. 60-61.

[23] K. Süssheim-Arif Müfid Mansel, “Ayasofya” , İA, s. 49.

[24] İlhan Akçay, Ayasofya Camii, s. 22- 23.

[25] Andre Clot, Fatih Sultan Mehmet, çev. Necla Işık, İstanbul 1991, s. 65, 67.

[26] Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 340-41.

[27] Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 338.

[28] Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 341.

[29] K. Süssheim-Arif Müfid Mansel, “Ayasofya” , İA, s. 49; Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 352.

[30] İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 1, İstanbul ts., s. 260; İlhan Akçay, Ayasofya Camii, s. 23.

[31] Tursun Bey, Tarih-i Ebu’l-Feth, Haz. Mertol Tulum, İstanbul 1977, s. 63; Dukas, Bizans Tarihi, çev. VL. Mirmiroğlu, s. 184; K. Süssheim-Arif Müfid Mansel, “Ayasofya” , İA, s. 49; Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 352- 359, İlhan Akçay, Ayasofya Camii, s. 21- 22, 26.

[32] Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 358.

[33] Thomas Whittemore, “Ayasofya Mozayikleri”, Halil Edhem Hatıra Kitabı, TTK Yayınları, Ankara 1947, s. 200.

[34] Dukas, Bizans Tarihi, çev. VL. Mirmiroğlu, s. 184; Tursun Bey, Tarih-i Ebu’l-Feth, Haz. Mertol Tulum, İstanbul 1977, s. 64; Semavi Eyice, “Ayasofya”, DİA, s. 207; İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 1, İstanbul ts., s. 260.

[35] Dukas, Bizans Tarihi, çev. VL. Mirmiroğlu, s. 184.

[36] İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 1, İstanbul ts., s. 262-263; Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 387-390.

[37] Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, c. 3, İstanbul 1989, s. 317-318; Semavi Eyice, “Ayasofya”, DİA, s. 208; İlhan Akçay, Ayasofya Camii, s. 26, 40, 50.

[38] Solakzade Mehmed Hemdemî Çelebi, Solakzade Tarihi, Haz. Vahid Çabuk, c. 1, s. 286-287.

[39] Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, İstanbul ts, s. 389-390.

[40] Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih, c. 2, İstanbul 1992, sadeleştiren İsmet Parmaksızoğlu, s. 293.

16.01.2008

Osmanlı'yı Yağma Yarışı

Batılı devletler, ölümünü bekledikleri Osmanlı İmparatorluğu'nun terekesinden pay kapmak için kuyruğa girmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı'nda bu hedeflerini daha da netleştirip, kendi aralarında gizli andlaşmalar imzalayacak, Anadolu'da ve Ortadoğu'da paylaşım bölgelerini tespit edeceklerdi.

Ondokuzuncu yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalanmanın eşiğine getiren gelişmelerle doludur. Özellikle 14 Eylül 1829 tarihinde imzalanan Edirne Andlaşması'yla bağımsız Yunanistan'ın kurulması, imparatorluk bünyesindeki diğer milletleri de aynı yönde harekete geçirmiş ve Balkanlar'da çözülmeler başlamıştır.

Bu çözülmeyle birlikte, Osmanlı topraklarının Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturya ve daha sonra Almanya ve İtalya'nın rekabet hâline geldiği görülür. Adı geçen devletler, "Avrupa'nın hasta adamı" dedikleri Osmanlı'nın ölümünü çabuklaştırmak ve mirasını yağmalamak istemektedirler. Ancak Devlet-i Aliyye, izlediği denge politikasıyla 19. yüzyılda ayakta kalmayı başaracak, böylece, mirasının paylaşılması hususu da 20. yüzyıla tehir edilecektir.

Osmanlı topraklarına yönelik emperyalist emellerin yoğunlaşmasındaki en önemli faktör, zengin petrol kaynakları idi. Ve Batılı devletler, Osmanlı Devleti'yle ikili andlaşmalara giderek bazı imtiyazları elde etmişlerdi. Fakat, kendi aralarında da gizli andlaşmalar yapmış, kimin, hangi bölgede söz ve nüfuz sahibi olacağını kararlaştırmışlardı. Kâğıt üzerinde yaptıkları paylaşım, ileride gerçekleştirmeyi hedefledikleri kesin paylaşmanın sınırlarını belirtiyordu.

Rusya
Rusya, tarihi boyunca, İstanbul ve Boğazları ele geçirmek ve oradan açık denizlere çıkmak emelini taşımıştır. Birinci Dünya Savaşındaki ana hedefi de budur.

Osmanlı Devleti'nin 28 Ekim 1914'te savaşa girmesinden beş gün sonra, 2 Kasım 1914 tarihinde, Rus Çarı bir beyanname yayınlar ve özetle şöyle der:

"Bütün Rusya olarak biliyoruz ki, Osmanlı'nın bilinçsizce savaşa katılması, atalarımızın bize Karadeniz kıyılarında bir miras olarak bırakmış oldukları tarihî görevi yerine getirmek yolunu, Rusya'ya açmak suretiyle, Osmanlı'yı yıkıma götüren olayların seyrini daha çabuklaştıracaktır."

Yukarıdaki ifade gösteriyor ki; Osmanlı Devleti, savaşa katılmasa da, Rusya fırsat bulur bulmaz "tarihî görevini" yerine getirmeye çalışacaktır. Ancak, sadece Boğazlara değil, Doğu Anadolu'da hemen hemen 20 vilâyeti içine alan bir bölgeye de göz dikmişlerdir. Nitekim 1 Kasım 1914'te Doğu Beyazıt üzerinden Osmanlı sınırlarına saldırmaları ile Kafkas cephesinin açılması bunun göstergesidir. Öte yandan Rusya, 1840'lı yıllardan beri, bütün Balkan Slavlarını kendi liderliğinde birleştirme çabasındaydı. Fakat, Birinci Dünya Savaşı başlarken bu niyetini ikinci plana atmış, Boğazları esas hedef seçmiştir.

İngiltere
Göller Yöresi (Burdur, Eğridir ve Beyşehir göllerini kapsayan bölge) ve İzmir-Aydın demiryolu hattından Afyonkarahisar'a kadar olan kısım, İngiltere'nin nüfuz bölgesidir. Ayrıca, bütün Arabistan bölgesi, ilgi alanı içindedir.

İngiltere, 16. yüzyıldan itibaren, Ortadoğu üzerinden Hindistan'a uzanmak düşüncesindeydi. Bu yolu tehdit eden potansiyel tehlike Rusya'ya karşı da, Osmanlı Devleti'nin bütünlüğünü savunmayı, uzun süre dış politikasının temeli yapmıştı. Fakat, Almanya'nın "Doğuya açılma projesi" çerçevesinde, zamanla bölgede ağırlığını arttırması sonucu, 19. yüzyılın son çeyreğinde, eski politikasını terk etti. Artık, ya Osmanlı toprakları üzerinde kendi güdümünde devletler kurmak veya bu topraklara bizzat yerleşmek temayülündeydi. Nitekim, politika değişikliğinin ilk göstergesi olarak, Berlin Andlaşması'nda (1878), Rusya'ya karşı Osmanlı Devleti'ni korumak maskesi altında Kıbrıs'ı işgal etti.

Yine İngiliz nüfuz bölgesi ile ilgili olarak, Bağdat ve Musul petrollerini arama ve çıkarma hususunda, uzun görüşmelerden sonra, İngiltere ile Almanya arasında 19 Mart 1913'te bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre, Türkiye Millî Bankası (Alman-İngiliz), Shell (İngiliz) ve Deutsche Bank (Alman) ortaklığından oluşan Osmanlı Petrol Şirketi, iki devlet arasında paylaşılıyordu. Hisselerin %75'ini İngiliz şirketi almış, %25'i de Alman Deutsche Bank'a bırakılmıştı. Daha sonra Osmanlı Devleti'ne yoğun baskı yapan iki devlet, Musul ve Bağdad bölgelerinde petrol arama imtiyazını, Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasından üç gün önce, 25 Haziran 1914'te almışlardır.

Almanya
İstanbul'dan Bağdad'a kadar uzanan demiryolunun iki tarafını içine alan bölge, Alman nüfuzundadır. Esasında, Osmanlı Devleti'ne karşı ikili bir politika izleyen Almanya, 18 Ocak 1871'de birliğini kurduktan sonra, Osmanlı topraklarında ve Ortadoğu'da üstün bir siyasî ve ekonomik güç olarak ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda, İngiltere'nin bütün engellemelerine rağmen, Osmanlı Devleti'nden 1888 yılında, Haydarpaşa-İzmit Demiryolu'nun işletme hakkını ve 27 Kasım 1899'da Haydarpaşa-Bağdad-Basra Demiryolu'nun yapımını almıştır.

"Almanya, işgalci olarak kötüdür, ama müttefik olarak daha kötüdür" diyen Avusturya atasözünü haklı çıkaracak davranışlar gösteren Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm, İstanbul'daki büyükelçi Baron Vangenheim'a yazdığı mektuplarda şu hususu vurgulamaktadır:

"Osmanlı Devleti, çökmek üzeredir, çökecektir. İmparatorluk paylaşılacaktır. Bu paylaşmada daha az hisse sahibi olacak devlet, dünyayı kontrol imkânından mahrum olacaktır."

Almanya, bu görüşten hareketle, Osmanlı Devleti üzerindeki müessiriyetini arttıracak, legal ve illegal her yolu denemiş, özellikle Osmanlı ordusunu kontrol altına alma gayretlerini yoğunlaştırmıştır. Üstelik, kopardığı imtiyazlarla yetinmemiş, birtakım gizli anlaşmalarla, yeni menfaatler teminine çalışmıştır.

Meselâ, 15 Haziran 1914 tarihinde İngiltere ile yaptığı gizli, Bağdad Demiryolu Sözleşmesi, Osmanlı'nın Asya topraklarını, etki alanlarına bölüyordu. Buna göre, 1) Osmanlı Devleti, bütünlüğünü koruyacak olursa, Almanya, bu devlet üzerindeki üstünlüğünü koruyacak, 2) Dağılırsa, paylaşmadan payını alacaktı.

Gizli sözleşmeden, Almanya'nın dost ve müttefiki olmasına rağmen, Osmanlı Devleti'nin haberi yoktu.

İtalya ve Avusturya
Emperyalist devletlerin aralarında yaptıkları anlaşmalarla, İtalyanlara, Ege Bölgesi ve Antalya ile Konya- Kayseri çizgisine kadar İç Anadolu'yu içine alacak şekilde, sınırları tam tesbit edilmeyen bir bölge bırakılmıştı. Ayrıca, İtalyanların, Osmanlı toprakları üzerinde Banco di Roma ve Triesteli Lloyd Sigorta şirketi gibi etkili kuruluşları bulunmaktaydı.

Öte yandan, Almanya ve İngiltere'nin Anadolu'daki nüfuz bölgelerinin güneyi ile İtalyan nüfuz bölgesinin doğusunda kalan bir kesim, Avusturya nüfuz bölgesi olarak düşünülmüştür.

Fransa
Manisa-Soma-Bandırma ve Bursa-Mudanya demiryollarının geçtiği bölge ile Sivas'a kadar İç Anadolu'nun doğu-orta kesimi, Elazığ ve Mardin yöresi, Antalya'dan itibaren Lübnan'ı içine alan bölüm ve Suriye ile Kuzey Irak, Fransa'nın nüfuz bölgesidir.

Fransa, Osmanlı Devleti'nde toprak kadar, ekonomik çıkarların da peşindeydi. Bu sebeple, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Türkiye'nin ekonomik bağımsızlığını kolayca kabul edememiştir.

Gizli Andlaşmalar
Yukarıda izah ettiğimiz gibi, Birinci Dünya Savaşı öncesinde, emperyalist devletlerin nüfuz bölgelerini tesbit etmeleri, Osmanlı Devleti'nin paylaşılması vakti geldiğinde, düşündükleri siyasî sınırların beklentisinin göstergesidir.

Nitekim, İtilaf Devletleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı Devleti'ni nasıl paylaşacakları hususunda, gizli andlaşmalar yapmışlardır. Bunların başlıcaları şunlardır:

a) Rusya ile yapılan Boğazlar Andlaşması (18 Mart 1915),
b) İtalyan çıkarları için yapılan Londra Andlaşması (26 Nisan 1915),
c) Sykes-Picot Andlaşması (16 Mayıs 1916),
d) St. (Saint) Jean de Maurienne Andlaşması (21 Nisan 1917),
e) Balfour Deklarasyonu (2 Kasım 1917).

Boğazlar Andlaşması
Fransa, İngiltere ve Rusya arasında 18 Mart 1915 tarihinde imzalanan bu andlaşma ile, adı geçen devletler, Osmanlı Devleti'ni savaş sırasında nasıl paylaşacaklarını tesbit ettiler. Böylece Rusya, kâğıt üzerinde bile olsa, tarihî gayelerini İngiltere ve Fransa'ya kabul ettirmiş oluyordu.

28 Haziran 1914'te, Avusturya Veliahdı Prens Franz Ferdinand ve eşinin, Slav milliyetçiliğinin merkezi haline gelen Sırbistan'da öldürülmesiyle başlayan Birinci Dünya Savaşı, Rusya'yı Boğazlar ve İstanbul üzerindeki amaçlarını gerçekleştirebilme arayışlarına yöneltmiş ve öncelikle müttefikleri İngiltere ve Fransa nezdinde yoklamalara sevketmişti. Osmanlı Devleti'nin 28 Ekim 1914'te savaşa girmesi üzerine, bu husustaki faaliyetlerini arttıran Rusya'ya, 9 Kasım 1914'te, İngiltere şu cevabı veriyordu:

"Siz, Almanya ile uğraşın. Almanya ezilirse, İstanbul meselesi, Rusya'nın işine geldiği biçimde çözülecektir."

Esasında İngiltere, Rusya'nın, Boğazlar'da söz sahibi olmasını istemezdi. Fakat Almanya'nın, Yakındoğu'da artan etkisine karşı, denge arayışlarına girmek zorunda kalmıştı. Nihayet, İngiltere Savunma Komitesi'nin 1903 yılında hazırladığı "Rusya'yı Boğazlar'dan uzak tutmanın, bizim için stratejik bakımdan ve askerî çıkarlar açısından birinci derecede önemi yoktur" şeklindeki rapor, İngiltere'yi Boğazlarla ilgili Rus taleplerine daha mutedil yaklaşmaya sevketmişti. Buna karşılık, Faransa da Suriye ve Filistin'i istemekteydi.

Rusya, diplomatik teşebbüslerini sürdürürken, İngiltere ve Fransa'nın Çanakkale'ye saldırma hazırlıklarından endişeye kapıldı. Zira, başarılı olmaları halinde, Boğazlar bölgesini onların ellerinden almak güçleşirdi. Bu sebeple Rusya, 1915 Şubat ayında, iki müttefikini kendi isteklerini kabul konusunda bir anlaşmaya zorlamaya başladı. 9 Şubat 1915'de, Rus Meclisi'nin (Duma) açılış konuşmasını yapan Başbakan Goremikin'den sonra söz alan Dışişleri Bakanı Sazonof şöyle diyordu:

"Bugün içinde bulunduğumuz harb, Rusya'nın sıcak denizlere ulaşmasıyla ilgili olarak, siyasî ve ekonomik meselelerin çözümlenmesine bizi yaklaştırmıştır."

Bu arada Yunan diplomatlarınca yapılan haberleşmenin bir kısmı, Rus Dışişleri Bakanlığı tarafından ele geçirilmişti. Belgelere göre, İstanbul ve Boğazlara -Girit'te olduğu gibi- milletlerarası bir statü verildiği takdirde, Yunanistan'ın savaşa girmesi söz konusu olabilecekti.

Bunu takiben Rusya, 4 Mart 1915'te İngiltere ve Fransa'ya verdiği notada, şu taleplerini belirtmiştir:

İstanbul şehri, İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Midye-Enez çizgisinden, Sakarya nehrinin Karadeniz'e döküldüğü yere kadar olan topraklar ve Marmara Denizi'ndeki adaların Rusya'ya verilmesi. İmroz ve Bozcaada'nın geleceğinin de, Rusya'ya danışılarak tayin edilmesi...

Rusya'nın ısrarlı baskıları, İngiltere ve Fransa'nın hoşuna gitmiyordu. Fakat, batı cephesinin yükünü azaltmak zorundaydılar ve elbette müttefiklerini kaybetmeyi göze alamazlardı. Böylece İngiltere, 12 Mart 1915'te, Fransa da 10 Nisan 1915'te kabul cevabı verdiler.

Boğazlar Andlaşması'nın bir oldubittiye getirilmesi, esasında ne İngiltere'yi ne de Fransa'yı memnun etmişti. Bu sebeple İngiltere, istenilmeyen gelişmeler karşısında, devletin askerî ve siyasî hedeflerini yeniden tesbit zorunda kalmış ve Sir Maurice de Bunsen başkanlığındaki bakanlıklar arası bir kurul, "İngiltere'nin Asya Türkiyesi'nden İstekleri" konulu raporu, 30 Haziran 1915 tarihinde Savaş Konseyi'ne sunmuştur. Gerçi, yapılan teklifler, İngiliz hükümetince tam uygulanmamıştır. Fakat bu rapor, Osmanlı Devleti'nin hangi amaçlarla, hangi oyunlarla parçalanmak istendiğini ortaya koyması ve büyük devletlerin Ortadoğu ile ilgili hesaplarının ipuçlarını, günümüzde de ışık tutacak şekilde göstermesi bakımından önem arzeder.

Fatih Sultan Mehmet'in İnsan Hakları Ahidnamesi

Fatih Sultan Mehmet, Bosnayı fethettiği zaman Osmanlı devlet politikasının sonucu olarak bölge halkına dini serbestiyest getirmiştir. Fatih Sultan Mehmet'in buradaki latin papazlarına verdiği 883 (1478) tarihli ferman suretinde;

"Nişanı-ı hümayun şu ki Ben ki Sultan Mehmed Han'ım; üst ve alt tabakada bulunan bütün halk tarafından şu şekilde bilinsin ki, bu fermanı taşıyan Bosna rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum: Sözkonusu rahiplere ve kiliselerine hiçkimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara emn ü aman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerinde yerleşsinler; ne ben, ne vezirlerim ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışardan memleketimize getirecekleri kimselere yeri ve göğü yaratna Allah hakkı için, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) hakkı için, yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç için en ağır yemin ile yemin ederim ki, yukarda belirtilen hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir."

Bu ferman suretinde de görüldüğü gibi azınlıklar tam bir hürriyet ortamı içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.


2 Hükümdar İçin 1 Dünya Az

Zekî ve güçlü kumandan Yavuz, 10 Eylül 1517’de Kahire’den İstanbul’a dönerken:
"Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!" diyerek doyumsuz fetih arzusunu dile getirirken, gerçek bir müslümanın ufkunu ortaya koymuş oluyordu.
Cihangir Padişâh, bir gün Yeryüzü’nün genişliğini merak etmişti. O’na bir Dünya Haritası getirdiler. Hayret ve istihfafla baktı ve:
"Bir hükümdar için eh, neyse!.. Ama iki hükümdar için az!" diyerek, haritayı atının ayaklarının altına attı. Ve atını şaha kaldırdı.
Bu manzara, Yavuz’un mağrûrluğunu değil, rûhunda taşıdığı cihad aşkının haşmetli şahlanışını ifade eder...

Büyük şair Yahya Kemâl, O’nun bu doyumsuz cihad meylini:
Sultan Selîm-i Evvel’i ram etmeyip ecel;
Fethetmeliydi alemi şan-ı Muhammedi! mısrâları ile ebedîleştirmiştir.

Büyük cengaver Hünkar, Osmanlı toprağını, bugünkü Türkiye’nin tam beş katı artırarak, 4.182.000 km2 genişletti. Mısır ve Arabistan yarımadası Osmanlı hakimiyetine geçti. Hind Okyanusu’na kadar inildi. Kuzey Afrika hakimiyeti ile Osmanlı hududu Atlas Okyanusu’na dayandırıldı. Hicaz ve Ortadoğu ülkeleri Osmanlı hizmetine açıldı. Mübarek ve mukaddes emanetler, İstanbul’a getirilerek İstanbul, şeref ve izzet kazandı. Bunlar, Topkapı Sarayı’nda mahsus bir hücreye konularak burada yirmi dört saat kesintisiz Kur’an-ı Kerîm okunması için kırk hafız tayin edildi, ilk Kur’an-ı Kerîm’i okuyan da Yavuz’un kendisi oldu.

Şunu unutmamak gerekir ki, maddî ve zahirî azamet ve ihtişamın temel saiki, maneviyat alemindeki sır ve hikmetlere riayettir. Osmanlı İmparatorluğu’nun, hiç bir İslam devletine nasîb olmayan altı yüz küsür senelik ihtişamı, asıl maneviyata verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır. Osman Gazî’nin meşhur bir rivayete göre, misafir kaldığı bir evde, odada Kur’an-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Yavuz Sultan Selîm Han’ın mukaddes emanetleri böyle büyük bir tazim ile İstanbul’a getirip, kırk hafız tayin ederek onların basında asırlarca sürecek bir surette inkıtasız (kesintisiz) olarak Kur’an-ı Kerîm okutması, Osmanlı Devleti’nin dillere destan büyüklüğünün temel saiklerindendir.
Allah (c.c.), kendisine, peygamberlerine ve velîlerine hürmet ve tazimde bulunanları abad eylemiş, onların dahil oldukları topluma daima rahmet indirmiştir.

Yavuz, 25 Temmuz 1518’de Mısır’dan İstanbul’a dönmek üzere hareket etti. Yolda Şam’a uğrayıp kabrini yaptırdığı Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin türbe ve camiini merasimle açtı. Türbedar ise, keşfî bir sunûhât ile sessizce yanındakilere, Sultan Selîm Han’ın artık fazla yaşamayacağını ifade etti.

Adana civarında şiddetli bir yağmura tutuldular. Her yer çamur deryası olmuştu. Selîm Han, Şeyhülislam Kemal Paşazade ile yan yana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Şeyhülislamın atı ürktü ve ürken atın ayağından çıkan çamur, Yavuz’un üstünü baştan başa boyadı.
Kemal Paşazade çok üzüldü. Rengi attı. Yavuz, O’na dönerek mütebessim bir çehre ile:

"Ulemanın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şerefdir. Mübarekdir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın!" buyurdu.

Bu hadise, Yavuz’un alim ve ariflere gösterdiği hürmet ve tazimi ne güzel ifade eder.(1)
İstanbul’a dönüşte Üsküdar’a gündüz vasıl olmuşlardı. Yavuz, İstanbul halkının, kendisine büyük bir tezahürat yapacağını haber aldığından arkadaşı Hasan Can’a:

"Hava kararsın, herkes evlerine donsun, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fanilerin alkışları, zafer takları ve iltifatları bizi nefsimize mağrur edip yere sermesin!.." dedi.

Müteakiben, İstanbul’a gelen Mısır uleması ile Osmanlı uleması, Yavuz’un "halîfe" olmasını kararlaştırdılar. Daha sonra halîfe III. Mütevekkil, Ayasofya Camiinde minbere çıkarak Yavuz’un hilafetim i’lan etti. Hırkasını çıkararak Yavuz’a giydirdi.
Bundan sonra Osmanlı padişahlarına, sultanlık unvanı île beraber "halîfe" sıfatı da verildi. Silsileler halinde gelen büyük zaferler île mukaddes ve mübarek emanetlere nail olmanın hazzı ve şükür hissi içinde olan cihangir Sultan Yavuz, Pîrî Paşa île bir gün sohbet ederlerken:
"Allah’ın izni île büyük fütûhatlarda bulunduk. Hadimü ’l-Haremeyn ünvanına kavuştuk. Allah bize her zaman ve her mekan da zafer lutfetti. Hazînelerimiz lebaleb altın île doldu. Şimdiden sonra bu devlet yıkılır mı?" diye sorar.

Pîrî Paşa şöyle cevap verir:
"Hakanım, bu hal, bu ruh, bu azim ve bu teslimiyetle bu devlet kolay kolay yıkılmaz! Lakin torunlarınızın zamanında Rabbın ihsan ettiği mükafatların, nimetlerin şükrü eda edilmez, emanetlere sahib olunmaz ve hak tevzî edilmez ise, yıkılır. En çok şu üç şeyden endîşe ederim.
1. Sadrazamlık makamı, liyakatlere göre verilmez, menfaat karşılığı olarak cahil ve ahmakların eline geçerse,
2. Dünya malı, kalpleri işgal eder rüşvet kapısı açılır, her türlü mel’anet akçe île gerçekleşir ve bu yüzden makamlar ehliyetsizlere verilirse,
3. Devlet adamları, hanımlarının tesiri altında kalır, ve idarede onların da te’siri olmaya başlarsa;
bu devlet yavaş yavaş yıkılmaya yüz tutar.

Pîrî Paşa’nın bu sözleri üzerine celâdetli Padişâh, bir müddet sûkûttan sonra:
"Rabbim bizleri böyle bir akıbete duçar olmaktan korusun!.." diye dua etti.

Sanki Pîrî Paşa bu ifadeleri île bir tarih felsefesinin değerlendirmesini yapıyor ve istikbalde meydana gelecek hallerin işaretlerini veriyordu. Adeta, gerileme devrinin farik sebeplerini îzah ediyor ve gelecekten haber veriyordu.
Yavuz Sultan Selim Han’ın devrinin ahlakî yüceliğini gösteren pek çok vak’a vardır. Mısır’a giderken ordu-yi hümayunun Gebze yakınlarından geçtiği yerler, hep bağlık-bahçelikti. Sultan Selîm Han:

"Acaba askerlerim, sahibinden müsaadesiz üzüm ve elma koparıp yediler mi?!.."diye düşüncelere daldı. Sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırttı.
"Ağa emrimdir;
Bütün yeniçeri, sipahi ve azap askerlerinim heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya bir üzüm salkımı çıkan asker derhal huzûruma getirilsin!" diye emretti.
Yeniçeri ağası, derhal harekete geçerek heybeleri araştırdı. Daha sonra sultanın huzûruna gelerek:
"Sultanım koparılmış hiç bir elma ve meyve izine rastlamadık!.." dedi.
Bu habere Yavuz, çok sevindi. Üzerindeki ağırlık ve zihnindeki düşünceler kalktı. Sonra ellerini açarak:
"Allah’ım!
Sana sonsuz hamd ü senalar olsun! Bana haram yemeyen bir ordu ihsan eyledin!.." diyerek dua etti ve ağaya:
"Şayet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı, Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz!.." dedi.

Cengaver Sultan, çok mütevazî yaşadı. Bir gün oğlu Süleyman’ı (Kanûnî’yi) çok süslü görünce, nükteli bir şekilde:

"Oğlum, o kadar süslenmişsin ki, annene giyecek bir şey bırakmamışsın!.." dedi.

Her öğün tek çeşit yemek yerdi. Ağaçtan tabak kullanırdı.
Dindar, mütevazî ve gururdan arî idi. Kuvvet ve kudretin, Allah’a mahsus olduğunu, kendisinin ise, zafer için bir vasıtadan ibaret bulunduğunu söylerdi. Nefs engelini aşamamanın korku ve endîşesi içinde yaşardı.
Yavuz’u, o korkunç Sîna çölünde bir arslan; Mısır’a girişte mütevazî, gözü yaşlı, şükreden bir mü’min; Üsküdar’da kendisini bir nefs muhasebesiyle yönlendiren ilahî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz. Hasan Can’a şu mısraları okuyordu:

"Padişâh-ı alem olmak bir kuru kavga imiş;
Bir velîye bende olmak cümleden a’la imiş!.."

1520’de Yavuz Selîm, yeni sefere hazırlanmak için Edirne’ye gidiyordu. Babasının vefat ettiği Uğraş Köyü’ne gelmişti. Orada sırtında çıkan bir sivilceyi, îkazlara rağmen:

"Benim canım kadınlarınki gibi tatlı değil!." diyerek kopardı. Kanattı.
Bu hadiseyi nedîmi olan Hasan Can şu şekilde anlatır:

’Sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü bir delik haline geldi. Yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Yaralı bir arslan gibiydi. Aczi, bir türlü kabullenemiyordu. Cengaverlerine taktik ve talimatlarına devam ediyordu. Yanına yaklaştım:

’Padişâhım, artık Allah Teala île beraber olmak zamanınız herhalde geldi’ dedim.
Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:

"Hasan!.. Sen beni bu ana kadar kiminle zannediyordun?... Bana bir Yasîn oku!" dedi.

Ve Yasîn’in son kelimesi olan "ve ileyhi turceûn!.." ile rûhunu Rabbine teslîm etti.
Sekiz senelik saltanatı boyunca kazandığı muazzam zaferler, dünyaya aid şanlar şerefler, fanîlerin iltifatları, kendisini sekre sürükleyip mağlûb edemedi.
620 sene içindeki sekiz senelik Yavuz devri, vakti kısa, fakat gölgesi uzun ikindi zamanına benzetilir.

Kanûnî’nin başarılarının sırrını babasının kendisine bıraktığı, kolay kolay sarsılmaz kuvvetli maddî ve manevî mîrasın içinde aramak lazımdır.
Rahmetullahî Aleyh!.....

Yıldırım Bayezid'in Doğan Bey'le Konuşması

Yine akşamın alaca karanlığı çökmüş akşama kadar düşman gözlemiş, onların hücumlarını püskürtmüş, gaziler namazlarını kılmışlar siperlerine dayanmışlardı.
Doğan Bey de gazilerin yanlarına uğrayarak onların kuv-ve-i maneviyyeferini yükseltecek sözler söyleyip hatır ve hallerini sora sora burçlarda dolaşıyordu. İşte o sırada düşman ordusunun arasında bütün heybetiyle ve bembeyaz atıyla, yıldırım sür'atiyle kefenini boynuna dolamış, üzerindeki yeşil cübbesinin eteklerini savura savura kanatlanmış gibi bir atlı*nın koştuğunu gördü. Biraz yaklaşınca gözlerine inanamadı. Gözlerini oğuşturdu. Bu vaziyette bu bir serap olamazdı. Evet O'ydu... Sevgili padişahı, Efendisi, Yıldırım Bayezid Han Hazretleri düşman ordusunun arasında, gecenin karanlığına ters düşen, harbiye-i askeriyyenin 'kamuflaj' diye tabir ettiği araziye uyma kaidesini parça parça eden, beyaz atı, boynunda beyaz kefeni başında kar gibi bembeyaz sarığıyla süzüle süzüle geliyordu. Doğruca Doğan Bey'in üzerinde bulunduğu burca yaklaştı.

Doğan Bey'i eliyle oraya koymuş gibi seslendi:
— Bre Doğan! Bre Doğan!
— Buyurun Sultanım, emredin!
— Halin nicedir iyi bilirim. Biraz gayret yetiştim, yarın inşallah herşey hallolur.
— Beli Sultanım.

Sultan Yıldırım Bayezid Han, bu muhavereyi yapıp atını dönürdü. Burak misali uça uça gözden kayboldu.

Evet, Yıldırım Bayezid Han, o, kendine has lakabına uygun olarak, yıldırım hızıyla Niğbolu önlerine yetişmiş, çocukluk arkadaşı Doğan Bey'in kalesine haberci göndermeyip bizzat gitmişti. O alaca karanlıkta düşman ordusunun ortasından, beyaz atı, beyaz, sarığı, boynunda kefeni ile beyazlar içinde geçmesi ve görülmemesi zahiren mümkün görülmemekle beraber, gönül ehlince mümkünsüz değildir.

Acaba sahib-i velayet Hüdavendigâr Gazi Hazretlerinden iras (miras) yoluyla mertebeler de mi almıştı Yıldırım Bayezid han!? Belki de.,.
Sabah olunca Yıldırım Bayezid başta olmak üzere İslâm askeri, ehli salib üzerine saldırdılar. Ancak bu saldırı, bir taktik saldırışıydı. Hedef; mutlaka düşmanı imha edecekleri yere çekmekti. Bu sebeble hafif silahlarla mücehhez bir akıncı kuvveti düşmana savlet etmiş, bir müddet çarpıştıktan sonra yüzgeri ederek, düşmanı imha edebilecekleri sahraya çeke-b"lmişlerdi. Bazı tarihlerde, bu taktiği ya anlamıyan müver-rin'er veya anlamak istememelerinden dolayı, Akıncıların başi bozuk olarak saldırdıklarını, korkusuz Jan ve Mareşal Filip';n şövalyelerinin akıncıları bozguna uğrattıklarını ileri sürerkr. Halbuki olay dediğimiz gibi, düşmanı imha edilecek yere çekme plânının tatbikinden başka birşey değildi.

Bir hilal gibi engebeli arazinin yamacına yayılan İslâm askeri, akıncıların düşmanı istenilen noktaya getirdiğini görünce bir kıskaç gibi, hilali dairesel biçimde kapatmış, ancak kaçmak isteyenlere bir açık yol bırakarak, tarihin en büyük imha savaşlarından birini gerçekleştirmişlerdi.

Çok kanlı bir imha harbi bittiğinde, tarih H. 798/M. 1396 yılını gösteriyordu. Mareşal Filip, birçok Fransız ve Alman şövalyesi telef olmuşlar, Korkusuz Jan ise esir düşmüş, Si-gismund da açık bırakılan yoldan kaçmayı başarmış, fakat yurduna dönebilmek için aylarca tebdil-i kıyafet ederek dolaşmak zorunda kalmıştı.

Bu kesin mağlubiyet, Avrupa ülkeleri ve Papa trafından duyulunca yas ilan etmişler, günlerce kiliseler çanlarını acı çalarak insanlarını kiliselere toplayarak dualar etmişler'dir.

Osmanlı Ünvanları

ADLİ:
"Adil". II. Bayezid, III. Mehmed ve II. Mahmud'a verilmiştir.

AĞA:
"Komutan". Ordudaki kıdemli görevlilere, Yeniçeri ağası ve Kızlar ağası gibi saray korumalarına verilmiştir.

AHRETLİK:
"Manevi evlat". Dürrüşehvar'a verilmiştir.

AK BAŞLI:
"Ak başlıklı". Aktimur'a verilmiştir.

ALP:
"Kahraman asker". Daha çok ilk dönemde kullanılmakla beraber kabilevi yapılanma sona erdiği dönemde de kullanılmaya devam edilmiştir.

AMCAZADE:
Amca çocuğu.

ARSLAN:
"Arslan veya Arslan yürekli".

AVCI:
IV. Mehmed'e verilmiştir. Hayatındaki en önde gelen uğraşısı idi. Edirne civarında kendisini bu iptilaya kaptırmıştı.

BAHİR:
"Denizci"

BAHTİ:
"Talihli". I. Ahmed'e verilmiş ve onun tarafından şiirlerinde maslah olarak kullanılmıştır.

BAŞ:
"Lider", "Başkan". Baş-Çuhadar" veya "Kapıcı-başı" gibi genellikle diğer ünvanlarla beraber kullanılmıştır.

BEDROS:
"Kurnaz". Genel bir Ermeni adıdır ve güya II. Abdülhamid'in yüz hatları itibariyle Ermeniler'e benzediğini ima için ona verilmiştir. Wittlin'in anlattığı bir hikayeye göre, Abdülhamid'in babası I. Abdülmecid değil, Abdülhamid'in annesiyle gizli aşk hayatı yaşamayı başaran bir Ermeni'dir. Abdülhamid'in annesi Trimüjgan'ın muhtemelen Ermeni olması daha kolay anlaşılır bir açıklamadır.

BEY:
"Efendi", "Şehzade". Zamanla bu ünvan değerini kaybetti ve daha ziyade İngilizce'deki esquire gibi nezaket ünvanı haline geldi.

BEYCEĞİZ:
"Küçük Şehzade"

BEYLERBEYİ:
"Bölge Valisi". Büyük eyaletlerin idarecisine verilmiştir.

BEYZADE:
"Şehzade oğlu". Padişahların kızlarının oğullarına verilen ünvandır. İlk dönemlerdeki "Sultanzade" ünvanının yerini almıştır.

BIYIKLI:
"Sakallı"

BOŞNAK:
"Bosnalı" CEDDÜ'L OSMAN "Osmanlıların Babası".Süleyman Şah'a verilmiştir.

CEMCA:
"Cemşid gibi güçlü". Sultan için Doğu dillerinde kullanılan bir ünvan.

CİHANDAR:
"Dünyanın Efendisi". III. Selim'e verilmiştir.

CİVAN:
"Genç". 2138/ Mehmed'e verilmiştir.

ÇAKIRCI:
"Şahinci"

ÇAVUŞ:
"Rütbeli Er", "Haberci"

ÇELEBİ:
"Beyefendi". "Kibar Efendi", "Genç Efendi". II. Mehmed dönemine kadar padişah oğullarına verilen ünvandır. Ayrıca I. Mehmed'e de özellikle verilmiştir.

ÇELEBİ SULTAN:
"Kibar-Şehzade". 1594 yılına kadar sancak valisi olan padişah oğullarına verilmiş olan ünvandır.

ÇUHADAR:
"Kahya".

DAMAD-I ŞEHRİYARI:
"Padişah Damadı". Padişahların kızlarıyla evlenenlere verilen ünvandır. Ancak bu sadece babasının saltanatı döneminde evlenen kızların kocalarına uygulanmıştır. Ayrıca aynı isimlerdeki birkaç veziri seçmek için de bu ünvan kullanılmıştır.

DAYE:
"Süt Anne"

DEFTERDAR:
"Hazineci"

DELİ:
I. Mustafa ve İbrahim'e verilmiştir.

DİVİTDAR:
"Yazma kutusunu taşıyan"

DOĞANCI:
"Doğan yakalayıcısı"

DÜZME(CE):
"Sahte". Kendi adına çıkan isyan döneminde ve aslı konusundaki şüpheye ifade etmek üzere Mustafa'ya verilmiş ünvandır.

EBU'L FETH:
"Fethin babası". II. Mehmed'e verilmiştir.

EFENDİ:
I. Abdülmecid döneminden itibaren padişah oğullarına verilen ünvandır. Ayrıca tarikat üyeleri arasında da bir dereceyi gösteren tabirdir.

EĞRİ:
"Eğri-büğrü". Topal olan Cihangir'e verilmiştir.

EĞRİ FATİHİ:
III. Mehmed'e verilmiştir.

EMİR:
"İdareci", "Şehzade". Yarı bağımsız idareciler için kullanılmıştır. Ayrıca Selçıklulara bağımlı olduğu süre zarfında I. Osman için kullanılmıştır. 1402-1413 arasındaki Fetret Devri esnasında I. Bayezid'in oğullarından birinin açık şekilde üstün idareci olmadığını göstermek için yeniden kullanılmıştır.

EMİRÜ'L MÜ'MİNİN:
"Müslümanların İdarecisi". Halifeye verilen isimlerden biri olup I. Selim'in Mısır seferinden sonra Osmanlı padişahlarına da verilmiştir.


FAHREDDİN:
"Dinin öğüncü". I. Osman'a verilmiştir.

FATİH:
İstanbul'u fethinden dolayı II. Mehmed'e verilmiştir.

FATİH-İ BAĞDAT:
"Bağdat'ı fetheden" IV. Murad'a verilmiştir.

FRENK:
Frank. Başlangıçta Fransa'dan gelenler için kullanılmışken oldukça genişletilerek herhangi bir Avrupa ülkesi için de kullanılmıştır.

GAZİ:
Daru'l Harbde savaşan kişilere ve Hristiyanlara karşı alınmış zaferlerdeki askerlere verilen ünvandır. Özellikle de O. Osman, Orhan, I. Murad, I. Bayezid, II. Mehmet ve IV. Murad için kullanılmıştır.

GENÇ:
II. Osman'a verilen isimdir.

GÖZDE:
Padişahın cariyeleri için kullanılmıştır.

GÜLEÇ:
"Neşeli"

GÜREŞÇİ:
Güçlü olduğu için I. Mehmed'e verilmiştir. "Güreşçi" mi "Kürüşçü" mü olduğu şeklinde bir şüphe var ise de, doğru şekli "Güreşçi" şeklindeki Padişah için kullanımıdır.

GÜVEY:
"Damad"

GÜZELCE:
"Yakışıklı"

HACE, HACİ:
"Hacı". Hace kadınlar için, Hacı erkekler için kullanılna formudur. Mekke'de Hac görevini tamamlayan kişiye verilen ünvandır.

HADİMU'L HARAMEYNİ'Ş ŞERİFEYN:
"İki mübarek şehir olan Mekke ve Medine'nin koruyucusu". I. Selim'e 1517'de Mekke Şerifi tarafından bu şehirlerin anahtarı gönderilmek suretiyle verilmiş bir ünvandır.

HAFIZ:
"Koruyucu". Genişletilmek suretiyle Kur'an'ı ezbere bilen kişiye denilmiştir.

HAKANİ:
"Emperyal"

HAKANÜ'L BERREYN VE'L BAHREYN:
"Karaların ve Denizlerin Hakanı". Padişahın gücünün ihtişamını ifade eden ünvanlardan biridir.

HALİFE:
Son Abbasi Halifesinin 1538'de ölümüne kadar halifeliği elinde tuttuğu şeklindeki birtakım düşüncelere rağmen, 1517 yılında Halifeliğin I. Selim'e ve onun mirasçılarına geçmesi, İslam'da önemli ölçüde sert tartışmalara neden olmamıştır. Cam. Mod. Hist., 91'de: "Hilafet İslam'ın temel prensiplerinden biridir ve bütün Müslümanlar tek bir imam tarafından idare edileceklerdir. Ayrıca İmam'da Hz. Peygamber'in kabilesi olan Kureyş'ten olacaktır. 1517 yılında İmamlık, Haşimoğullarından Mehmed Ebu Cafer'in güçsüz ellerindeydi ve halifeliği Kahire Sarayı'nda sembolik olarak devam ettiriyordu. Abbasilerin en son halifesi olarak Sultan Selim lehine halifelikten feragat etti. Bu biçimsel geçiş, Kureyş kabilesine mensup olmamakla birlikte Türk sultanlarının Müslümanların idarecisi veya İmamı olmalarının temeli oldu. Halifeliğin Osmanlılara geçişi, Mekke Şerifi'nin Kabe'nin anahtarlarını Selim'e göndermesi, böylece Selim'in Mukaddes Beldeler'in koruyucusu olmasıyla halifeliğin tanınması onaylanmış oldu" der. S. Lane Po

HAN:
Kırım idarecileri için kullanılmıştır. II. Selim tarafından torunu İbrahim'e verilmiştir.

HANÇERLİ:
"Hançer taşıyan"

HANIM SULTAN:
"Prenses Hanım". Padişahların kadın tarafından kız torunlarına verilen ünvan.

HANTAL:
"Beceriksiz"

HASEKİ SULTAN:
"Gözde Prenses". Erkek evlat doğurmuş olan padişah gözdelerine verilen ünvan. Genellikle ilk dört veya altı anne ile sınırlanmıştır.

HASEKİ KADIN:
"Gözde Kadın". Padişah kızlarının annelerine verilmiştir.

HATUN:
"Hanım". İlk dönemlerde, son dönemlerdeki Valide Sultan yerine padişahın nikahlı eşlerine verilen ünvandır.

HEZARPARE:
"Bin parça". Ölümünden sonra kendisine yapılan suikasde işaret etmek için Ahmed'e verilen ünvandır.

HÜMAYUN:
"Padişaha ait". -Devlet kuşu, saadet anlamına gelen- "Hümay"dan alınmıştır.

HÜNKAR:
"Hükümdar" I. Murad ve II. Mehmed'e verilen ünvan.

HÜDAVENDİGAR:
"Hükümdar", "Bey". I. Murad'a verilmiş ve daha sonra da Bursa Sancağı içinde kullanılmıştır. Yine Orhan ve II. Murad için de kullanılmıştır.

İKBAL:
"Talih". Haremde il rütbe ilerlemesi.

İLHAMİ:
"İlham alan". III. Selim'e verilen ünvandır.

KALAYLIKÖZ:
"Beyaz Fındık"

KANBUR:
I. Mahmud'a verilmiştir.

KANLI:
Politikasını ima için II. Abdülhamid'e verilmiştir.

KANUNUİ:
"Adil". II. Mehmed'e ve özellikle de I. Süleyman'a verilmiştir.

KAPUDAN PAŞA:
"Amiral". Osmanlı donanmasının başındaki kimseye verilmiştir.

KARA:
I. Osman ve birçok kişiye verilmiştir.

KEHLE-İ İKBAL:
"Talih bitti"

KETHÜDA:
"Kahya".

KIZIL:
"Kırmızı"

KOCA:
"Büyük".

KOZHEYCİ:
"Fındık satıcısı"

KÖSE:
"Sakalsız"

KRAL:
Sırp ünvanı.

KUL:
"Köle".

KULOĞLU:
"Köleoğlu"

KÜRÜŞÇÜ:
"Yay gerdiren". Bir sanatta pir kabul edildiği için I. Mehmed'e verilmiştir.

LALA:
"Terbiyeci". Özellikle hem sarayda, hem de tayin edildikleri sancak valiliklerinde genç şehzadeleri yetiştirenlere verilen ünvandır.

Lİ/LI/LU:
"den,dan" Yer isimlerine bağlanır. Kişinin doğum yerini işaret için kullanılmıştır.

MAKBUL:
"Gözde"

MAKTUL:
"Öldürülmüş"

MEHD-İ ULYA-YI SALTANAT:
"Büyük saltanat beşiği". Diğer bir ismi de Valide Sultan'dır.

MEKRİ:
"Kurnaz"

MEST:
"Sarhoş". II. Selim'e verilmiştir.

MEYVEİ:
"Meyve satan"

MIRAHOR:
"Ahırların muhafızı". "Emir-i Ahur"dan gelmedir.

MİRZA:
"Şehzade". İran ünvanıdır.

MUHASSIL:
"Vergi tahsildarı"

MUHSİN:
"Bağışlayıcı"

MUHTEŞEM:
Avrupalılar tarafından I. Süleyman'a verilen ünvandır. Türkler kullanmazlar.

MUID:
"Okulda düzeni sağlayan"

MUSAHİP:
"(Padişah'a hususi işlerinde) Yardım eden" ve daha geniş ifadesiyle "Gözde".

MÜVERRİH:
"Tarihçi"

NEBİL / NEBİLE:
"Prens/Prenses". Mısır ünvanıdır.

NAİB:
"Vekil".

NAKKAŞ:
"Dekoratör"

NAMZET:
"Aday". Henüz tam olarak evlenmemiş, nişanlı olan padişah kızlarına verilen ünvandır.

NİŞANCI:
"Saltanat mührünün muhafızı".

NİŞANCI OĞLU:
"Saltanat mührü muhafızının oğlu".

OĞUZ:
"Temiz" veya "Genç erkek"

OSMANCIK:
"Küçük Osman". I. Osman için kullanılmıştır.

PADİŞAH:
"Hükümdar". İran kaynaklı bir ünvandır. Sultanların çok fazla arzu ettikleri en yüksek makamdır. Herhangi bir kimse tarafından sultanla eş anlamlı olarak da kullanılabilir. Son döenmlerde Fransız Kralları için de kullanılmıştır.

PALABIYIK:
"Kavisli uzun bıyıklı".

PARE:
""Parça". "Hezarpare" ve "Şekerpare"de olduğı gibi.

PEHLİVAN:
"Şampiyon", "Güreşçi". I. Mehmed'e verilmiştir.

REİSÜ'L-KÜTTAB:
"Katiplerin Reisi".

RUM:
"Rumeli". Temelde Roma ve Roma İmparatorluğu içinde kalan yerleri ifade eder. Böylece Anadolu Selçukluları, İran Selçuklularından ayrılmışlardır. Ayrıca "Rum Beylerbeyi" altında Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa eyaletlerini de temsil eder.

SAHİB-KIRAN:
"Her zaman başarılı Hükümdar". I. Süleyman ve IV. Murad'a verilen ünvandır.

SAİBÜ'L-AŞERETİ'L - KAMİLET:
"On numarayı tamamlayan". Onuncu sultan olduğu için I. Süleyman'a verilmiştir.

SANCAK:
"Büyük Bayrak". "Eyalet".

SANCAK BEYİ:
"Eyalet İdarecisi".

SARHOŞ:
II. Selim'e verilmiştir.

SARI:
"Sarı", "Soluk". II. Selim'e verilmiştir.

SARIKÇI:
"Sarık yapan"

SEDEF-İ DÜRR-İ HİLAFET:
"Hilafet incisinin sedefi". Bir diğer ünvanı da "Valide Sultan"dır.

SEMEN/SEMİZ:
"Şişman"

SERASKER:
"Ordu komutanı".

SEYYİD:
"Peygamber soyundan gelen"

SİLAHDAR:
"Silahları muhafaza eden memur". Sultanın hususi görevlilerinden biri.

SİPAHİ:
"Atlı asker"

SIĞIR:
II. Selim'e verilmiştir.

SOFU:
II. Bayezid'e verilen ünvandır.

SULTAN:
"Prens". En az üç farklı kullanımı vardır. En geçerlisi, 'devletin başı" olarak kullanımıdır. "Sultan Han Murad"da olduğu gibi "Han" ile birlikte "Şehzade"lik ifadesi anlamında da kullanılmıştır. Bu şekli genellikle padişah oğulları içindir ve özellikle de II. Mehmed döneminden sonradır. bununla beraber eğer isimden sonra kullnaılmışsa o ismin "Prenses" olduğunu ifade eder: Fatma Sultan'da olduğu gibi. Yine "Haseki" ve "Valide" kelimleri ile de birleştirilerek kullanılmıştır.

SULTANÜ'L-GUZAT:
"Gaziler sultanı". İlk dönem ünvanıdır. I. Murad ve diğerlerine verilmiştir.

SULTANZADE:
"Prenses oğlu". Padişah kızlarının oğullarına veya erkek torunlarına verilen ünvandır.

ŞAH-I ALEM-PENAH:
"İmparator", "Dünyanın barınağı". Padişahın üstünlük ünvanlarından biridir. İran menşe'lidir.

ŞAHİN:
Sokullu Mehmed Paşa'ya verilmiştir.

ŞAHZADE/ŞEHZADE:
"Padişahın oğlu". I. Mehmed ile başlayarak padişahların oğullarına verilmiştir.

ŞEHİD:
Savaşta dini uğruna ölen kişi. I. Murad ve II. Osman'a verilmiştir.

ŞEHRİ:
"Şehirli"

ŞEYH:
Edebali'ye verilmiştir.

ŞEYHÜLİSLAM:
"Müfti". Halifenin altında olup İslam'ın başkanıdır.

ŞÜCAEDDİN:
"Dinin kahramanı". Orhan'a verilen ünvandır.

TAVAŞİ:
"Hadım"

TAVİL:
"Uzun". Sokullu Mehmed Paşa'ya verilmiştir.

TEKFUR:
"Kral". Ermenice "Tagavor"dan alınmıştır.

TIRNAKÇI:
"Dolandırıcı"

TİRYAKİ:
Genellikle uyuşturucu veya sigara tiryakiliği için kullanılır.

UĞURLU:
"Şanslı"

VALİDE:
"Anne".

VALİDE SULTAN:
"Prenses Anne". Saltanatları döneminde padişahların annelerine verilen ünvandır. XVI. yüzyılda girmiştir.

VELİ:
II. Bayezid'e verilen ünvandır.

VELİAHT:
"Tahta geçecek şehzade". Tahta geçecek kişi için son dönemde kullanılmıştır. Ancak 1876 Anayasası tahta çıkacak şehzadenin "en yaşlı erkek evlat" olmasını belirleyinceye ve diğer şehzadeleri reddedinceye dek uygulanamamıştır. Hatta VI. Mehmed'e "Veliahd-ı Sani" (Tahtın ikinci varisi) ünvanı verilmişti. Benzer bir makam, Kırım Hanlarından Nureddin'e de verilmiştir.

VEZİR:
"Bakan". "Ağır sorumluluk yüklenen".

VEZİR-İ AZAM:
"Başbakan", "Baş vezir". Bir diğer formu da "Sadr-ı Azam"dır.

VOYNUK:
"Bulgar savaşçısı"

VOYVODA:
"İdareci". Moldavya ve Lehistan prensliklerinden birinin yöneticisine verilen ünvandır.

YAĞLIKÇI:
"Yağlık satan"

YAVUZ:
"Yiğit". I. Selim'e verilmiştir.

YENİ ÇERİ:
"Yeni askerler." Meşhur Yeniçeri Ocağı mensupları.

YILDIRIM:
I. Bayezid'e verilmiştir.

ZADE:
"-oğlu". Genellikle "ın soyu" anlamında genişletilmiştir.


Kaynak: guncelmeydan.com