23.02.2008

Orhan Pamuk Dosyası

Sevgili dostlar edebiyata olan ilgimden dolayı aslına bakarsanız yazı insanlarının ufak tefek hatalarını maruz görür ve onları çok gündeme getirmemeye çalışırım. Çünkü yazar dünyayla sıkıntısı olan insandır ve temel olarak yaptığı sıkıntısını yazıya dökmektir.

Bunu en iyi kendimden bildiğim için yazı insanlarının bazı çıkışlarını çok önemsemem. Orhan Pamuk'un son yaptığı açıklamalarla beni "yazara dokunma" prensibimi bozmak zorunda bıraktırdığı için üzgünüm. Nedense edebiyatçılarımız siyaset yapmadan duramıyorlar ve bu siyasetlerde ne hikmetse hep vatanımız aleyhine oluyor.

İstihbarat dünyasında "kuş yumurtası üretmek" diye bir değim vardır. Diyelim ki X ülkesinde bundan 20 sene sonra yapmak istediğiniz uzun vadeli bir operasyon var. Bu operasyon için size çeşitli provakatörler lazım ve en güvenilir provakatör kendi yetiştirdiğinizdir.

Bu iş için yetenekli ama geleceği parlak olmayan zayıf karakterli bir "yumurta" bulunur. Mesela bu genç üniversitede devşirilir ve aşama aşama önce öğretim görevlisi daha sonrada medya parlatmaları ve şirket sponsorluklarıyla ülkede sözü dinlenen bir Profesör haline getirilir.

Gerekirse tüm araştırma ve kitapları da eline hazır olarak verilir. Ülkedeki insanlar bu kişinin yazdığını sandıkları muhteşem eserleri okur ve ona olan saygıları artar. Böylece yumurta kuluçka aşamasını bitirmiş ve çatlayıp güzel bir kuş olma zamanı gelmiştir.

Belirlenen zamanda bu profesör medya yoluyla müthiş radikal açıklamalar yapmaya başlar ve tüm ülkeyi karıştırır. Aynı anda kendisi gibi yetiştirilen diğer yumurtalarda farklı faaliyetlere girişirler. Neyse konu uzun benim yerim dar ama ilgilenenler için Doğu Bloğunun çöküş dönemine bakmalarını salık veririm.


Bu alakasız konudan sonra gelelim Orhan beye.

Ferit Orhan Pamuk Beyin (kimsenin bilmesini istemediği göbek adı Ferit'tir) ülkesine bu kadar muhalif olmasını hiç anlayamamışımdır. Hani fakir ve hayatını zorluklar içinde geçirmiş birisi olsa belki anlayacağım ama Orhan Pamuk sülalece aristokrat tabakasına mensuptur ve bugün eleştirdiği devletin çok ekmeğini yemiştir.

Mesela dedesi Cumhuriyetin ilk mühendislerindendir ve özellikle Atatürk, İnönü dönemlerinde yapılan demiryolu hamlesinde büyük ihaleler alıp kısa zamanda zengin olmuştur.

Oğulları bu koca servetin büyük kısmını sefahatle tüketseler de Orhan Pamuk'un zengin bir hayat sürmesine yetecek kadar servet kalmıştır.

Babası deseniz Türk özel sektörünün duayenlerinden Gündüz Pamuk.
Amerikanın IBM şirketinin Türkiye'ye atadığı ilk genel müdürlerden.

1959-1964 yılları arasında IBM firmasının tüm devlet birimlerine ve silahlı kuvvetlere sattığı cihazları pazarlayan kişi.

1964 yılından sonra Koç Holding'de Aygaz Genel Müdürlüğü, Koç Holding Plan Grubu Başkanlığı, Arçelik müdürlüğü yapmış ayrıldıktan sonra iki senede PETKİM'in başında bulunmuştur.

Yani Orhan Pamuk'un babası Türkiye'nin başarılı özel sektör yöneticilerinden biri.


Bu kadarda değil Gündüz Pamuk İsmet Paşa'nın yakın dostudur ve SODEP'in kurucularındandır. Kısacası Pamuk ailesi dönemlerinde zengin oldukları Halk Partisine büyük bir sadakatle bağlı.

Anne tarafı deseniz o da aristokrat.

Anne tarafından büyük dedesi 1700'lü yıllarda Girit Valiliği yapmış İbrahim Paşa. İbrahim paşa geniş torun yelpazesine sahip ve bu kanaldan Orhan Pamuk'un ilginç akrabaları var.

Mesela Hürriyet Gazetesinde edebiyat yazıları yazan papyonlu Doğan Hızlan ve eski İş bankası genel müdürü Ferit Basmacı Orhan Pamuk'la uzaktan akraba.

Karısı Aylin Pamuk bile aristokrat. Aylin hanımın anne tarafı Beyaz Rusya'dan göç etmiş ve daha sonra Osmanlı hizmetine girmiş bir Rus soylusuna dayanmakta. Babası ise Osmanlı Adliye Nazırı Kazım Beyin oğlu.

Kısacası sevgili dostlar bugün Türkiye'deki sisteme binlerce eleştiri yağdıran Orhan Pamuk bu eleştirileri yapacak en son kişidir çünkü Osmanlıdan beri bu ülkeyi yöneten aristokrasinin tam bir üyesi kendileri. Peki Orhan Pamuk'ta oluşan bu sistem düşmanlığı nereden kaynaklanıyor ve acaba "yapay" bir düşmanlık mı sorularına cevap arayalım.


Orhan Pamuk'un hayatının ilk evrelerine baktığımız zaman koca bir başarısızlık olduğunu görüyoruz. 30 yaşına kadar iki okul değiştirmiş ve sırf askerliğini kısa dönem yapmak için Gazetecilik okumuş bir insan. İlk başlarda ressam olmak isterken sonra yazarlığa sarıyor. Yıllarca evinin odasına kapanarak ödüller alan ama kimsenin para vermek istemediği romanlar yazıyor.

Tam artık buraya kadarmış aşamasına geldiği anda sihirli bir değnek değmiş gibi Orhan Pamuk'un kitapları satmaya ve yurtdışında tanınmaya başlıyor. Peki bu sihirli değnek acaba nerede değmiş olabilir. Benim kanaatimce bu değneğin izini Amerika'da sürmek lazımdır.


Amerika'ya gitmeden önce Orhan Pamuk üzerinde derin etkileri olduğu anlaşılan birisinden bahsetmek lazım. Bu kişi Orhan Pamuk'un erkek kardeşi Şevket Pamuk.

Şevket Pamuk Orhan Pamuğun ilk dönemlerinin aksine oldukça başarılı bir insan. Amerika'da Yale,Berkeley gibi sağlam üniversitelerde ekonomi okuduktan sonra Türkiye'de bir çok üniversitede ders veren Şevket Pamuk Osmanlı ekonomisi üzerinde tanınmış bir uzman.

Kendisi pek çok yabancı üniversitede Osmanlı ve Türkiye ekonomisi üzerine dersler vermiş.

Bu üniversitelerden en ilginci İsrail'de bulunan Negev Ben Gurion üniversitesi. İsmini İsrail'in ilk başbakanı,İsrail'in kurucularından ve hatta anarşik faaliyetleri yüzünden Osmanlı tarafından Filistin'den kovulacak kadar fanatik siyonist olan David Ben Guriondan almıştır.

Üniversitenin derslerini MOSSAD'ında ilgiyle takip edip raporlar hazırlattığı bir "Ortadoğu Çalışmaları" bölümü bulunmakta.

İşte sayın Şevket Pamuk böylesine kaliteli bir bölümde ders verebilecek kadar yetenekli bir ekonomi uzmanımız. Ben Gurion üniversitesinin başında 14 sene Dünya Bankasında çalışmış ve daha sonra bu başarılarından ötürü Rotary ve Lions klüplerinin 2000 yılının adamı olarak seçtikleri Prof.Avishay Braverman bulunmakta. Böylesine başarılı bir ekonomistin yönettiği üniversitede ekonomi dersi vermenin önemini anlamışsınızdır. İşte Orhan Pamuk'un kardeşi Şevket Pamuk bu kadar değerli bir hocamız.


Evet biz Orhan Pamuk'un Amerika yolculuğuna dönelim gene.

1985-1988 arasında tam üç sene Amerika'da kaldı Orhan Pamuk. Bu dönemde Amerika'da harıl harıl kitap yazmanın dışında çok önemli bir kursuda başarıyla bitirdi. Bu kurs Iowa üniversitesi bünyesinde verilen International Writing Program (IWP) isimli çok ilginç bir kurs.

Kursun amacı dünyanın değişik bölgelerinden gelen ve kendilerinde potansiyel görülen yazarların Amerikan hayatını tanımaları ve kitaplarını yazabilecek güzel bir ortama kavuşmaları. Bu "iyiliksever"programın bünyesinde her sene 20 kadar yazar ağırlanıyor.

İşte Orhan Pamuk';un bu kurstan sonra hayatı değişti. Yani onun deyimiyle "Bir kursa gitti hayatı değişti".

Bu arada kurstan 2004 senesinde mezun olan bir başka Türkün ismi de Mahir Öztaş aklınızda bulunsun çünkü geleceği parlak.

İnsan düşünmeden edemiyor bu üniversite bu kadar insanı çağırıp onları aylarca yedirip içirecek ve ağırlayacak parayı nereden buluyor diye.

Cevabı basit.

Bu yazar eğitim kursu programının baş sponsoru Amerikan Dışişleri Bakanlığı.

Orhan Pamuk'un şansı Amerika'da bundan sonra oldukça açılıyor. Baktığımız zaman Orhan Pamuk'un Amerika'da basılan kitaplarının tamamına yakını aynı yayınevinden çıkmış. Bu yayınevi Random House. Yayınevinin sahipleriyse dünyaca ünlü Alman Bertelsmann yayıncılık. Bertelsmanın kurucusu ve şu anda emekli hayatı süren dünyanın en zenginlerinden Reinhard Mohnda sihirli değnek örneklerinden.

Bay Mohn İkinci Dünya Savaşında general Rommelin Afrikakorps birliğinde asteğmen olarak savaşıyor. Burada Amerikalılara esir düşerek Kansasda bir esir kampına tıkılıyor. O zamana kadar kitaplara ilgi duymayan Mohn biranda kitap sever oluveriyor. Savaştan sonra komünizm tehdidi altındaki ülkesine dönen Mohn aniden bir yayınevi açarak ilahi kitapları ve dini kitaplar basmaya başlıyor.

İşte Bertelsmanın kuruluşu böylesine mütevazi.

1991 senesinde emekli olduğu zaman Bertelsmann dünyanın en büyük yayıncılarından ve kendiside karun kadar zengin. Bu Amerikalılar asteğmen Mohna esir kampında ne yedirdilerse adam başarının sırrını buluveriyor bir anda.

Bertelsmanın bir diğer ilginç özelliği Doğan Holdingle 2001 senesinde Müzik piyasasına yönelik bir ortaklığa gitmeleri. Bu ortaklığın tüm görüşmeleri bizzat Aydın Doğan'ın kızı Hanzade tarafından yapıldı.

Buna göre şu an Türkiye'de yayınlanan pek çok yabancı müzik albümü hep bu ortaklığın sayesinde Türkiye'ye ulaşıyor. İşte bu büyük grup Orhan Pamuk'u çok sevmiş olacak ki tüm kitaplarını satsa da satmasa da ısrarla onlar basıyorlar.

Orhan Pamuk'un en büyük başarılarından biride dünyaca ünlü IMPAC Dublin ödülünü almış olması. Bu ödül öylesine basit bir plaket değil tabii ki çünkü ödül jürisi "Benim adım Kırmızı" kitabını öylesine beğenmiş ki birde hediyesi olarak 115 bin dolar vermişler.

Peki bir Türk yazarına kendisiyle aynı mesleği yapan çoğu meslektaşının hayatları boyunca bir arada göremeyeceği meblağı veren kurumun arkasındaki güç kim.
Bu şirket ödüle ismini veren IMPAC şirketi.


IMPAC tüm dünyada yaygın yönetim danışmanlığı hizmetleri veren bir Amerikan şirketi.

Yönetim danışmanlığı adı altında güzel istihbarat hizmetleri verdiği de bilinir.

Şirketin başındaki Dr James Irwin İrlanda'yı ve kitapları çok sevdiği için böylesine güzel bir ödül ortaya çıkarmış ve her sene başarılı bir yazara bu ödül veriliyor.

Edebiyatsever dostumuz bay Irwin çok da aktif birisi. Kendisi Amerikanın önde gelen Cumhuriyetçilerinden ve Amerikan ordusuyla arası harika. O kadar harika ki Amerikan Askeri akademisi West Point'den üstün hizmet ödülü almış.


Orhan Pamuk'a verilen ödülün sponsoru bay James Irwin "International Democratic Union" derneğinin de baş üyesi ve muhasebecisi.

Bu dernek dünya çapındaki merkez sağ partileri bir araya getirmek için kurulmuş. Kurucuları arasında Ronald Reagan,Margaret Thatcher,Baba George Bush, Helmut Kohl ve Jack Chirac gibi önemli isimlerde bulunmakta.

Derneğin Türkiye'den de iki üyesi var. Bunlar Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi. Derneğin şu anki başkanı Avustralya'nın Amerikan yanlısı başbakanı John Howard.


James Irwin bunun dışında Washintonda bulunan "Center for Democracy" derneğinin de üyesi.

Tüm dünyaya Amerikan demokrasisi getirme amacındaki bu derneğin en ilginç siması artık hepimizin tanıdığı Henry Kissinger. Kissinger dendi mi o demokrasinin nasıl geleceğini hepiniz tahmin edersiniz herhalde.


Orhan Pamuk'un otuz yaşlarına kadar odasından çıkmayan biri olarak çok büyük aşamalar kaydettiği büyük bir gerçek.

Şu anda kazandığı ünün ve paranın keyfini çıkarmakla meşgul. Taksim meydanına yakın ve muhteşem boğaz manzaralı teras katında yeni eserleriyle uğraşıyor.

Duvarlarında Japon edebiyatına kadar tasnif edilmiş yüzlerce kitap bulunan lüks dairesini sadece çalışma amaçlı kullanıyor ve bazen de yakın dostlarıyla yemek yiyor.

Bu eve sık sık gelen yakın dostlardan biride Yahudi asıllı Amerikan gazetecisi Jeri Liberdi. Bu şahsiyeti hafızası güçlü okurlar hatırlayacaklardır. Kurucusu olduğu insan hakları izleme komitesini temsilen Türkiye'deki insan hakları ihlallerini konu alan bir rapor yazmıştı. Sonra bu rapor kitap haline de dönüştürüldü.

Bu raporda Türk ordusunun Kürtlere katliam yaptığını iddia edilmiş ve Türk ordusuna açıkça "serseriler" diye hitapta bulunulmuştu

Bu kitabın çevirisini yapan Ertuğrul Kürkçü ve Ayşe Nur Zarakoğlu hakkında dava açılınca Jeri Liber onlara destek vermek için hemen Türkiye'ye gelerek mahkemelere katılmıştı.

Herhalde Sayın Orhan Pamuğun fikirlerinin oluşmasında Jeri Liberle özel teras katında yaptığı yemekli sohbetlerin büyük etkisi olmuştur.


Evet sevgili dostlar uzun bir yazının sonuna geldik. Keşke Orhan Pamuk gibi yazarlarımız bu şekilde açıklamalar yapmasa da bizde edebiyatçılarımızla ilgili böyle uzun yazılar yazmasak. Bu arada yazıyı yazarken sabahı etmişiz gene ve dışarıdan kuş sesleri geliyor. "Kuş sesleri" çok güzel ama her "kuşun" sesi değil tabii ki.


Serdar Kuru

Yabancı Dilde Eğitim Kimliksizleştiriyor.

Yabancı dilde eğitim veren yerlerde okuyan öğrenciler, başarı düşüklüğünün yanı sıra, kültürel kimlik kaybına uğruyorlar.

Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ali Nazım Sözer, orta ve yüksek öğretimde yabancı dilde eğitim veren okulların sayısının giderek artığını belirterek, yabancı dilde eğitimin, öğrenme zorlukları yanında, kendi toplumuna yabancılaşmaya neden olduğunu savundu.

Sözer, yaptığı açıklamada, dünyada tespit edilen dil sayısının 2 bin 796 olduğunu, bunlardan 26 grubun yazıya döküldüğünü söyledi. Ural-Altay dil ailesine ait olan Türkçe'yi 200 milyonu aşkın insanın konuştuğunu ve dünyanın beşinci büyük dili olduğunu belirten Sözer, dili, düşüncenin gelişmesinin, uluslaşmanın ve siyasal özgürlük rejiminin kurulabilmesinin çimentosu olarak tanımladı.

Dildeki zafiyetin, toplumun “dilsizleşmesi, kekemeleşmesi” sonucunu doğuracağını kaydeden Sözer, Osmanlı Devleti'nin bu durumun tipik bir örneğini yaşadığını kaydetti.

Sözer, “Çünkü resmi dil Osmanlıca iken, halk Türkçe konuşmakta, din dili olarak Arapça, edebiyat dili olarak Farsça, bilim dili olarak da batı dilleri kullanılmaktaydı. Halkın kullanmakta olduğu dil, reaya dili olarak görülmekte, genç ve ilerici aydınlar, anlatmak istediklerini Fransızca söylemeden ya da yazmadan kendi kendilerine bile ifade edemezlerdi” dedi.

Dilde ikiliğin öğrenim birliği açısından birçok kötü sonuçlar yarattığını iddia eden ve bir ulusun bireylerinin ancak bir eğitim görmesi gerektiğini kaydeden Sözer, iki türlü eğitimin, iki türlü insan yetiştireceğini savundu. Sözer, “Orta ve yüksek öğretimde yabancı dilde eğitim veren okulların sayısı giderek arttığı için gelecek on yılda Türkçe'nin azınlık dili haline geleceğini söylemek kehanet olmayacak” dedi.

Önce İşyeri Adları Etkilendi
“Özenti-yoz dilin” önce işyerleri, daha sonra da kişi adlarını etkisi altına aldığını belirten Sözer, şöyle konuştu: “Bir bankanın müşterilerine verdiği indirimli alışveriş yapılabilen mağazaların listesine bakıldığında 100 mağaza adının sadece 44'ünün Türkçe bir anlam ifade ettiği, diğerlerinin genellikle İngilizce isimlerden oluştuğu görülebilir. Turizm şirketlerinin gazeteye verdiği tam sayfalık ilanda bulunan 104 adet otelin sadece 9'unun Türkçe anlamı olan bir adı bulunmaktadır. Orta ve yüksek öğretimde yüzde 30 civarında olan yabancı dil kullanılarak yapılan eğitimin toplumumuzdaki olumsuz etkisi, oldukça yüksek olmuştur. Türkçe, turizm firma adlarında yüzde 90, müzik gruplarında ise yüzde 70 civarında terk edilmiştir.” Prof. Dr. Sözer, yabancı dilde eğitimin, öğrenme zorlukları ve başarı düşüklüğünün yanında, kültürel kimlik kaybına ve kendi toplumuna yabancılaşmaya da neden olduğunu savundu. Sözer, “Bir ülkeyi işgal etmenin en kolay yolunun dilini yok etmek” olduğunu vurguladı.

Prof. Dr. Ali Nazım Sözer
Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü

Yabancı dille eğitim nedir, ne değildir

Bu yazıda, yabancı dille eğitimi masaya yatıracağız, faydalı ve zararlı yönlerini “mümkün olduğu kadar” objektif bir şekilde incelemeye çalışacağız.

Yabancı dilin tanımı, yabancı dil öğrenmenin faydaları
Yabancı dil nedir? İnsanların doğduğu ülkede konuşulmayan, ancak başka bir milletle iletişim kurmak için öğrenilmesi gereken dile yabancı dil diyoruz. İki yabancı topluluk birbiriyle anlaşabilmek için ya ortak bir dil bilmeli, ya da birbirinin dilinden anlamalıdır. Olaya yalnızca iki toplumun birbirinin söylediğini anlaması olarak bakmak yeterli değildir; yabancı dil öğrenildiğinde o toplumun kültür birikimi, tarihsel gelişimi ve değer yargıları da öğrenilmeye, böylece ilişkiler sağlamlaşmaya başlar. Ne yazık ki, bütün toplulukların konuşacağı ortak bir dil projesi (Esperanto gibi) çok fazla rağbet görmemiştir. Geriye kalan ikinci seçenekte ise, genellikle daha gelişmiş olan ülkenin dili öğrenilip konuşulur.

Yabancı dille eğitimin tanımı
Yabancı dille eğitim nedir peki? Bu yöntem, ülkemizde yaygın kullanım alanı bulmuştur. Bir dersin veya bütün derslerin belli bir yabancı dille verilmesi, öğrencilerin sorularını bu yabancı dille sorması, sınavların, ödevlerin, sunumların bu dille yapılması olarak özetlenebilecek bir süreci kapsar.

Yabancı dille eğitimin avantajları
Yabancı dille eğitimin bazı belirgin avantajları vardır. Bunlardan biri, genellikle daha gelişmiş ve güncel olan, o yabancı dildeki kaynakların daha iyi okunup anlaşılmasına yardımcı olmasıdır. Bir diğeri de o yabancı dildeki önemli kavramların öğrenciye öğretilmesidir. Yabancılarla ilişkilerde bu kavramların yerine oturmuş olması, aynı zeminde tartışma olanağına imkân tanır. Gerektiği zaman bu kavramları yabancı dilde yazacağı eserlerde kullanarak, kendi dilinde pek rağbet görmeyecek olan (bu durumda yabancıların da içinde bulunduğu geniş bir kitleye ulaşmayacaktır) böyle bir çalışmayı daha geniş kitlelere duyurma olanağı doğar.

Yabancı dille eğitimin dezavantajları
Avantajları yanında, dezavantajları da barındıran bir sistem olması, yabancı dille eğitimdeki şu özelliklerle açıklanabilir: İnsanlar, genellikle anne karnında bir dil öğrenmeye başlar ve bu dil doğal olarak ana dil dediğimiz, o kişinin doğduğu ülkenin temel dili olur. Bir yabancı dil öğrenme ise çok daha sonra, en erkeni anaokulu çağında, yani doğumdan 5-6 yıl sonra öğrenilmeye başlanır. Dolayısıyla, insanın kendini anadiline oranla çok rahat etmediği bir şekilde ifade etmeye zorlanması mümkündür. Bu durum, özellikle altyapısını tamamlamadan özentiyle bu işe heveslenen kişi ve kurumlar için çok daha olasıdır. Her iki dildeki kelime dağarcığının birbirine yakın olduğu durumlarda bu doğal olarak o kadar sorun olmaz; ancak 5 yıllık büyük bir avantajla “yarışa” önde başlayan ana dil her zaman önde gider. Bu nedenle kişi herhangi bir yabancı dille konuşurken ana dilindeki kadar rahat olamaz. Bunu başka bir örnekle açıklayabiliriz; anne karnındaki bebeğin henüz fazla bir “derdi” olmadığı için beyin hücreleri gelişirken öğrenme fonksiyonu dışarıdaki sesleri kayıt edecek (anlayıp anlamadığı konusunda bilim adamlarının henüz emin olmadığını düşünmekteyim) ve bunu zamanı geldiğinde kullanmak üzere saklayacaktır. Bu olay, doğumdan sonra tersine çevrilmiş bir üçgen örneğinde olduğu gibi (üçgen, tabandan aşağıya doğru inildikçe sivrilmeye başlar) öğrenme yeteneği yaş arttıkça azalma gösterir. Öğrenme yeteneği yine de 30’lu yaşlara kadar ciddi bir azalma göstermeden devam eder, bu yaştan sonra artık yeni bir şey öğrenmek eskisi kadar kolay olmaz, o zamana kadar öğrenilen bilgilerden faydalanılmaya başlanır.

Ülkemizdeki durum
Şimdi, kısaca ülkemizde yabancı dille eğitimin nasıl yapıldığına bakmaya çalışalım. Yabancı dille eğitim, şu anda Anadolu Liseleri, Süper Liseler ve çeşitli üniversitelerde verilmektedir. Anaokullarında da yabancı dille tanışma anlamında çeşitli girişimler bulunmaktadır. Lise düzeyinde yabancı dille eğitime genellikle özel okul ve kolejlerde çok daha fazla önem verilmektedir. Eleman alımlarında belirli bir üniversite mezunu olmanın verdiği “avantaj”, özel liseleri ve kolejleri böyle bir davranışa sürüklemekte, yabancı sermayeli liselere talebi artırmakta (bunların çoğunda en az iki yabancı dil öğretilmektedir), ve sonuç olarak söz konusu üniversitelere girmek için birbiriyle yarışan insanlar kitlesi oluşturmaktadır. “Parayı veren düdüğü çalar” mantalitesinin çok doğal bir sonucudur bu. İşverenler, çoğu zaman ne getirip ne götüreceğinin farkında olmadan belli bir üniversite mezunu olan kişileri işe almakta israrcı olmaktadır. Bunun temelinde de ne yazık ki eğitimsizlik ve yanlış yönlendirme mevcuttur.

Diğer ülkelerle karşılaştırma
Yabancı dille öğretimin başka ülkelerde nasıl yapıldığına bakalım şimdi de. Gelişmiş ülkelerin böyle bir sorunu olmadığı için onlar genellikle yabancı dil eğitimi şeklinde (olması gerektiği gibi) uygulamayı tercih etmekteler; ne de olsa dünyanın geri kalan kısmı onların dilini öğrenmeye çalışıyor. Avrupa Birliği’ndeki ülkelerin bazılarında kurulmuş olan Avrupa Birliği Okulları’nda eğitim yabancı dille yapılır (o ülkenin konuştuğu dil değil, bir “popüler” dil kullanılır). Onun dışındaki okullarda müfredat o ülkenin anadiliyle olur, ancak yabancı dil eğitimi gerektiği önemi bulur. Hindistan gibi sömürge anlayışının uzun süre hakim olduğu ülkelerde de yabancı dilin, sömürge ülkesinin dili olması çok doğaldır. Hindistan vatandaşlarına bakıldığında, çoğu kendi ülkelerinde memnun olmayıp bir fırsatını bulduklarında sömürge ülkesine ve onun yandaşlarına “kaçmayı” tercih etmektedir, bu da sömürge mantığının hiç şaşırılmaması gereken sonuçlarından biridir, sömürge ile kültür asimilasyonu beraber yürüyen şeylerdir. O ülke vatandaşı kendini sömürge ülkesinin bir vatandaşı olarak görmeye zorlanmıştır çünkü.

Sonuç
Bu yazıda, mümkün olduğu kadar yabancı dille eğitimi gözden geçirmeye çalıştık. Kendi vardığım sonuç, yabancı dil eğitiminin tercih edilmesi, başka bir dil kullanarak eğitimin bazı yararları yanında genel olarak faydasız bir yöntem olduğudur. Amaçlanan şey, belli bir branşın iyi bir şekilde öğretilmesi mi, yoksa o dildeki kavramların yerleştirilmesi midir? Ülkemizdeki örnekler incelendiğinde, yabancı dil öğrenmeye çalışılırken branştaki kavramların çoğunlukla yerli yerine oturtulamadığı görülmektedir. Bu üniversitelerden birinden mezun olmuş, hattâ öğretim üyeliği yapmakta olan hocalarımızın bazı temel kavramları bilmediğine şahit olmaktayız. Kanımca zor olanı yapmaktansa, basit ve etkili olanı yapmanın herkese faydası dokunacaktır.

Peki ne yapılabilir? Dezavantajlarından kurtularak, yukarıda sıraladığımız avantajları kazanmak mümkün değil midir? İlle de yabancı dille mi öğretim yapmak zorundayız? Kişisel cevabım “Hayır” olacak. Sistematik bir şekilde, lisans düzeyinin her sınıfında okutulacak geniş kapsamlı bir “Teknik Yabancı Dil” dersinin yanı sıra, verilen her derste, öğretilen kavramın ilgili yabancı dildeki karşılığı da verilerek bu durum pekalâ sağlanabilir. Takviye yabancı dil dersleri (konuşma pratiği, gramer çalışması, kompozisyon yazma becerisi vs.) ile genel seviye artırılabilir, teknik yabancı dil derslerinde de branş ile ilgili özel kelimeler yapılacak çeviri çalışmalarıyla öğrenciye kazandırılabilir. Her şeyde olduğu gibi, burada da işin “kolayına kaçma” hastalığına tutulduğumuz için, altyapıyı hazırlamadan “balıklama” atlandığına inandığım bu sistem şu haliyle faydadan çok zarar getirecektir, durumun ciddileşmesi halinde kimse alınmasın, rahmetlinin bahsettiği gibi “Küçük Amerika” değil de, “Küçük Hindistan” olacağız gibime geliyor...


Kaynak: bilim.org

Karamanoğlu Mehmet Bey'in Fermanından 720 Yıl Sonra Türkçe

Prof.Dr. Şükrü Halûk Akalın
(Karamanoğlu Mehmet Bey)


Türkçemize son yıllarda Batı dillerinden, özellikle de İngilizceden, bir kelime akını olduğu gerçektir. Başlangıçta birkaç kelime ile sınırlı olan kelime girişi, zamanla Türkçemizi istila şekline dönüştü.

Kelimelerin bir bölümü teknolojiyle birlikte geldi. Yeni bulu¬nan ve yeni üretilen aletler, ülkemize gelirken adını da birlikte getiriyordu: air-conditioner, disket, faks, kamera, kompakt disk, monitör, printer, radyo, televizyon, tubeless, video, walkman… Dilimizin tabii gelişmesi içerisinde bu aletlerin çok az bir kısmına karşılık bulunabilmişti: buzdolabı, bilgisayar, derin dondurucu. Buna karşılık yabancı kaynaklı kelimelerin dilimize girişi her geçen gün biraz daha artıyordu. Yeni bulunan ve üretilen aletlerin adları girmekle kalmadı, bu aletlerin çeşitli özellikleri, parçaları, kullanıcıları ile ilgili kelimeler de dilimize girmeye başladı, hatta bu kelimelerden fiiller türetildi: air-conditoned araba, kaset, diskjokey (kısaltılmış şekli dj İngilizce söylendi dicey), videojokey (vj, vicey), fakslamak, hardware, software, zapping, zaplamak, zoomlamak...

Bilimdeki gelişme ile birlikte yabancı kaynaklı terimler de dilimize akın etmeğe başladı. Bilim adamı olarak terimlere Türkçe karşılıklar bulmak yerine işin kolayına kaçarak yabancı kaynaklı terimleri olduğu gibi veya Türkçenin ses özellik¬le¬ri¬ne uydurarak kullanmağa başladık. Bazı bilim adamlarımız bu terimlere karşılıklar bulma çabasındaydı. Buldukları terimlerde anlaşma sağlanamadığından bir terim için birkaç karşılık teklif edildiği de oldu. Bu durum terimlerde karmaşaya yol açtı. Bunun üzerine pek çok bilim adamımız terimlerin yabancı kaynaklı olanlarını tercih etti.

Kısa bir süre içerisinde yabancı kaynaklı kelime kullanmak bir özenti halini aldı. Günlük hayatta, çarşıda, pazarda, radyoda, televizyonda, basında, okulda, sporda kısacası her yerde yabancı kaynaklı kelimeler artık bilinçsizce kullanılıyordu. Yabancı kaynaklı kelimelerin bir kısmının dilimizde karşılığı yoktu, bunlara karşılık aranmadan bu kelimeler olduğu gibi kullanılmağa başlandı: klip, promosyon, jakobenizm, kampus, karizma, efekt, ekstre, ergonomi, hit, talk şovcu...

Bunları dilimizde karşılığı olan kelimeler yerine yabancı kaynaklı kelimeleri kullanma alışkanlığı takip etti: Türkçemizde dönüşüm, değişim, kabuk değiştirme gibi güzel kelimeler dururken transformasyon; uzlaşma varken konsensus; üçleme varken hat-trick; engel varken handikap; gerginlik dururken stres; düzeltme, yenileme gibi ince anlam özelliklerine sahip kelimelerimiz varken revizyon; teşhir salonu gibi artık Türkçeleşmiş, sergi, sergi evi gibi tamamen Türkçe kelimeler dururken show room; gösteri dururken show…

Elbette küreselleşen Türki¬ye’nin başka kültürlerle ilişkiye geçmesi, dilimizin başka dillerden etkilenmesi ve kelime alış verişinde bulunması tabiidir. Üstelik bu, dilimizin tarihî gelişmesi içerisinde ilk defa da olmamaktadır. Bildiğimiz kadarıyla dilimize yabancı kaynaklı kelimeler, Eski Türkçenin ikinci dönemi olan Uygur yazı dili döneminde girmeğe başla¬mıştır. Uygurcaya Sanskritçeden, Soğdcadan, Toharca¬dan, Çinceden kelimeler girmiştir. İslâmiyeti kabulümüzden sonra da Arapçadan, Farsçadan kelimeler almışız. Bu dönemde dilimize sadece yabancı kaynaklı kelimeler girmekle kalmamış tamla¬ma¬¬lar¬da, cümle yapısında da değişiklikler olmuştur. Türkçemizin şu andaki durumu daha önce yaşadığımız dönemlerden farksızdır. Atatürk’ün dediği gibi «Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyundu¬ru¬ğun¬dan kurtarmalıdır.» Atatürk’ün bu sözü söylediği sıradaki şartlarla şu andaki şartlar aynıdır. Bugün de Türkçemiz Batı dillerinin boyunduruğu altına girmiş¬tir. Yapılması gereken de dilimizi bu dillerin boyunduruğundan kurtar¬mak¬tır.


Yabancı Kaynaklı Kelimelerin Getirdiği Olumsuzluklar
Yabancı kaynaklı kelimelerin dilimize girişiyle birlikte bu kelimelere karşılık olan Türkçe kelimelerin kullanımı azalmağa başlamıştır. Bu durum zamanla Türkçe kökenli bir kelimenin unutulmasına yol açabilir. Kullanımdan düşen her Türkçe kelime, kültürümüzden bir parçayı koparıp götürmektedir. Çünkü kelimelerimiz deyimlerimizde, atasözlerimizde, manilerimizde, bilmecelerimizde, türkülerimizde, şarkılarımızda, şiirlerimizde, destanlarımızda yaşamaktadır. Bir kelimeyi kaybetme¬miz demek, bu kelimenin geçtiği bir deyimimizi, bir atasözümüzü, bir bilmecemizi kaybetmek demektir.

Dilimize giren bir yabancı kaynaklı kelime bazen aralarında ayrıntı bulunan birkaç kelimeye karşılık kullanılmakta, böylece dilimiz fakirleşmektedir. Bir örnek vereyim; dilimize Fransızcadan giren efor (effort) kelimesi güç, gayret, çaba kelime¬le¬rinin yerine kullanılmağa başlandı. Bir kelimeye karşılık dilimizdeki üç kelimeyi feda ediyoruz. Oysa efor yerine kullanabileceğimiz üç ayrı kelimemiz var.

Yabancı kaynaklı kelimeler bilen bilmeyen tarafından kullanılırken bazen keli¬me¬ye yanlış anlamlar da yüklenmektedir. Fransızcadan geçen promosyon (promotion), ilerleme, yükselme, artırma, çoğaltma anlamlarındayken dilimize adeta armağan kampanyası anlamıyla yerleşmiştir. Öte yandan, sırf yabancı kaynaklı kelime kullanacağım diye okur yazar kişilerimiz bile yanlış kelime kullanmaktadır. Fransızca porte (portée) kelimesi, «bir iş için gereken para tutarı» anlamındadır. Dilimizde bu kelimenin karşılığı olarak değer kelimesi bulunmaktadır. Pek çok kişi «Bu işin mali portresi çok yüksek.» diyerek porte kelimesi yerine yanlışlıkla portre kelimesini kullanır. Oysa portre «bir kişinin yağlı boya resmi veya fotoğrafı» anlamındadır. Bu yanlış kullanışta anlatım bozuk¬luğu vardır. Halbuki bu anlatım bozukluğuna düşmemek son derece kolaydır. Anlamını tam olarak bilmediğiniz yabancı kaynaklı kelime yerine, Türkçesini kullanırsanız anlatım bozukluğuna düşmekten kurtulursunuz.

Her dile başka dillerden kelimeler geçtiğini biliyoruz. Bunun bir ölçüsü vardır, ancak daha vahimi, dilin söz diziminin yabancı dillerden etkilenmesi ve giderek bozulmasıdır. Bu durumu Türkçede isim tamlamalarının kullanılışında görmekteyiz. Türkçenin özelliği, tamlayan kelimenin daima tamlanan kelimeden önce gelmesidir. A Eczanesi yerine Eczane A, B Oteli yerine Otel B gibi kullanışlar Türkçenin yapısına aykırıdır. Yine bu tamlamalarda tamlanan kelimenin iyelik eki alması gereklidir. Buna rağmen dana kıyması yerine dana kıyma, halk ekmeği yerine halk ekmek şeklindeki tamlamalar da birer yanlış kullanıştır.

Yabancı kaynaklı kelimelerin imlâsında ve söyleyişinde birlik bulunmamakta¬dır. Kimileri simpozyum, transformeyşın, leyzır, maykro derken, kimileri de sempoz¬yum, transformasyon, lazer, mikro demektedir. Bu durum da dilde bir karmaşa meydana getirmektedir.

Yabancı dillerin etkisi Türkçe kelimelerin söyleyişini, seslerin çıkarılışını da bozmuştur. Geçenlerde bir özel radyodaki müzik programını dinliyordum. Programı sunan kişi Türkçe konuşuyordu, ama kelimeleri bir yabancı aksanıyla söylüyordu. Vurgu kaybolmuştu. Kelimelerdeki sesleri ağzında yuvarlayarak çıkarıyordu. Yıllar önce dilimize giren ve radyo şeklinde kullanılan kelimeyi reydyo, müzik kelimesini de müyzik diye söylüyordu. Bu söyleyiş garabetinden Türkçe kelimeler de nasibini alıyordu: değil kelimesi diyl, arayın kelimesi arayn, yarın kelimesi yırın gibi tuhaf şekillerde söyleniyordu.

Yabancı dillerdeki kelimeleri olduğu gibi çeviri yoluyla Türkçeye aktarmak ve kullanmak da bir başka anlam bozukluğu. Üzgünüm, korkarım, banyo almak, duş almak, çay almak, yemeğe almak, artı (ayrıca, ilave olarak, üstelik anlamlarında), bekleme yapmak gibi kelimeler Türkçe olsa da kullanılış yerleri ve şekilleri Türkçe¬nin mantığına aykırı olduğu için birer anlatım bozukluğudur. Güle güle - Allaha ısmarladık yerine, baybay, çaav, çüüs, görüşürüz gibi kelimeler de birer Türkçe ifade değildir. Üstelik dilimizdeki görüşürüz şeklindeki bir ifade tehdit, göz dağı bildirmektedir.

İş bunlarla da kalmadı. Ünlemle¬ri¬miz değişti. Artık hayret verici bir durum karşı¬sında vaouv diye sesleni¬liyor. Kelimelerimizden bazıları da İngilizce kelimelere benzetilerek söylenilir oldu; herıld (her hâlde).

Bütün bunların sonunda, yakın bir gelecekte ana diline yabancı kuşakların ortaya çıkması ihtimali de vardır. Ana dilini iyi bir şekilde bilmeyen, öğrenemeyen kuşakların edebiyatımıza, kültürümüze yabancı kalması da söz konusudur. Zaten şu anda yaşadığımız durum da, Türkçemizin kullanımında bir kayıtsızlık ve umursa¬maz¬lık olduğunu göstermektedir. Yüksek öğrenim yapan kuşaklarımız bile dilimizin ve edebiyatımızın klâsikleri sayılan eserleri okumadan, Türkçemizi doğru ve güzel kullanma yeteneğini kazanmadan günlerini geçirmektedir. Okumayan kişinin düşün¬mesi, dilini geliştirmesi, hele yazması mümkün değildir.

Çözüm Ne ?
Karşılaştığımız bu durum başka ülkelerde de yaşandı ve yaşanıyor. Amerika¬lı¬lar, dillerine giren İspanyolca kelimelerin son zamanlarda artmış olmasın¬dan rahat¬sız¬lar. Almanlar, öteden beri yabancı kaynaklı kelimelere karşı tavır almış durumda. Fran¬sızlar da Fransızcanın İngilizcenin etkisine girmesine ve dilleri¬nin İngilizceleş¬me¬ğe başlamasından çok rahatsız oldular. Hazırladıkları bir kanunla dillerini koruma altına almanın mücadelesini veriyorlar. Bizde de Fransa gibi bir kanun çıkarma hazırlığı var. Önce bir kanun taslağı hazırlandı ve kamuoyunda tartışmaya açıldı. Olumlu olumsuz yankılar uyandırdı. Aslında herkes Türkçenin bugün içinde bulunduğu durumdan rahatsız. Kanun taslağına tepkiler ise daha çok, dilin kanunla korunamaya¬ca¬ğı düşünce¬sin¬den kaynaklanıyordu. Kanunlar günlük hayatımızdaki, ekonomimiz¬de¬ki, toplum hayatımızdaki pek çok konuya düzenleme getiriyor. Kanunlar olmasa, büyük bir karmaşanın yaşanacağını hepimiz biliyoruz. Dil alanında da bir karmaşa yaşanmıyor mu ? O halde, Türkçenin kullanılmasına ilişkin bir kanun çıkarılmasında da bence bir sakınca yoktur. İçinde bulunduğumuz durum ne yazık ki böyle bir kanunun çıkarılmasını gerekli kılıyor.

Bu kanun taslağında bazı değişiklikler yapıldı ve bu defa bir kanun tasarısı hazırlandı. Şimdi bu tasarı meclise ulaşmıştır. Tasarının en kısa zamanda kanunlaş¬ma¬sını bekliyoruz. Böylece dilimizin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için önemli bir adım atılmış olacaktır.

Elbette her şey bu kanun tasarısına bırakılmış değil. Türk Dil Kurumu, Atatürk’ün sözünü kendisine şiar edinerek, dilimizi yabancı dillerin boyunduruğun¬dan kurtarma mücadelesini veriyor. Türk Dil Kurumu, yaklaşık üç yıldır yabancı kaynaklı kelimelere karşılıklar buluyor, bu karşılıkları Türk Dili der¬gi¬sin¬de yayımlıyor. Bu karşılıklara birkaç örnek vermek istiyorum: Fac-similé için belgegeçer, onun kısaltılmış şekli olan faks için ise belgeç; promosyon için özendirme; zaping için geçgeç; viyadük için köprü yol; reyting için değerlen¬dir¬me; rantiye için getirimci vb…

Teklif edilen karşılıkların bir bölümü 1995 yılında Yabancı Kelimelere Karşılıklar adıyla kitap olarak yayımlandı. Bu kelimelerden tutulup kullanılanlar da oldu, tutulmayanlar da. Bu kelimelerin çoğu, zamanla tutulacak ve toplumun her kesimi tarafından kullanılacak. Bu konuda basınımıza, radyo ve tele¬viz¬¬yon kuruluşlarımıza da önemli bir görev düşmektedir. Bu kelimelerin tutulması, yaygınlık kazanması, topluma mal olması, basında, radyo ve televizyonda kullanıl¬ma¬¬sıyla daha çabuk olacaktır. Gazetecilerimiz, yazarlarımız, sunucularımız, teklif edilen karşılık¬ları kullanırlarsa, söz varlığımızın zenginleşmesine katkıda bulunmuş olacaklardır.

İş Yeri Adlarında Kullanılan Yabancı Adlar Sorunu
Ticarî kuruluşların unvanlarında, isimlerinde, tabelâlarında, reklâmlarında yabancı kökenli kelime kullanması da son yıllarda hız kazandı. Türkçeye karşı kayıt¬sız¬lı¬ğımız iş adamlarımızı ve esnafımızı da etkiledi. Çarşılarımızda yabancı kaynaklı ad kullanan mağazaların sayısı giderek artmakta. Caddede yürürken mağaza adlarına bakan kişi, Türkiye'de mi yabancı bir ülkede mi olduğunu anlayamıyor. Yurt dışındaki kuruluşlarla ilişkide olan, onların ülkemizde temsilciliğini yapan firmaların yabancı marka adlarını kuruluşlarında kullanmaları bir mecburiyet olabilir. Bu bir ölçüde hoş karşılanabilir. Ama, marka adını taşımayan, dolayısıyla yurt dışındaki bir kuruluşla ilgisi olmayan mağazalarımız da modaya uyarak yabancı adları kullanıyorlar. İşte bunu anlamak zor. Türk milletine hitap etmesine rağmen mağazasına yabancı ad verenlere yaptıkları işin mantıksız olduğunu anlatmak gerekir. Ülkemizin mağazalarının, kuruluşlarının adlarının Türkçe olması ve Türk alfabesiyle yazılması esas olmalıdır. Adlarında Q, W, X gibi harfleri kullanan mağaza ve kuruluşlar, Atatürk'ün harf inkılâbına ve 1 Kasım 1928 gün ve 1353 sayılı alfabe kanununa aykırı hareket etmektedirler. Bilindiği gibi yirmi dokuz harfimiz içerisinde bu harfler yer almamaktadır. Bizzat Atatürk’ün hazırladığı bu kanunda harflerin adları be, ce, fe, ge, he, me, ne, te, ve… şekillerinde belirtilmiştir. Dolayısıyla, bu harfleri bi, si, di, ef, ci, eyç, em, en, ti, vi şekillerinde kullanmak da Atatürk’ün harf inkılâbına saygısızlıktır.

Ürünlerin tanıtımında, kullanma kılavuzlarında kullanılan yabancı dil de ayrı bir sorundur. Bir ürünü beğeniyor¬su¬nuz, satın alıyorsunuz. Eve gelip bakıyorsunuz, kullanma kılavuzunda ürünün nasıl kul¬la¬nılacağı İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Japonca, İspanyolca, Yunanca, Rusça anlatılmış, Türkçesi yok. Bu, sadece ithal ürünlerde değil, Türkiye'de üretilip de ihraç edilecek ürünlerde de görülüyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde ithal edilen ürünün kullanma kılavuzunda o ülkenin dilinin olmaması düşü¬nü¬lemez. Avrupa ülkeleri bu konuda son derece hassastır. Kendi dilinde kullanma kılavuzu olmaması hâlinde o ürünün ülkeye sokulmasına izin verilmez. Tüketicinin aldığı ürünü doğru bir şekilde kullanabilmesi için kullanma kılavuzunun anlaşılır bir dilde yazılması gerekir. Aksi takdirde tüketici satın aldığı mala istemeden zarar verebilir ve kullanma kılavuzuna uygun kullanmadığı için de ürün garanti kapsamı dışında kalabilir. Bu sebeple ürünlerin kullanma kılavuzlarında Türkçe açıklamaların mutlaka yer alması gerekir.

Az önce sözünü ettiğimiz kanun tasarısında bu konulara da çözüm getirilmek¬te¬¬dir. Tasarının üçüncü maddesinde; «Ticarî kuruluşların ad ve unvanları ile mal, ürün ve hizmet adlarının Türkçe olması ve yeni Türk alfabesiyle yazılıp okunması zorunludur... Mal, ürün ve hizmetlerin sunuluş ve tanıtılmasında, kullanma tarifesi veya kitapçığında, bunlarla ilgili fatura, makbuz ve diğer belgelerde de Türk dilinin ve yeni Türk alfabesinin kullanılması zorunludur. Sunuluş ve tanıtımda, kullanma tarifesi veya kitapçığında, fatura, makbuz ve diğer belgelerde başka diller kullanılacaksa bunlar ilgili kitapçık ve belgelerde Türkçeden sonra yer alır.» hükmü bulunmaktadır.

Aslında bütün bunların bir kanuna gerek kalmadan olması gerekirdi. Millet olarak hep birlikte ana dilimize sahip çıksaydık, ana dilimize özen gösterseydik, ana dili öğretimini en az yabancı dil öğretimi kadar önemseseydik, bugün herkesin şikâyetçi olduğu durumla karşılaşmaz, dilimizi korumak için kanun çıkarma mecburiyetinde kalmazdık.

Kanunun yanı sıra başka tedbirler de alınabilir. Meselâ belediyeler iş yeri açma izninin verilmesi sırasında Türkçe ad kullanmayan mağaza ve kuruluşlara izin vermeyebilir. Nitekim Karaman, Afyon, Kastamonu, Kırşehir, Boyabat, Salihli, Turgutlu bele¬di¬ye¬leri, iş yerlerinin tabelâlarında ve reklâm amaçlı ilânlarında Türkçe kökenli kelimeler kullanılması, yeni açılacak iş yerlerine Türkçe adlar konulması konusunda kararlar almışlardır. Türk Dil Kurumu, bu belediyelere onur belgesi vermiştir. Uygulamanın yurt sathına yayılması yararlı olacaktır.

Bütün bunlar, yürütülen çalışmaları, toplumumuzun benimsediğini, sağduyulu her insanın dilimize sahip çıktığını göstermektedir. Türk milleti diline sahip çıktıktan sonra, karamsar olmak gereksizdir. Bu sebeple, Türkçemizin geleceği konusunda hiçbir endişe taşımıyorum. Türkçemizi aydınlık günler beklemektedir.

16.02.2008

TÜRK BAYRAĞI KANUNU

Kanun Numarası : 2893
Kabul Tarihi : 22/9/1983

Yayımlandığı R. Gazete : Tarih: 24/9/ 1983 Sayı : 18171
Yayımlandığı Düstur : Tertip: 5 Cilt : 22 Sayfa : 599

Amaç

Madde 1 - Bu Kanunun amacı Türk Bayrağının şekli, yapımı ve korunması ile ilgili esas ve usulleri belirlemektir.

Bayrağın Şekli ve Yapımı

Madde 2 - Türk Bayrağı, bu Kanuna ekli cetvelde gösterilen şekil ve oranlarda olmak kaydıyla beyaz ay - yıldızlı albayraktır.
Bayrak ile özel bayrakların (sembolik bayrak, özel işaret, flama, flandra ve fors) standartları, hangi kumaş ve maddelerden yapılacağı tüzükte gösterilir.

(Resimi Büyük görmek için üzerine tıklayın.)

Bayrağın Çekilmesi ve İndirilmesi

Madde 3 - Bayrak, kamu kurum ve kuruluşlarıyla yurt dışı temsilciliklerine ve kamu kuruluşlarıyla gerçek ve tüzelkişilerin deniz vasıtalarına çekilir. Yurt içinde ve yurt dışında yetkililerin araçlarına takılır.
Bayrak çekilirken ve indirilirken tören yapılır. Bayrak törenlerinin gereken biçimde yapılmasından o mahaldeki yetkili amirler sorumludur.
(Değişik : 14/7/1999 - 4409/1 md.) Kamu kurum ve kuruluşlarında Türk Bayrağı sürekli çekili kalır.
(Değişik : 14/7/1999 - 4409/1 md.) Bayrağın; nerelerde daimi olarak çekilmeyeceği, hangi kapalı yerlere konulacağı, nerelere fon olarak takılacağı veya asılacağı, kamu kurum ve kuruluşlarından başka yerlerde ne zaman ve nasıl çekileceği, Türk Silahlı Kuvvetleri yüzer birliklerinde ve Türk Bandıralı ticaret gemilerinde Bayrak çekme ve indirme zamanları ile Bayrak çekilirken ve indirilirken yapılacak törene ilişkin hususlar, tüzükte gösterilir.

Bayrağın Yarıya Çekilmesi

Madde 4 - Türk Bayrağı , yas alameti olarak 10 KASIM'da yarıya çekilir. Yas alameti olmak üzere Bayrağın yarıya çekileceği diğer haller ve zamanı Başbakanlıkça ilân edilir.

Bayrağın Selâmlanması

Madde 5 - Çekilmesi ve indirilmesi esnasında veya tören geçişlerinde Bayrak, cephe alınarak selâmlanır.

Bayrağın örtülebileceği Yerler

Madde 6 - Türk Bayrağı, Cumhurbaşkanlığı yapmış kişilerin, şehitlerin ve tüzükte belirlenecek asker ve sivil kişilerin cenaze törenlerinde bunların tabutlarına, açılış törenlerinde ATATÜRK heykellerine veya resmi yemin törenlerinde masalara örtülebilir.
Ayrıca milli örf ve âdetler göz önünde tutularak Bayrağın diğer kullanılma şekil ve yeri tüzükte gösterilir.

Yasaklar

Madde 7 - Türk Bayrağı, yırtık, sökük, yamalı, delik, kirli, soluk, buruşuk veya layık olduğu manevi değeri zedeleyecek herhangi bir şekilde kullanılamaz. Resmi yemin törenleri dışında her ne maksatla olursa olsun, masalara kürsülere, örtü olarak serilemez. Oturulan veya ayakla basılan yerlere konulamaz. Bu yerlere ve benzeri eşyaya Bayrağın şekli yapılamaz. Elbise veya üniforma şeklinde giyilemez.

Hiçbir siyasî parti, teşekkül, dernek, vakıf ve tüzükte belirlenecek kamu kurum ve kuruluşları dışında kalan kurum ve kuruluşun amblem, flama, sembol ve benzerlerinin ön veya arka yüzünde esas veya fon teşkil edecek şekilde kullanılamaz.

Türk Bayrağına sözle, yazı veya hareketle veya herhangi bir şekilde hakaret edilemez, saygısızlıkta bulunulamaz. Bayrak yırtılamaz, yakılamaz, yere atılamaz, gerekli özen gösterilmeden kullanılamaz.
Bu Kanuna ve tüzüğe aykırı fiiller yetkililerce derhal önlenir ve gerekli soruşturma yapılır.

Cezalar

Madde 8 - Bu Kanuna ve çıkarılacak tüzüğe aykırı olarak Bayrak yapmak, satmak ve kullanmak yasaktır. Bu yasağa aykırı olarak yapılan Bayraklar o mahallin yetkili amirlerince toplatılır.
Bu Kanun hükümlerine aykırı davranışta bulunanlar suçları daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde Türk Ceza Kanununun 526 ncı maddesi uyarınca cezalandırılır.

Tüzük

Madde 9 - Bu Kanunun ilgili maddelerinde tüzükte düzenleneceği belirtilen hususlar ile kanunun uygulanmasına ilişkin diğer esaslar, bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren altı ay içinde çıkarılacak tüzükte gösterilir.

3.02.2008

Kızılderili ve Türk Dillerinde Kullanılan Ortak Kelimeler

Bazı örnekler;

Kızılderili lehçelerinde Türkçe
Tepek Tepe
Yatkı Ev, yatılan yer
Dodohişça Dudak
T-sün Uzun
Yu Su, yu-mak, yıkamak
Lı-ık Vatan, ili
Tete Dede
Tamazkal Hamam, temiz kal
Hogan Kerpiç ev, Hopan
Kuşa Kuş
Missigi Mısır
Türe Türe, Töre
Hu Hu, Hu hu(Selam)
Yanunda Yanında
Aş-köz Yemek
İldiş Dişleme
Atış-ka Ateş
Tapa Tuba