29.04.2008

Amerikan askerlerinin Irak'ta sergilediği insanlık dışı görüntüler




Irak trafiğinde askeri araçlarıyla arabalara çarparak ilerleyen Amerikan askerleri. İnsanlıktan, insan haklarından dem vuranların vaziyeti ortada.

Kahraman ecdâdınızdan sizde bir kan yok mudur?

Mehmet Akif Ersoy'un Çok Hoş Bir Şiiri


Metin Olarak Takip Etmek İsteyenler İçin;

Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslâmı uyandırmak için haykıracaktım.

Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,
Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım

Haykır! Kime, lâkin? Hani sâhipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;

Feryâdımı artık boğarak, na'şını, tuttum,
Bin parça edip şi'rime gömdüm de bıraktım.

Seller gibi vâdîyi enînim saracakken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.

Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler "Safahât"ımdaki hüsran bile sessiz!
------------------------------------------
Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile...
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!

Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!

İstemem dursun o pâyansız mefâhir bir yana...
Gösterin ecdâda az çok benzeyen bir kan bana!

İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yâdigâr!
Çok değil ancak! Necip evlâda lâyık tek şiâr.

Varsa şayet, söyleyin bir parçacık insâfınız:
Böyle kansız mıydı – Hâşâ – kahraman eslâfınız ?

Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdâsına?
Benzeyip şîrâzesiz bir mushafın eczâsına,

Hiç görülmüş müydü olsun kayd-ı vahdet târumâr?
Böyle olmuş muydu millet can evinden rahnedar?

Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?
Böyle adet miydi, bî-pervâ, yemek insan leşi?

Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan!
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bâri gülmekten utan!...

“His” denen devletliden olsaydı halkın behresi:
Pâyitahtından bugün taşmazdı sarhoş nâ’rası!

Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi,
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.

Lâkin aşk olsun ki, aldırmaz da otlarmış merkeb,
Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!

Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...
Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!..

Bir hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin üslûba sok:
Hâlimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok.

Burnumuzdan tuttu düşman, biz boğaz kaydındayız!
Bir bakın: Hâlâ mı hâlâ ihtiras ardındayız!

Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın:
Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın!

Davranın haykırmadan nâkûs-ı izmihlâliniz...
Öyle bir buhrâna sapmıştır ki, zirâ haliniz:

Zevke dalmak şöyle dursun, vaktiniz yok mâteme!
Davranın, zîra gülünç olduk bütün bir âleme,

Bekleşirken gökte yüz binlerce ervâh, intikam;
Yerde kalmış, naşa benzer kavm için durmak haram!

Kahraman ecdâdınızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa: İstikbâlinizden korkulur, pek korkulur!

13 Haziran 1329 (1913)
Mehmet Akif Ersoy

..

PÂYAN : Hudut ve sınır.
MEFÂHİR : İftihar edilecek, övünülecek şeyler.
ŞİÂR : Prensip, nişan, ayırt edici iyi âdet.
ESLAF : Öncekiler, geçmişler
ŞİRAZE : f. Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. * Pehlivan kispetinin paçası. * Mc: Düzen, nizam, esas.
MUSHAF : Kur`ân`ın ciltlenmiş hâli.
ECZÂ : Cüz`ler, bölümler, parçalar; bir ilâcın tesirli maddesi.
Kayd-ı vahdet: Birlik bağı
RAHNEDAR : Yaralı.
BÎ-PERVA : f. Korkusuz. Pervasız.
PÂYİTAHT : Başkent, yüce divan, âli makam.
NAKUS : Kiliselerde asılı bir vaziyette durup belirli vakitlerde çalınan çan. Kilisenin büyük çanı.
İZMİHLÂL : Yok olma, bozulma, perişan olma.

Kaynak; www.guncelmeydan.com

Rusya' dan Kırgızistan'a 'Milli tarih' tehdidi.

Rusya Dışişleri Bakanlığı Kırgızistan Meclisi tarafından geçtiğimiz günlerde kabul edilen “Milli tarihin” yeniden yazılması ve bu... bağlamda 1916 yılında Çarlık Rusya’sına karşı yapılan milli ayaklanmanın şehitlerini anma günü ilan edilmesini içeren düzenlemeye sert tepki gösterdi.

Bakanlıktan yapılan açıklamada Çarlık Rusya’sına karşı girişilen bu ayaklanmada binlerce Rus’un da öldüğü vurgulandı. Açıklamada şöyle denildi:

“Bağımsız Kırgızistan’ın içişlerine karışmadan, 1916 yılının acı olaylarının kamuya mal edilmesinin Rusya-Kırgızistan ilişkilerinde ihtilaf yaratabileceğine inanıyoruz. Tarih şüpheli olayları resmeder. Bunların bazıları oldukça nahoş görünür. Geçmiş sorunların siyasi riskler alınmadan tarafsız tarihçiler tarafından çözüleceğine inanıyoruz. “

Siyasi uzmanlar Türkmenistan’da 18 yıldır düzenli olarak yapılan Göktepe şehitlerini anma gününe (1881 yılında Rus işgaline karşı direnen son kale olan Göktepe’de yaşanan kanlı savaşta on binlerce Türkmen Skobelev komutasındaki Rus ordusu tarafından şehit edilmişti) Türkmenistan doğalgazına ihtiyaç duyması dolayısı ile ses çıkarmayan Rusya’nın Kırgızistan’a karşı uyguladığı baskı ve çifte standardın çok açık olduğunu belirtiyorlar.

1916 ÜRKÜN AYAKLANMASI
Sayılarının 100 bin ile 120 bin arasında olduğu tahmin edilen Kırgızlar bugünkü Kırgızistan’ın kuzeydoğusundan Çin’e kaçmaya çalışırken önlerine Tien Şan dağlarının çıkması sonucu Çar güçlerinin ateşinden kurtulamadılar. 1916’da Kırgızistan’da tarihe adı “Ürkün” olarak geçen bir katliam yaşandı. Kırgız halkının isyanını bastırmaya çalışan Çarlık Rusyası, Çin’e kaçmaya çalışan 100 binden fazla Kırgız’ı katletti. Geçtiğimiz Ağustos ayında Ürkün kurbanları anısına Kırgısiztan’ın kuzeydoğusunda yer alan Barskun Köyü’nde ve Başkent Bişkek’te törenler düzenlendi. Ayrıca, Kırgızlar atalarına vefa borcu olarak “Ürkün 90” adı verilen bir proje ile Kırgız halkının hakları için ölen bu insanların dağılmış kemiklerini anıt mezar olacak bir alana gömdüler.

Kırgız halkının isyan etmesinin sebebi rejimin hak ve hürriyetlerdeki kısıtlamalarının hat safhaya ulaşmasının yanı sıra, Kırgız halkının I. Dünya Savaşı’na “Çar’ın askerleri” olarak katılmasının istenmesiydi. Yıllardır varı yoğu sömürülen halkın bir de canı sömürülmek isteniyordu. Savaşı Rusya kazansa bile sömürülen Orta Asya ülkelerinin hiç bir kazancı olmayacak, ölen askerlerinin adı bile anılmayacaktı. Sonuçta halk isyan etti ve bu isyan tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde bastırıldı. Sayılarının 100 bin ile 120 bin arasında olduğu tahmin edilen Kırgızlar bugünkü Kırgızistan’ın kuzeydoğusundan Çin’e kaçmaya çalışırken önlerine Tien Şan dağlarının çıkması sonucu Çar güçlerinin ateşinden kurtulamadılar.

Kırgızların bir kısmı Çar güçlerince öldürüldü, geri kalanı da bu dağlarda 3000 metre yüksekliklere kadar çıkıp kaçmaya çalışırken can verdi. Şu an bu dağların etekleri, hala kemikleri dağılmış vaziyette yatan Kırgızların mezarlığı. Hayret ve dehşet uyandıracak manzaralardan biri de 4000 metre yükseklikte bulunan Bedel Geçidi ile Çin sınırı arasında akan bir nehrin yatağının insan kemikleri ile dolu olması. Sovyetler dönemi boyunca, yaşanan vahşete tanıklık etmelerini önlemek için bu bölgeye Müslümanların girmesi engellenmiştir. Ürkün, Sovyetler dönemi kitaplarında da kayıtlı değildir. Hatta Kırgız aydınlarının olayı anlatmak için yazdığı kitapların basılması dahi Kırgızistan’ın bağımsızlık tarihi olan 1991 yılına kadar engellenmiştir. Ürkün Katliamı ancak 75. yıldönümü olan 1991’de, Ürkün ile birçok insanını kaybeden Asilbaş Köyü’nde bir tören ile anılmıştır. Ancak önemli bir gerçek şu ki bu tarihten sonra Rusya, halkların bağımsızlık taleplerine çok fazla karşı koyamamıştır.

Vahim olan bir gerçek de Rusya’nın tıpkı Çeçenistan ve birçok Kafkas halkına karşı takınmış olduğu tavrın benzerini göstererek hala öldürülen 100 bin insan anısına, bu olaydan dolayı üzgün olduklarını ifade eden bir ‘özür’ dahi dilememiş olmasıdır.

Kaynak; http://anadoluhaber.blogspot.com/

Mossad Avcı ; Müslüman Bilimadamları Av

Gazete haberinde

"Cinayetler Mossad ve ABD Savunma Bakanlığı - Pentagon tarafından gerçekleştirildi"

denildi.

Bugüne kadar 350 bilimadamı ve 200 profesör sadece bu mezalimleri işlemek üzere Irak'a konuşlandırılan İsrailli Mossad komandoları tarafından gizlice katledildi.

...

Irak'ta yayınlanan El Bayna gazetesinin haberine göre, cinayetler,

"Siyonist rejim"le işbirliğini reddeden Iraklı nükleer uzmanlar ve üniversite profesörlerinden kurtulma misyonunun bir parçası."

Gazete haberinde

"Cinayetler Mossad ve ABD Savunma Bakanlığı - Pentagon tarafından gerçekleştirildi"

denildi.

Bugüne kadar 350 bilimadamı ve 200 profesör sadece bu mezalimleri işlemek üzere Irak'a konuşlandırılan İsrailli Mossad komandoları tarafından gizlice katledildi.

Gazetede yer alan bir başka iddia ise

"ABD Dışişleri Bakanlığı'na göre, bu cinayetler, Washington'un Iraklı bilimadamlarını ABD ile işbirliğine ikna etme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine gerçekleşti."

şeklinde.

ABD'de yaşayan bir çok uzman da (bu işbirliği) tekliflerine uymayı reddetti ve kaçtı.

Başka ülkelere sığınmaya çalışıyorlar. İşbirliği yapanlar ise ABD'li yetkililerin ellerinde çok yorucu sorgulamalar ve hatta işkencelere maruz kaldılar.

İSRAİL BU BİLİMADAMLARINI TEHDİT OLARAK GÖRÜYOR

Gazetenin haberinde, Tel Aviv'in bu bilimadamlarını "Siyonist rejimin" güvenliğine bir tehdit olarak gördüğü ve bunu halletmenin en iyi yolu olarak sıkıntı veren entellektüellere suikast düzenlemeye karar verdiği kaydediliyor.

Böyle bir uygulamaya yedi ay önce onayını ifade eden Pentagon, İsrailli komandolara destek gönderdi, ayrıca hedefteki öldürülecek olanlar hakkında tam kişisel kayıtları onlar (İsrailli komandolar) için tedarik etti.

Bilimadamları evlerinden uzakta sahneye konan senaryolarla katledildi.

Bunda, Irak'ta her gün gerçekleşen düzenli beklenen bombalı saldırılardan istifade edildi.


Kaynak:
www.acikistihbarat.com
http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=7221
Anadoluhaber.blogspot.com

Mankurtlaştırılıyoruz !

Mankurtlaştırma Nedir ?

Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR , İnönü Üniversitesi, Eğitim Fakültesi
Bu yazıda, ulusal eğitim ve kültür anlayışından nasıl uzaklaştırılmakta olduğumuz açıklanmaya çalışılmaktadır. Yazıda, emperyalizmin, işbirlikçi çevreler aracılığıyla toplumun zihnini yeniden inşa ettiği, böylece toplumu “mankurtlaştırdığı”, bunun sonucunda ulusal reflekslerin nasıl aşındırıldığı ve ulusal direncinin nasıl kırılmak istendiği üzerinde durulmaktadır.

Giriş

Anadolu, ilk uygarlıkların ortaya çıktığı bir yer ve biz Anadolu’da yaşıyoruz. Bu topraklar çeşitli uygarlıkların kurulup geliştiği bir alan üzerindedir. Bu topraklarda kurulan devletlerin hemen hepsi dünyanın önemli olaylarında belirleyici olmuştur. Hitit, Lidya, Roma, Selçuklu, Osmanlı Devleti bunlar arasındadır. Bu topraklarda yaşayıp da yeterince etkin ve öncü rol oynayamayan devlet sadece biziz. Kuşkusuz, uygarlıkları yaratan topraklar değil, kültürümüzdür.

Bu, bilinen bir gerçekliktir. Dolayısıyla Türkiye’nin kendisinden önce gelenler gibi, bir süper devlet olmaması için her türlü çirkin girişim, entrika, terör, kriz... yaşatılıp duruyoruz. Bunlar, bize özellikle Batılı “dostlarımız” ve yerli işbirlikçileri tarafından yaşatılmaktadır. Cumhuriyet, sağlam temellerine rağmen ciddi tehditler altındadır.

Bir ülkenin geleceğinde eğitim önemli bir belirleyicidir. Eğitim geleceğin toplumunu hazırlar. Eğitimine sahip çıkmayan, yeterli kaynağı ayırmayan, üstelik eğitimden tasarruf yapan toplumların geleceğe güvenle bakmaya hakları yoktur. Sorun sadece kaynak ayırma sorunu da değildir. Toplum, “nasıl bir insan tipi yetiştirileceğini” belirlemeli ve eğitim sisteminin o insan tipinin yetişip yetişmediğini izlemelidir.

Millî eğitimin amaçları ve ders kitaplarına bakıldığında ulusal konular ve Atatürkçülüğün dikkate alındığını sanırsınız. Kitaplarda Atatürk’le ilgili epeyce yazı ve şiir vardır. Oysa giderek bir mankurtlar toplumu oluyoruz. Mankurtlaştırılamayanları yetiştirmek eğitimin görevi ise bu kadar mankurt nereden ve nasıl çıktı? Acaba kendimizi mi kandırıyoruz?

Türkiye yine çok cepheli bir ateş altında. Sürekli tehdit ve taciz altında tutuluyoruz. Ulusal reflekslerimiz yavaşlatılmak ve ulusal direncimiz kırılmak isteniyor. Bu bölümde sürecin nasıl işlediği açıklanmaya çalışılacaktır. Bir şey yapmak için tehditlerin neler olduğunu bilmeliyiz. Bilirsek, önlemimizi alırız. Önce görmek ve tanımak gerekir. Görünen o ki, mankurtlaştırılıyoruz!

Mankurtlaşmak Ne Demektir?

Dilimizde “mankafa” sözcüğü argo da olsa yaygın biçimde kullanılmakla beraber, “mankurt” sözcüğünün aynı yaygınlıkta olmadığını biliriz. Mankurt sözcüğünü Cengiz Aytmatov gündemimize yeniden soktu. Mankurtlaşmak, ulusal kimlikten uzaklaşma, topluma ve kültüre yabancılaşma, zihnin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleşme, egemen güçlere ve süper devletlere yaranmayı içeren sosyo-kültürel bir kavramdır.

Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir. Okumuşlar kolay mankurtlaştırılabilirken halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda mankurtlaştırılamaz. Kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, aydın ya da yöneticiler gerek arayış içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları onları mankurtlaştırma sürecine sokar ya da bu süreci hızlandırır.

Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında[1] anlattığı bir efsane vardır: Mankurt Efsanesi. Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş. Bunu şöyle yaparlarmış: Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş. Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.

İşte, toplumumuzda olup bitenleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bugün Türk toplumu mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru dejenere ediliyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yüngülleştirerek mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor. Başta artık bizim olmaktan çıkmış ulusal (?) kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor. Görünüşe bakıldığında epey yol aldıkları anlaşılıyor.

Kitle iletişim araçlarında yer alan kimi okumuşları okuyup, dinleyince bunların mankurtlaştırıldıklarını ve tüm toplumu da mankurtlaştırmak için görevlendirildikleri gibi bir kanıya ulaşılıyor. Uygarlıkların rahmi ya da beşiği olmuş Anadolu topraklarında nasıl ortaya çıkar bu uğursuzluk? Çağcıllaşmak yerine Batılılaşmaya çalıştığımız için mi? İçi boşaltılmış bir Atatürkçülükle insanları oyaladığımız için mi? Yurttaşlarımıza ulusal bir tarih bilinci kazandıramadığımız için mi? Yoksa aydınlarımız ve yöneticilerimiz bize ihanet mi ediyor?

Mankurtlaştırılmak istenen bu halk, tarihte onlarca devlet kurmuş, sonuncusu dünyanın dörtte üçüne egemen olmuş, şunun şurasında seksen yıl öncesinde en kötü durumunda bile dünyanın ilk beşinde yer alan Osmanlı’nın sahibi; ardından emperyalizme karşı zafer kazanmış bir halktır. Uygarlığa büyük katkıları olmuştur. Bu halk, emperyal duyguları tatmış ve dünyaya düzen vermiştir. Şimdilerde emperyalizmin aracı olarak birilerinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Balkanlarda ve başka yerlerde jandarması olarak kullanılmak istenmektedir. AB ve ABD’nin ve bir şekilde başımıza geçirilen işbirlikçilerin yapmak istedikleri bu değil midir?

Topluma yerleştirilmeye çalışılan aktarma “tüketim kültürü”nün “kullan-at” ilkesi geleneksel kültürel öğeler yanında düşünceyi, geçmişi, kısaca her şeyi kullanıp atmayla sonuçlanmıştır. Geçmişin unutulması, geçmişteki çözümlerden yararlanmama sonucunu da ortaya çıkarmıştır. Toplum giderek geçmişi daha az anımsıyor, düşünce modaya teslim oluyor. Öte yandan geçmiş, tam da unutulduğu içindir ki, itirazla karşılaşmadan hüküm sürmektedir. Bunun aşılması için öncelikle anımsanması gerekir. Geçmişteki çözümleri unutuyor ve hatalarımızı tekrar ediyoruz!

Yeni adına eskiyi rafa kaldıran günümüz eleştiri tarzı, devrin zihniyetinin bir parçasını oluşturur; unutarak temize çıkmaya ve savunmaya yarar. Kısacası, toplum belleğini ve onunla birlikte aklını yitirir. Geçmişi düşünme yeteneksizliğinin ya da gönülsüzlüğünün bedeli düşünememektir. Bellek yitimi, geçmiş düşünceyi fazladan bir “entelektüel çöplük” gibi sırtından atan “radikal” ampirisizm ve pozitivizmden, geçmişin devlerine ve dehalarına çok erken doğma talihsizliğine uğradıkları için selam duran açıkgöz kuramlara kadar çeşitli biçimler alır.[2]

ATEŞ SUYU POLİTİKASI

Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?
Batılılar Amerika’yı işgal ettiklerinde (keşif değil, işgal!) onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi aç gözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi. Kimi kılıçtan geçirerek, kimini yerlilerin bağışıklığı bulunmayan hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme ortamlarını ortadan kaldırarak[3] yok ettiler. Örneğin Kızılderililerin temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek onları aç bıraktılar. Kısırlaştırdılar.[4] Amerika’da sadece katliamlarda doksan milyon insan soykırıma uğramış ve katledilmiştir.[5]

Batı (Avrupa, Amerika) Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedirler.

Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile pasifize etmiştir. “Ateş suyu” Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Bu ilk ateş suyudur.

Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur.

Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!

Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitmek daha ucuzdur.[6]

Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Bunun için bizim mankurtlaştırılmamız gerek!

Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediğini Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Oradaki ateş suyunun adı da votkaydı.

Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir. Aşağıda bunların bir kısmı açıklanmıştır.

Birinci Ateş Suyu: Alkol ve Uyuşturucu Bağımlılığı
Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız. Böylece tehdit olmaktan çıkar, sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız.

Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelijansiyasını izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorlanan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan yurttaşlarımızın uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır!

Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulursa, düşünmekten uzaklaştırılırsa sömürgeleştirme politikası o kadar başarılı olur. Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, “anını yaşayan” gelecek kaygısı taşımayan insanlar emperyalizmin kendisine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar. İstenen de budur çünkü sömürü ancak böyle devam eder.

İkinci Ateş Suyu: Kültürsüzleştirmek, Ödlek Tavşanlar Yetiştirmek
Üniversitede Çocuk Edebiyatı derslerine de giriyorum. Bir dönem boyunca “çocuk kitapları nasıl olmalı ki, hem çocuklara okuma yazmayı sevdirebilelim, hem de okuyanlar üretken iyi birer insan/yurttaş olarak yetişsin” sorusuna yanıt arıyoruz. Öğrencilerim öğrendiklerini dönem sonunda birer çocuk kitabı yazarak ortaya koyuyorlar. Biçim yönünden harika şeyler ortaya çıkıyor. Ama en çok yazılan tema benim “minik tavşan tema”sı dediğim biçimde oluyor.

Hikâye şöyle: Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana dedi ki “bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.”

Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? (Çocuk öykülerinin kötü sonla bitmemesi gerekiyor) Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına... yemin billah eder.

Minik tavşan yerine minik kuş, minik ayı, minik Ayşe de olabiliyor. Öğrencilerin yüzde sekseni buna benzer öyküler yazıyorsa bunda bir tuhaflık vardır. Neden bu tema anlatılır? Çünkü yıllardır okuma parçalarında, hikâye kitaplarında hep bu temayı okumuşlardır. O kadar tanıdık, aşina olunmuşluk vardır ki bunda!

Peki, bunun ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap denilirse yap!

Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, yani “ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz.

Oysa sıradan bir Keloğlan masalını alıp incelediğimizde Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür: Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer; genellikle anasının öğüdünün tersini yapar üstelik. İddialıdır, araştırır, karıştırır, büyük oynar ve büyük ödülü kazanır. Bu masallarla çocuklara Keloğlanın o kel-kötürüm haliyle neleri nasıl başarmış olduğu anlatılır ve dinleyen çocuğa adeta “hadi, sen ne duruyorsun” denir.

Hele Köroğlu! Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir müzisyendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir. Köroğlu kötü yöneticilere, haksızlığa karşı direnme hakkını kullanan “birey”dir. Unutturuldu. Üniversiteli gençlere soruyorum, “Köroğlu kimdir, nedir?” diye, çok cılız yanıtlar alabiliyorum. Yanıt verenler de Cüneyt Arkın’ın filminden kazara öğrenmişler. Ama Köroğlu’nun kötü kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hud herkes tarafından biliniyor! İnsanımız okumuyor ama televizyon izliyor. Televizyonda ise Köroğlu’na yer yok.

Dünyada onlarca ülke, kültür ve sineması varken, televizyon kanallarımızın sadece ve sadece Holivud’un, dolayısıyla Amerikan kültürünün acenteliğini/pazarlamasını yaptığı dikkat çekmektedir. Sineması çok gelişmiş Batı dışı ülkeler de var ve bunların bir kısmı, kültürel olarak benzer kültür kodları taşıdıkları için, Türk kültürünün beslenme kaynakları arasında da yer alır. Örneğin Azerbaycan, İran, Hindistan hatta Rus sineması bunlar arasındadır. Bunları geçelim, televizyon kanallarımız Fransız, Alman, Bulgar, Yunan, Arap, İskandinav filmlerine bile neredeyse ambargo koymuşlardır.

Türk sineması aşağılanarak etkisizleştirilmiştir. Alay edilen ve defalarca izlendiği için milletin aptallığı üzerine yorum yapılan Kemal Sunal filmlerinde, halk Keloğlanı görmekteydi. Deli Yürek dizisinde Köroğlu’nu görür gibiydi. Bu yapımların izleyici rekorları kırmasının nedeni izleyicinin kendi kültüründen parçalar bulmasıydı. Bu durum yapımcılara bir fikir vermez mi de, Holivud taklidi diziler, sinema filmleri yapılır ve insanlar izlemek zorunda bırakılırlar? Bu durumu en iyimser biçimde mankurtlaştırılmış okumuşlarımızın ne yapacağını bilememeleri olarak yorumlamak isabetli olacaktır. Kültürümüzü biçimlendiren temel kültür kodlarımızdan kopuyor, mankurtlaşıyoruz.

Bunların sonucunda terörist elebaşısını yıllarca saklayan ülkeye haddini bildiremedik. Yunanistan’ın elinde yakaladık, pasaportu Rum (Güney Kıbrıs) çıktı. Birçok ülkenin savaş sebebi sayacağı durumu sineye çektik! 30 bin evladı yok edilmiş, 100 milyar doları bu uğurda harcadığımız için ekonomik krizlerle uğraşmış, ülkemizin bir kısmında devlet ve toplum hizmetleri felce uğramış, toplumsal doku zedelenmiştir. Yataklık edenlere meydanları dar edeceğimize, dönemin Dışişleri Bakanı (İsmail Cem’in) Yunan meslektaşıyla uzo içip sirtaki oynamasını alkışlamışız. Bugün bile bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış, yapay ekonomik krizlerle sanayimize el konmuş, özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma ortadayken, kimsede en doğal demokratik tepkiyi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslararası ilişkilerde AB ya da ABD’nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğmeyi normal sayar hale gelmişiz. Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz!


Üçüncü Ateş Suyu: Yabancı Dilde Eğitim

"Türk’ün iti şehre inince Farsça ürür."
Atasözü

Sömürge olmayan hiçbir ülke çocuklarını başka bir ulusun dili ile eğitmez. Başka kültürlere dönükleştirmez. Biz gerek imam hatip liselerinde gerekse yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz. Üstelik bunu savunanlarımız var. Yüksek öğretim sisteminin en üst kademelerinde görev yapan ve Kemalist bir çizgi izleyen Kemal Gürüz, “Türkçe bilim dili değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” diyerek[7] nasıl bir Kemalizm kavrayışı içinde olduğunu göstermişti.

Atatürk, “Öğretimin Birleştirilmesi Yasası” ile sadece medreseleri değil, yabancı dilde eğitim veren okulları da kapattı. Ama şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi dilinde kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”. Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil!

En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu.

Devlet bürokrasisi, bilim ve sanatta üst kademelere yükselmek için sanki Robert Kolej ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmek temel koşuldur. Politikacı, sanatçı, gazeteci ve bürokratlar arasında bu okulların mezunlarının sayı ve oranı o kadar çoktur ki, sanki ülkede başka okul yoktur ya da bu okullar dahileri alıp, akıllarına akıl, zekâlarına zekâ katmaktadır! Elbette bu okul mezunlarının ezici çoğunluğu Batıcı. Osmanlıdaki Enderun mektebinin yerini almışlardır. Fark şuradadır; Osmanlı Türk ve Müslüman olmayanların zeki çocuklarını devşirip Osmanlılaştırarak onlardan yararlanıyordu. Biz ise kendi çocuklarımızı Batıcı yaparak yabancılara devşirme yetiştiriyoruz.

Yabancı dil (İngilizce) takıntısı üniversitelerdeki yükselmelerde de kendini göstermektedir. Yabancı dil baraj haline getirilmiştir. Lisansüstü çalışmalar için bilim aşkı, düşünebilme, yaratıcılık değil, yabancı dil hatta İngiliz kültürüne hâkimiyet ölçülmektedir. KPDS ya da ÜDS gibi sınavlar sanki yabancı dil becerisini ölçmekten çok, kolej eğitimi almamış (Batı’ya dönükleşmemiş) olanların sisteme girmesini ve yükselmesini önlemeye yönelik!

Sömürgelerde yabancı dil, sosyal tabakalaşmanın bir mekanizması haline gelir. Bir Avrupa dilini kullanabilenler, mesleki sektöre ve modern iş dünyasına girebilir; bundan yoksun olanlar ise daha üst mevkilerden mahrum edilirler.[8] Böylece yabancı dil egemenin iktidar üzerindeki tekelini korumasına yardımcı olur.

Dördüncü Ateş Suyu: Cinselliğin Yozlaştırılması
Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği şeydir. Bunlardan biri de, kültür politikasının yozlaştırdığı cinsiyetler arası ilişkilerdir. Değer yargılarından arındırılmış cinsellik genel geçer hale sokulmaya çalışılmaktadır. Edebiyat, sinema, televizyon, gazete ve dergilerde cinsel açlık duygusu yaratmak için her türlü yöntem ve teknik kullanılmaktadırlar. Renkli dünyalara kanat açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması ve aranması sağlanmaktadır.

Egemen güç ve onun ürettiği genel geçer pop kültür, kadınlarda köksüz, zarafet ve asaletten yoksun, kalça-göğüs standardizasyonuna indirgenmiş bir güzellik anlayışı üretmiştir. Sinema ve televizyonda Holivud’un standardize ettiği ve “ölçü budur” dediklerine ne kadar benziyorsa, onu ne kadar taklit ediyorsa güzeldir/yakışıklıdır.

”Açık saçıklığı” bazı mankurtlar “çağdaşlık” sayıyor. Kadınların itici kılıklar içine sokulmasını ise diğer mankurtlar değerlere bağlılık olarak anlıyor. Akıntıya kürek çekmeye devam ediliyor.

Hiçbir erkeksi ilkeye uymayan maço/maganda erkek tipi üretiliyor. Sokakta yalnız bir kadın gördüğünde “yağmalanması gereken bir mal” gibi algılayan, elle, dille taciz eden, kaba, korkak, duygusuz, duyarsız tipler...

Aşkta sadakat artık “romantik tekerleme” işlevi bile görmüyor. “Aradığım özellikler sadece bir erkekte/kadında yok, herkesten alacağın var” anlayışı yerleştiriliyor. Sevgili koleksiyonu ve onlardan alınan hediyeler aşkta kariyer geliştiren, kısmet, itibar artıran şeyler haline getiriliyor. Duygular yalama ediliyor; ne dikiş tutuyor ne fren!..

Eşcinsellik teşvik ediliyor. Bunun bir “tercih meselesi” olduğu anlatılıyor. Eşcinsel olmadan sanatçı olunamazmış yargısı yerleştiriliyor. Televizyonlarda, hangi cinsiyetten olduğu belli olmayan tipler sunuluyor; cinsel rol davranışı arayan gençlere. Eşcinseller hep neşeli, şen şakrak, sempatik, iyi ve zararsız karakterler olarak takdim ediliyor. “Tercih”lerinden dolayı sanki hiç pişmanlıkları, sorunları yok! Erkek çocuklara cinsiyeti belli olmayan ama kadınsı davranışlar sergileyen karakterleri olan çizgi filmler izlettiriliyor.[9] Çocuk ve gençlere böylesi tipler örnek alınası “modeller” olarak sunuluyor. Ne idüğü belirsiz özgürlük modası var ya, seçenekler de sunuluyor elbette; “eşcinsel olamıyorsan/değilsen unisex de olabilirsin!”

Açık propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebiyat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan Kundera, sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece “ihanet özgürlüğü” istiyordu. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ünlü kitabında başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu[10].

İnsan, öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer etmekle olur. Sevgilisine, eşine ihanetle başlayan ihanet duygusu, onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir. Milan Kundera bunu başarmıştı. Adı sosyalizmi yıkan kahramanlar arasındadır.

Ahmet Altan, “Günaha Çağrı” adlı yazısında şöyle yazıyor: [11]

“Günahlar işleyelim, günahlarımız için mabetler kuralım, kendi günahlarımıza tapalım.
Yasak aşklar peşinden gidelim.
Yasak düşüncelerle oynaşalım.”

...

“Eğer masumsanız, bir günah ve bir suç işlemediyseniz, eğer siz korkaksanız, kendi kendinize ihanet ediyorsunuz, kendi zevklerinizi, isteklerinizi, fikirlerinizi kendiniz buduyorsunuz.”

...

“Masumiyeti korkaklara ve yeteneksizlere bırakın.
Bir günah mabedi kurmak isterdim, her saat başı sizi günaha çağıran.
Günah, kendine ibadettir... Sizi kendinize ibadete çağıran bir mabet.
Kendinize ibadet edin.”

“Her akşam yatarken “bugün kendim için nasıl bir günah işledim” diye sorun kendinize, eğer bir günah işlememişseniz kalkıp bir günah işleyin, geceler günahlar için en uygun zamandır.”

Toplumları sarsmak için değerler aşındırılmakta, onu ayakta tutan en önemli kurum olan aileye saldırılmaktadır. Romanlarda “aldatma hakkınızı kullanmalısınız” önerisi ikna edici biçimde yapılır. İhanet etmek bir “hak” olarak sunulur. Edebiyatımızda bunun misyonerliğini yapan “Türkiyeli” romancılar bulunmaktadır (bunlar Türkiye’yi aşağıladıkça dışarıda ödüllendirilirler). Kültürel değerlerimizin en aşağılık şey olarak gördüğü “ihanet ve aldatma” yazılarında meşrulaştırılır, “aşağılık olan yüceltilerek” değer haline getirilir. “İhanet” romanlarında öyle sahneler ve duygudurumlar ortaya konur ve aldatma öyle meşrulaştırılır ve doğallaştırılır ki, okur onu adeta yaşar, ilginç bulur ve gerçekleştirmek için çareler arar. Romanı okurken, kahramanla özdeşleşen, olaya onun penceresinden bakan okur, zaten olayı yaşamaktadır. Okuyucu aldatma duygusunu zihninde kurgulamış, yaşamıştır. Artık tabu yıkılmıştır. Eşler birbirine “acaba?” diye bakmaya başlar. Evliliği ayakta tutan “eşine güven” duygusu ise ve bu da yoksa evlilik ve aile aslında yoktur. Bunun bir adım sonrası aldatma “hakkını” kullanan ya da kuşkunun pençesinde kıvranan eşlerin parçaladıkları ailelerdir. Edebiyatta bu tema, insanî bir durum olarak pekâlâ değerlendirilebilir ve sanatçının bakışı olarak yorumlanabilir. Ancak bunun diğer araçlarla da desteklendiğini görünce, büyük bir kampanyanın parçalarından biri olduğu anlaşılır.

Pop denilen müzik türü de aynı amaçla kullanılmaktadır: Şarkılarda “sana bir ihanet borcum var, ödedim sonunda...” söylenir, güzel nağmelerle.. “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye, usulca sokulup merhaba dedim” der, saf saf...

Sinemalarda bunca kültür zengini olan ülkede yeni kavram ve düşünüş biçimleri ile açılımlar yapmak varken, “aldatma” en basit biçimiyle işlenir. Holivut sinemasının aynı temayı işleyen filmleri günlerce televizyonlarda tanıtılır. Bir kadın/erkek neden aldatır, aldatılır? Bunu tartışmak üzere açık oturumlar düzenlenir...

İnsanları televizyon ile oyalamakla görevli bazı meddahlar edep sınırlarını zorlayan belden aşağı güya esprileriyle izleyicilerinin beyinlerine değil, ilkel dürtülerine seslenmektedirler.

Televizyondaki “muhabbet” programlarında ya da kadına yönelik yapımlarda adeta klişe haline gelen bir söz vardır: “Aldatmayan erkek yoktur!” Defalarca, durup dururken bile söylenmektedir. Artık genel geçer ama bilimsel olmayan bir bilgidir... Tersini kabul ettiremezsiniz. Ne yapılmak isteniyor? Acaba bu söz, karakterini eğiterek sadakat duygusunu geliştirmiş, aile kavramına duyduğu saygıdan ötürü başkasına kem gözle bakmayan, saygıyla yaklaşan aldatmamış erkekleri nasıl etkiler? Bu iddia, evli kadınları nasıl etkiler acaba? Böylesi bir toplumsal ilişkiler düzeni olabilir mi?

Evlilik kurumunun ilkelliği dile dolanıyor. En ufak şeyler boşanma gerekçesi haline getirilerek, aileyi parçalayıcı politika, program, yayın ve uygulamalarla aile güçsüzleştiriliyor, yok edilmeye çalışılıyor. Birlikte yaşama, gecelik, mevsimlik “aşk”lar (!) seçenek olarak sunuluyor.

Neden aileye saldırılmaktadır? Aile toplumun temelidir de ondan. Toplumu o ayakta tutar. Aile bireyi vatanına bağlar. Aile bozuksa toplum da bozuktur. O toplum artık ateş suyu içmiştir. İflah olmaz!

Bir topluma ateş suyu içirmek için, ateş suyu cilalı bir kap içinde, güzel nitelemelerle alıştırılarak verilir. Örneğin içerseniz “çağdaş, modern, Batılı...” olursunuz. Zinanın adı “çapkınlık”, yapılan şey ise “kaçamak” olur. Bu kadar masum! Bunlara karşı çıkarsanız ya köylü olursunuz ya da gerici. Gericiliği tercih eder ya da bir yere ait olmak için oraya katılmak zorunda kalırsınız. Yoksa mankurtlar sizi “ot” bile sayar.

Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bunun için bedeninize odaklanmanız sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek biricik hedefiniz olur. Tek derdi çekici olmak olan birinin yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmesi, sömürüye, işgallere, soygunlara ilgisi, açları, işsizleri, evsizleri, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir? Kendi bedeninin derdine düşmüştür ve tensel zevklerin peşindedir. Artık insanlık umursanmaz, AB bilinmezdir.

Birey yalnızdır oysa kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli biçimlerde direnir ama düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. İnsan olmak haysiyetinize bile dokunmaz. “İnsan olma”nın ne olduğunu düşünecek haliniz kalmaz, mankurtlaşırsınız. Egemen gücün istediği de zaten budur; yağmalamaya devam eder...

Bir araştırma: Kinsey Raporu
Alfred C. Kinsey, soy gelişimi bilimi (eugenics-öjeni) doğrultusunda kültürel yapıbozum araştırmaları yaptı. Çalışması (Sexual Behavior in Human Male), Amerikan aile yapısını bozarak nüfusu yeniden üretken, kültürel, ailevi ve zihinsel programlamaya karşı korunaksız hale getirdi. Araştırmayı baştan sona kadar Rockefeller destekledi ve 1948’de basıldı. Kitap, Rockefeller ve Amerikan medyasının desteklemesiyle en çok satılan kitaplardan biri oldu. Araştırmanın Amerikan toplumunu sarsan bulguları şöyleydi:[12] Amerikan erkeklerinin % 95’i cinsellikle ilgili yasaları cezaevine düşecek kadar ciddi biçimde ihlal etmiş, % 85’i evlilik öncesi cinsel ilişki kurmuş, % 69’u fahişelerle birlikte olmuş, % 45’i zina yapmış, % 37’si homoseksüel ilişkide doyuma ulaşmış, % 17’si hayvanlarla seks yapmıştı.[13] Bunlar tipik Amerikalılar tarafından ciddiye alınmadı çünkü ortaya konanlar kendi cinsel ahlak ve tutum algılarıyla örtüşmüyordu. Ancak Kinsey’in başarılı olduğu bazı sonuçlar ortaya çıktı:

O zamana kadar normal dışı olarak düşünülenler “normal” oldu. Amerikan normları çarpıtıldı; öyle ki her tür cinsel ilişki normalleşti. Eş değiştirme, kolay boşanma, seks edimleri, eşcinsellik ve sado-mazoşizmin medyada resmedilmesiyle bunlar norm haline geldi. Cinsellik, doğurganlıktan ayrı olarak ele alındı. Bu sayede kısırlaştırma, kürtaj ve doğum kontrol yöntemleri kurumsallaştırılarak kitlelere sunulabiliyor. Uyuşturucu, seks ve televizyonla tatmin edilen “duyarlı” toplum yaratılıyor (böylece duyguları köreltilmiş ağızlardan yöneticilere eleştiri gelmesinin önüne geçiliyor). [14]

Kitlelerin kontrolü için cinsel “aklı başında”lığa karşı yürütülen savaş bugün de birçok toplumda devam ediyor. Davranışlar kitle iletişimi aracılığıyla değiştiriliyor; böylece erdem, özdenetim, kamusal idare reddediliyor, değerlerden arınık cinsellik teşvik ediliyor.

Beşinci Ateş Suyu: İdeolojilerin Saptırılması ve İçeriksiz Kavramlar
İdeoloji, herhangi bir toplumsal kümenin yaşamına yön veren ve kendi içinde uyumlu bir düzen oluşturan düşünce, inanç ve düşünüş biçimlerinin tümüdür[15]. Egemen güç, zihinsel üretimi kendisi yapar ve bilinçli bir bilinçsizleştirme süreci gerçekleştirir.

Sorunlara doğru saptamalar yapanların sesi kısılıp, yanlış amaçlar peşinden koşan ideolojiler oluşturulur. Samimi insanlar ülke sorunlarını çözebilmek için bu yapay ve sonu belirsiz ideolojilerle boş boş uğraşırlar. İşler daha kötüye gider. Sorunlar daha da büyür.

Bu yapay akımlar, toplumu temel sorunlarından, uygarlık mücadelesinden uzaklaştırmak ve dikkati yapay sorun ve çözümlere çekmek için araç işlevi görür. Bazen toplum bir fırsatını bulup sorunları üzerine düşünmeye ve çözüm bulmaya başladığında, bu güçler ajan provokatörlerle çözümü baltalamaya çalışırlar. Fraksiyonlar ortaya çıkar, ne için uğraştıklarını unutur, kendilerini emperyalizmin hizmetinde bulurlar!

Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür.[16] Dünya görüşlerimizi oluşturan, insanlığa mal olmuş saygın kavramların içerikleri boşaltılıp, egemen gücün amaçlarına uygun biçimde dolduruluyor. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük hatta bilim ve üniversite kavramlarının içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur. Örneğin “evrensellik” çarpıtılarak, “emperyalist merkezlere bağımlılık”la eşanlamlı hale getirilmiştir. Başka bir deyişle, evrensellik Batı, o da ABD olarak anlatılmaktadır. Şimdilerde birçok kavramın içi özünden ve tarihsel seyri bağlamından koparılarak yanlış biçimde doldurulmaktadır. Kavramlar yanlış olunca doğru düşünmek olanaksızdır.

Aydınlar, toplumun “her türlü düşünceye açık olması” ilkeleriyle “kaleyi saldırganlara teslim etmek” arasındaki farkı göremiyor, bu iki kavramı birbirine karıştırıyor.[17] Böylece ülkenin düşünce dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor. Kimse önünü göremeyince amaçlar belirsizleşiyor. Toplum nereye gideceğini şaşırıyor!

Altıncı Ateş Suyu: Bilimsel Bilgiden Uzaklaştırma
“En gerçek yol gösterici” olan bilim, yeterince ilgi ve iltifat görememektedir. Eğitim ve Araştırma-Geliştirme için zaten az kaynak ayrılan ülkede, krizlerden sonra ilk tasarruf yapılan alanların başında eğitim ve bilim gelmektedir. Siyasal iktidarlar üniversitenin sorunlarını çözebilecek arayışlar içinde olmaktan çok, üniversiteyi bir “arka bahçe” haline getirme uğraşındadır.

Bilimsel bilgiye yöneltilen postpozitivist eleştiriler, sadece bilim esnafını değil, zaten yeterince bilimsel bilgi kullanmayan toplumu da derinden etkilemiştir. Bilimsel bilginin yerini bilimdışı, gündelik, dinsel ya da örgütlenmemiş bilgiler almaktadır. İnsanlar dünyayı ve olguları açıklamada geleneksel ya da kulaktan dolma bilgileri, falcılar, medyumlar ya da şarlatanlardan edindiklerini veri olarak kullanmaktadırlar. Bilgi kaynağı bu olunca, (bilginin nasıl işlendiği bir yana) aldığı kararların isabeti de ona göre olacaktır.

Bilimin ulusal ve toplumsal işlevini önemsemeyen, sadece evrensel[18] işlevini dikkate alan ölçütler geçerli hale getirilmiştir. Bilimde araştırma gündemleri, emperyalist merkezlerin gereksinimleri doğrultusunda oluşturulup, bütün dünyaya evrensel gündem diye dayatılmaktadır. Araştırmacılar ülke sorunlarını çözecek araştırmalar yerine, uluslararası dergilerde yayımlanacak (onların istediği, belirlediği) araştırmalarla, projelerle ilgilenmektedirler.

Koray’ın[19] saptadığı gibi, artık “bedenler göçmeden beyinlerin göçmesi”nin etkili bir mekanizması oluşturulmuştur. Dünyanın her tarafındaki araştırmacıları, üstelik kendi ülkelerinin kaynaklarını kullanarak, merkezin belirlediği araştırma gündemi çerçevesinde çalıştırmanın yolu keşfedilmiş durumdadır. Bilim, ülke sorunlarının çözümüne değil, “merkez”lerin istediği yayınları yapacak biçimde araştırma ve yayınlara odaklanmıştır.

Ülkenin ciddi sorunları karşısında bilim ve bilginler[20] kayıtsız kalmışlardır. Güneydoğuda yıllarca devam eden terör ve sonuçları konusunda ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Laiklik, öğretim birliği, yabancı dilde eğitim, Avrupa Birliği gibi konularda özellikle eğitim alanında yapılmış ciddi araştırmalar bulunmamaktadır. Üniversiteler sanki suya sabuna dokunmak istememektedir. Bilimin bıraktığı boşluk başka bilgi türleri hatta bilgisizlik tarafından doldurulmakta, eleştirel düşünemeyen insanlar kolayca yönlendirilebilmektedir.

Aktarmacı, Avrupa-merkezli bir bilim anlayışı yerleşmiş, kendi toplumuna bile Batının gözlükleriyle bakan bilginler türemiştir. Örneğin Batıcı cinsiyetçilik anlayışıyla “töre cinayetleri”ne bakmak, sorunu çözmeyeceği gibi, ancak cehaleti ele verir. Tipik devşirme aydın tavrıdır. Tarım toplumu değerleriyle donanmış birinin “namus” kavrayışı da öyle olacaktır. Bunu ortadan kaldırmak istiyorsanız, insanlara namussuzluğu telkin etmek ve onları cehaletle suçlamak yerine, ekonomiden başlamak kaydıyla onlara moderniteyi götürerek sorunu çözebilirsiniz.

Başkaya,[21] “dünyaya sömürgecinin gözüyle bakan” yerli eliti şöyle nitelemektedir: ... beyinleri Avrupa-merkezli ideolojik safsatalar tarafından dağlanmış, kendi gerçekliğine, kendi toplumuna külliyen yabancılaşmış yerli azınlıklar, hep emperyalizmin, sömürge ve yarı-sömürgelerde, şimdilerde Üçüncü Dünyadaki adamları-ajanları oldular.

Altbach, üçüncü dünya ülkelerinde yer alan üniversitelerin hemen hemen tam anlamıyla yabancı bir model üzerine kurulmuş olmalarından ve yabancı kurumların değerlerini ve kurumsal örneklerini yansıtmalarından dolayı sömürgeci kurumlar olduğunu ileri sürmektedir.[22] Altbach devamında ise bu üniversiteler araştırma ve yaratıcı entelektüel çabaya ağırlık vermemişlerdir. Böylece yüksek eğitimin çoğunluğu Avrupa modellerini ve akademik normlarını yansıtır; fakat modern Batı standartları seviyesine çıkarılmadan.

Ülkede bilimsel bilgi üretimi bile adeta yabancılar için yapılmaktadır. Yabancı dille (İngilizce) öğretim yapan üniversite ve fakültelerde yapılan bilim uzmanlığı ve doktora tezleri başta olmak üzere, neredeyse bütün yayınlar yabancı dilde yazılmakta, Türkçe bilen okur için değil, yabancılar için bilgi sağlanmaktadır. Ülkemizin kaynaklarıyla üretilen bilginin bu ülkede yaygın olarak dağıtılamaması ve kullanılamaması düşündürücüdür. Eğitimin yabancı dilde olmadığı üniversitelerde de birçok dalda yükselmek için yabancı dillerde yayın yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Genellikle yüksek standartta olan bu yabancı dildeki yayınlar da Türk bilgi kullanıcısına sunulamamaktadır.

Yedinci Ateş Suyu: Dincilik ve Sahte Din Anlayış
Din, toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur. Toplumları etkileme ve özellikle bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir. Ancak, din siyasal bir amaç gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir. Kuşkusuz, bunu dinin kendisi değil, din adına hareket ettiğini iddia edenler yapmaktadır. Dindar ile dinciyi iyi ayırt etmek gerekir. Dindar ile kimsenin bir sorunu olamaz.

Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır.

Din konusu, kendisi için farklı çıkarları olan başka ülkelerin de ilgi alanına girer. Örneğin, emperyalizmin sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması yeni bir uygulama değildir. Afganistan ve Arabistan’da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar. Bunu İslam’a iyilik için mi yapıyorlar? Bunlarla hem din anlayışı değişir, din saptırılır hem de yeni dinsel akımlarla bölücülüğe yol açılarak toplumsal çözülme sağlanır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir.

Cezayir’de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir’dir. O sırada Fransa tarafından Cezayir’e gönderilen ajan Monsieur Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına başvurmuş ve arkasından Mısır’ın ünlü El Ezher medresesinin ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği “İslami itikada halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun eğmek caiz midir” sorusuna karşı “elcevap: caizdir” yanıtını almıştır. Hıristiyanlara geçici tutsaklık yüz yılı aşmıştır.[23] “ABD ile işbirliği yapmadan başka ülkelerde okullar açamayız” diyen yerli şeyhler de bu bağlamda değerlendirilebilir.

Dinciler aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman olmak ile Araplaşmak hâlâ birbirinden ayrılamadı. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar, adeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunlarımızın görünmesi engelleniyor.

Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir. Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür.[24] Din, manevi olduğu kadar stratejik de bir güçtür. Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Oysa, bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek, işi ileri götürüp laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Öncelikle laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara meydan vermemesi gerekir. Böylesi kişiler, laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri dinci saflara itmektedirler.

Din ve dinsel alanda önemli kavram ya da simgeler alaya alınmakta, küçük düşürülmekte ve önemsizleştirilmektedir. Edebiyatta, sinema ve “bir kısım” medyada din adamlarımız küçük hesaplar peşinde koşan, çağdışı, yobaz ve aşağılık bir çok niteliği kendinde toplayan karakterler olarak sunulmaktadır. Anadolu’da taşlayarak öldürme (recm) hiç olmadığı halde “vurun kahpeye” sahnelerini sık sık izlemek zorunda kalınır. Öte yandan engizisyon ve endüljans süreçlerinden geçen Batı toplumlarında din adamları medya ve sanatta adeta evliya olarak sunulmaktadır. İslam’daki dinsel simgeleri aşağılamak laiklikle açıklanamaz. Olsa olsa din düşmanlığı özellikle de İslam düşmanlığıdır. Zira laikliğin karşı olduğu din değil, yobazlıktır.

Laikliği savunanların bu savunuya devam etmekle birlikte son tahlilde bu toplumun Müslüman bir toplum olduğunu unutmamaları gerekiyor. Modernleşme adına Batılı davranışlar beklemek kimsenin hakkı değildir, doğru da değildir.

Toplumu yönettiği/yönlendirdiği iddiasında olanların öncelikleri iyi belirlemesi gerekir. Ülkeye yönelik “görünen ve açık bir emperyalist tehdit” hatta saldırı varken, tarafların incir çekirdeğini doldurmayacak konuları bir tarafa bırakmaları gerekir. Bu durum evleri yanarken yorgan kavgasına tutuşan karı-kocanın durumuna benzemeye başladı. Laiklik mücadelesinde kimilerinin geldiği nokta burasıdır.

Sekizinci Ateş Suyu: Yapay Gündem
“Bir kısım” medya toplumu bilgilendirme değil, biçimlendirme görevi üstlenmiş, böylelikle görevinin dışına çıkmışlardır. Basındaki zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmemeyi sağlamaktadırlar. Bu durum özellikle ülkenin başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır. Hava puslandırılır ve kurtlar ortaya salınır. Dikkatler başka tarafa çekilerek asıl yapılacak olanlar yapılır. Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur. Dinleyici/izleyici/okuyucu yönlendirildiği sonuçlara ulaşır. Böylece zihinler yeniden inşa edilir.

Son zamanlarda gündemimizin yoğunlaştığı konulara bakar mısınız: Türban/başörtüsü, kadınlar cenaze namazı kılar mı, Cuma namazı kadınlara farz mıdır, ünlü olmak için rezalet çıkaranlar, Cumhurbaşkanının Resepsiyonu, YÖK, popstar ve evlenme/çiftlenme yarışmaları ve elbette futbol, futbol, futbol... Kitleler bunlarla oyalandırılıyor [25].

Demokrasi eğer “halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini yönetmesi” ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler!

İzlenen kültür politikalarıyla ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanır. Bunu yapmak için önce toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır, toplumsal özgüven ortadan kaldırılır. “Bir Amerikalı, bir Alman ve bir Türk” diye başlar fıkra ve en salakça eylemi Türk olan yapar! Oysa aynı durumlar Amerikalı için de Alman için de söylenebilir. “Burası Türkiye, burada her türlü yanlış olağandır!” ifadeleri klişe haline gelmiştir. “Türklerin zekâsının düşük olduğu” safsataları manşetlere çekilir.[26] Basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana çıkarılır. Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür. Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı ve sık kullanılarak varolan eğlence kültürü değiştirilir. Batı ülkeleri karşısında aşağılık duygusu uyandırılır. Kendine güveni azalmış topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak isterler. 30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır. [27]

Eğer eleştirici düşünmeye sahipseniz ve bu salyangozların neden bu mahallede satıldığını biliyorsanız, bundan etkilenmezsiniz. Bunun farkında değilseniz emperyalizm ve işbirlikçi kapitalizmin tuzağına düşmüşsünüz demektir.

Türkiye’deki egemen sınıf ya da güç, yukarıda sıralanan birçok hususta etkili ve bazen belirleyici olmaktadır. Onlarda dikkati çeken ise adeta kanaralaşmış[28]olmalarıdır. Kemal Tahir, “Emperyalizm o kadar açık bir namussuzluktur ki ancak yerli alçakların aldatma ve saklama ustalığıyla yutturulabilir. Bunu en iyi uygulayan emperyalist ajanların en yamanları da bizdedir diye haklı olarak öğünebiliriz” demekteydi.[29]

Başka ateş suyu etkisi yapan şeyleri de sıralayabiliriz. Dikkat edilirse, bütün bunlar toplumu belleksizleştirmek, kimliksizleştirmek ve kişiliksizleştirmek sonucuna yol açmaktadır. Küresel sömürge haline getirmek istedikleri ülkemizde, zihnimiz yeniden inşa ediliyor. Oluşturulmaya çalışılan zihin, bizim olmayan, yapay, emperyalizmle dost ve onun uşağı bir zihindir.

Mankurtlaşmamak İçin Ne Yapmalı?

Atatürk 1921’de demişti ki:
“Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür [30] kastediyorum... Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.” [31]

Ülkemizde yaşanılan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara baktığımızda, Atatürk’ün önerdiği insan tipini yeterince yetiştiremediğimiz anlaşılmaktadır.

Gerçekte ulusal/millî olmayan eğitim ve kültür politikaları kültür kodlarını zedelediğinden toplum zihnen teslim alınmaktadır. Kültürel yönden teslim alınmış bir ulusun bağımsız yaşama iradesi de yok olur.

Eğitim, sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir. Millî Eğitim Temel Kanunu sadece okul ve öğretmenleri bağlamaz. Kanunun 17. maddesi “millî eğitimin amaçları yalnız resmi ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır” demektedir. Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler millî hedefler söz konusu olduğunda birbirini desteklemelidir.

Millet, bir “futbol takımı” gibi hareket etmelidir. Birey ve kurumlar görevlerini doğru ve eksiksiz yaparsa ancak o zaman ulusal hedeflere ulaşılır. Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey kalmaz. Kitle iletişim araçları, aileler, sokaktaki insanlar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, kamu görevlileri... Herkes yapıp etmelerinde “millî eğitimin genel amaç ve temel ilkelerini” dikkate almak zorundadır.

Millî eğitim, ama gerçekten millî olan bir eğitim en büyük eksiklik ve beklentidir. Bütün bunları toplumca tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır.

Haşlanmış Kurbağa

Bilinen öyküdür; içi su dolu bir tencereye bir kurbağa atar ve ocağı yakarsanız kurbağa yavaş yavaş ısındığından dolayı haşlanacağını düşünemez. Sıcaklık rahatsız edici boyuta ulaşınca, o kadar gevşemiş ve mayışmıştır ki, tencereden çıkacak gücü kendinde bulamaz ve ölür. Oysa kaynayan bir tencereye bir kurbağayı atarsanız tüm gücünü toplar, oradan sıçrar ve hemen kurtulur. Kurbağanın çıkamayışı hayatına yönelen tehdidi algılayan iç düzeneğin, kurbağanın çevresindeki ani değişikliklere göre programlanmış olmasındandır, alıştıra alıştıra olan değişime değil. Bu öykü, insanlara azar azar zehir bile içirilebileceğini anlatmaktadır; şu sıralar Türk toplumuna içirildiği gibi!

Her toplum zaman zaman rehavete kapılabilir. Uçurumun eşiğine de gelebilir. Biz uçurumun kenarına gelmiş ama rehaveti üstünden atarak destanlar yaratmış bir toplumun çocuklarıyız. Türkiye genç ve eğitimli nüfusu, köklü devlet geleneği, üstün coğrafyası, zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarıyla geleceği parlak olan bir ülkedir. Bunu bilmek ve yoldaki engelleri kaldırmak gerek.

Mankurtluktan kurtulmak ve mankurtlaştırılamayanları yetiştirmekle işe başlayabiliriz. Bu görev, başta devlet, eğitim kurumu ve öğretmenler olmak üzere tüm toplumundur. Görev sadece bir kesime (eğitimcilere) yüklenmemelidir.

Sorun, Türkiye’nin bağımsızlığı sorunudur!

[1] Aytmatov, Cengiz. Gün Olur Asra Bedel. İstanbul: Ötüken Yayınları. 2001.

[2] Jacoby, Russell. Belleğini Yitiren Toplum. (Çev. Hakan Atalay) İstanbul: Ayrıntı. 1996. s. 29.

[3] Yürükel, Sefa M. Soykırımlar Tarihi I: Batının İnsanlık Suçları. Mersin: Near East Publishing. 2005. s. 22.

[4] Keith, Jim. CIA’den Medya’ya Kitlelerin Kontrolü. İstanbul: Nokta Kitap. 2005. s. 26.

[5] Yürükel, agy. 2005. s. 30.

[6] Jansen, Katherina. “Amerikalı Yerlilerin Eğitim Yoluyla Asimilasyonu” Sömürgecilik ve Eğitim. (Çev. İbrahim Kalın) İstanbul: İnsan Yayınları. 1991. s. 101.

[7] 21 Aralık 1999. Hürriyet Gazetesi (Yener Süsoy)

[8] Altbach, Philip G. “Üçüncü Dünya İçinde Bilginin Dağıtımı: Yeni-Sömürgecilik Üzerine Bir Durum Araştırması” Sömürgecilik ve Eğitim. (Çev. İbrahim Kalın) İstanbul: İnsan Yayıncılık. 1991. s. 155.

[9] Teletubbies (Teletabiler) gibi.

[10] Küçük, Yalçın. Şebeke/Network. Üçüncü Baskı. İstanbul: YGS Yayınları. 2002, s. 174.

[11] Altan, Ahmet. Geceyarısı Şarkıları. 23. Basım. İstanbul: Can Yayınları. 2001. s. 72-76.

[12] Keith, agy. 2005. s. 65.

[13] Kinsey’in araştırmalarda kullandığı kişilerin üçte biri cinsel sapkınlık, fahişelik ve çocuklara sarkıntılık gibi suçlardan hapse girenlerden oluştuğu, ancak Kinsey’in veri girişinde bunları normal popülasyon örnekleri olarak gösterdiği sonradan ortaya çıkacaktı.

[14] Keith, agy. 2005. s. 67.

[15] Ozankaya, Özer. Toplumbilim Terimleri Sözlüğü. Üçüncü basım. Ankara: Savaş Yayınları. 1984, s. 41.

[16] Ozankaya. agy. s. 40.

[17] Nebi, Malik bin. İdeolojik Savaş Ajanları. (Çev. Cemal Aydın) İstanbul: Timaş. 1997, s. 106.

[18] Evrensel Batı, o da ABD olarak anlaşılmaktadır.

[19] Koray, Semih. “Üniversitelerimizin Önündeki Tehlike: Ülkesizleşme ve Bilimsizleşme” Bilim ve Ütopya Dergisi. Mayıs, 2004. Sayı: 119.

[20] Son yıllarda İngilizce düşünenler, “bilim adamı”, bilim kadını”, “bilim insanı” gibi adlandırmalar yapmaktadır. Yakında “bilim oğlanı”, “bilim kızı”, “bilim çocuğu” gibi adlandırmalar da üretebilirler. Oysa Türkçe’de adların cinsiyeti yoktur. Eskiden bilim yapanlara “âlim” denirdi, bugünkü karşılığı da “bilgin”dir.

[21] Başkaya, Fikret. Çığırından Çıkmış Bir Dünya. Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı. 2004. s. 30.

[22] Altbach, agm. 1991.s. 159.

[23] Çavdar, Arif. “Türklerin Suudi Arabistanlılaştırılması” Cumhuriyet Gazetesi, 20 Eylül 1994, s. 2

[24] Çınar, İkram. “Laiklik, Laik Eğitim ve Siyaset”. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. Sayı 9. 2005.

[25] Son otuz yılda Türkiye ürettiklerinin bir kısmını çaldırdı. Körfez krizi, ayrılıkçı terörü önlemek için harcananlar, içi boşaltılan bankalar, yapay ekonomik krizler, Batıdan alınan fahiş faizli borçlar, gümrük birliğinden kaynaklanan zararlar... Yaklaşık 1,5 trilyon dolar ediyor. Bu paralar bu halkın çalışkanlığıyla kazanılmıştır. Paramız çalınırken, bizim gündemimizde başta Batı’nın pişirip önümüze koyduğu türban ve terör olmak üzere içi incir çekirdeğini doldurmayacak konulardır.

[26] Tosun, Murat. “Aptallık Tartışması Bölüm 2” Hürriyet Gazetesi. 26.07.2005.

[27] Tarhan, Nevzat. Psikolojik Savaş. İkinci Baskı. İstanbul: Timaş. 2002, s. 59.

[28] Kanaralaşmak; Orta Anadolu’da kullanılan bir deyimdir. İşlevinin tersini yapmak anlamında kullanılmaktadır. Örneğin, köpeğin görevi sürüyü kurda, çakala karşı korumak iken, köpekte bir tabiat bozulması olur ve giderek koruması gereken koyunları kendisi yemeğe başlar. Bunun anlaşılması da uzun sürer. Zira köpeğin görevi normal olarak sürüyü kurtlardan korumak olduğu ve genel olarak da bu görevi yapageldiği için sürüde eksilen koyunların köpeğin işi olduğu zor ve geç anlaşılır. Anlaşıldığında ise birçok koyun kaybedilmiş olur. (http://ercuemend-oezkan.com/index.php/Ahlaki-Yozlasma/Kanaralasmak.html)

[29] Kemal Tahir. Notlar/Batılılaşma. Yayına Haz.: C. Yazoğlu. Bağlam Yay. İstanbul, 1992 s 43. Akt: Sezgin Kızılçelik. Batı Bataklığı. Ankara: Anı Yayıncılık, 2005. s 96.

[30] Atatürk, burada “kültür” sözcüğünü “eğitim” karşılığında kullanmaktadır. Bir ara (1935-1941) Maarif Vekâletinin adı da Kültür Bakanlığı olarak değiştirilmişti (Akyüz 1993: 345). Bu vesileyle belirtmek gerekir ki, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözünü “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli eğitimdir” diye anlamak gerekir.

[31] Atatürk, Mustafa Kemal. Atatürk’ün Bütün Eserleri. Cilt: 11, İstanbul: Kaynak Yayınları. 2003. s 236.


Kaynak;
Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR , İnönü Üniversitesi, Eğitim Fakültesi
http://mankurtlastirma.blogspot.com/
http://www.egitisim.gen.tr/Mankurtluk.htm

TURKUAZ RENGİ AL-BEYAZ BAYRAĞI TEMSİL EDEBİLİR Mİ?

2007 yılının sekizinci ayından itibaren basında yer alan haberlerde, Millî takımın destekleyicisi Nike’ın dış saha maçları için beyaz renk üzerine “turkuaz” detaylar içeren bir forma hazırladığı duyurulmuştu. Bir ABD firması, bir ülkenin bayrak renklerini reklâm amaçlı mali destek verdiği için değiştiriyor. Türk Futbol Federasyonu buna izin veriyor. Formalar basına tanıtılıyor. Fransızca bir kelime olan “turkuaz” rengi, ay yıldızın, kırmızı beyazın yerini alıveriyor, dış sahada. Eee zaten el âleme karşı kendi renklerimiz, sembollerimiz önemli değil mi? El âleme rezil olmak değil midir, bunun adı? Uluslararası kültür savaşında, büyük bir bütünün parçası içinde, kutsallarımıza dokunulmuyor mu?

Ay yıldızlı bayrağımın, al beyazı hangi münasebetle turkuaz rengine yerini bırakmış biliyor musunuz? Geleneksel Türk mimarisinde kullanılan çinilerin renginden alınmış bir renge: türkuaza. Teselliye bakar mısınız? Geleneksel çini mavisi ve karşılığında bayrağımızın renkleri.

Haberin eleştiri sayfalarında türkuazdan yana, tuşlara basan kişilerin bazıları şöyle diyor: “Kendinizi aşın biraz: Mutlaka yenilikler olacaktır.” Bir başkası:“Renklere takılmayın, mühim olan içindeki bedenler. Finale kalalım üstsüz oynayalım, yeter ki kalalım.” Bir diğeri: “Bence güzel olmuş, kırmızı şort giyeriz olur biter.” Taraftar olmak, fanatik olmak ayrı bir şeydir Beyler. Yaptığınız iş, millî bir işle ilgili ise, orada durmak ve düşünmek gerekmez mi? Burada taraftarın ahkâm kesmesi söz konusu olamaz. Millî bir eylem söz konusu ise, temsil sıfatınız ve renginiz ona göre olmalıdır.

Turkuaz’ın anlamına Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünden bakalım: “Yeşile çalan mavi renkte değerli bir taş, firuze” (Türkçe Sözlük, 2005, 2009). Fansızca orijinali: turquoise, İngilizce de aynı adla karşılık buluyor. Turquoise blue (turkuaz mavisi), turquoise green (türkuaz yeşili), light turquoise (açık mavi) gibi açılımları veya tonları ile karşılaşıyoruz. İyi güzel de sormak gerekmez mi, bu turkuaz Türk kelimesini karşılıyor mu? Galiba kamuoyunda böyle bir yanlış anlaşılma, yakınlaştırma veya karşılık bulma söz konusu. Türk’le, Türkçeyle ilgisi sadece bir çini rengine verilen Fransızca addan ibaret. Burada bayrağın yerini alacak bir bağlantı kurabildiniz mi? Yok. Bir ulusun değerler sembolünün rengi, başka bir renkle karşılık bulabilir mi? Kocaman bir HAYIR.

O halde bayrak nedir, diye bir soru sormamız gerekiyor. Turkuaz rengini kabul edenlerin kafaları mı karışık? Şairin sözü boşuna mıdır Allah aşkına: “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır / Toprak, eğer uğruna ölen varsa vatandır.” İsterseniz böyle bir anlayışın sahibi de olmayabilirsiniz, ama bazı gerçekleri bir kere daha hatırlayalım. Bayrağın ne olduğuna, bayrağın sadece maddî değil, manevî bir varlık olduğuna, bayrağımızın anlamına, isterseniz birlikte göz atalım.

Bayrak: “Bir milletin belli bir topluluğun veya bir kuruluşun simgesi olarak kullanılan, renk ve biçimle özelleştirilmiş, genellikle dikdörtgen biçiminde kumaş, sancak” (Türkçe Sözlük, 205:227). Webster’in Ansiklopedik Sözlüğünde: “Bir kumaş parçası, çeşitli biçim, renk ve ölçüler içerisinde, bir milletin ya da bir organizasyonun sembolü olarak kullanılır; bir şeritle bir direğin köşesine iliştirilir” (Webster’s Encyclopedic Unabbridgeg Dictionary of the English Lenguage, 1994, 538), şeklindedir.

ABD sözlüğünde bayrak, bir kumaş parçası ve üzerindeki semboller olarak tanımlanabilir. Bayrak bizce bu tanımlardan çok daha farklı bir değere ve yüceliğe sahiptir. Neden olmasın ki? Bayrak var olmak demektir. Bayrak bağımsız olmak demektir. Bayrak geçmişten alınmış, her ne pahasına olursa olsun geleceğe taşınacak kutsal bir emanettir. Hangi renk veya çağrışım bayrağın yerini tutar? Ya bunun adına cehalet, ya vurdumduymazlık ya da bir tür düşünce bozukluğu denmelidir. Bu düşünce bozukluğu çılgınca yabancılaşma ile ilgili olmasın? Kendi ana diline burun kıvıranları görmedik mi? Türkçenin bilim dili olamayacağını iddia edenleri işitmedik mi? Dünyada beşinci en çok konuşulan dili olan Türkçenin sahipleri olarak bizler, dilimize neden yeterince özen göstermiyoruz? Şimdi sıra bayrağın renklerine mi geldi? Hayır efendiler, hayır!.. Yüz binlerce kez hayır!.. Bu artık bir gaflet değil, bir aymazlığın çok ötesinde… Ben on milyonlarca Türk insanını yanımda hissediyorum. Bu turkuaz beni, bu turkuaz bizi, bu turkuaz al-beyaz bayrağımı temsil etmiyor!..

Reklâm veya propaganda yaparken dilbilgisi kurallarına uyulmayabilir. Dikkat çekmek için bu türden işlere göz yumulabilir, lakin söz konusu benim “kut”um, kutsalım olursa bu türden bir reklâma ihtiyacı olmadığından, olsa da kendi renkleriyle olması gerektiğinden, bir turkuaz mantığı mantıklı değildir.

Kültür tarihinde bayrak üzerine yazılmış, söylenmiş nelerin olduğunu kısaca anımsayalım. Kültür tarihimizin önemli isimlerinden olan Abdulkadir İnan, bayrak için şöyle diyor: “Bayrak, bir ruhtur. Binlerce yıldan beri elde taşınmış, eve asılmış, mezara dikilmiştir. Avda ve savaşta, ondan yardım dilenmiştir. Uğur ondadır. Türklerin başlarına bağladıkları, iyi kaderin anahtarı da odur. Kötülüklere karşı koruyan bir muskadır. Her şeyin tılsımı ondadır. Bayrak, koruyucu bir ruhtur. Ataların ruhları bizi, onun içinden gözler.” (İnan’dan Ögel, 1991: VII).

Bir başka kültür tarihçisi Bahaeddin Ögel’in ise, bayrak hakkındaki sözleri şöyledir: “Bayrak, toplulukların malıdır. Toplulukların ruhundan doğar ve değerini toplulukların ruh ve duygularından alır” (Ögel, 1991:IX).

Bayrak, A.Nihat Asya’nın ifadesiyle: “Tarihim, şerefin, şiirim, her şeyim” dir.

Bayrak ve sancak Türkçe bir kelime olup, Türkçe’nin Arapça ve Farsça’nın etkisinde kaldığı zamanlarda bile sözcüğün kendini korumuş olması bayrağa manevi olarak ne kadar önem verildiğini göstermektedir.

Biz millet olarak şuna inanırız: Türk bayrağını diğer ulusların bayrağından ayıran en önemli özellik onun oluşumunda saklıdır. Savaş sırasında kanların döküldüğü bir gece, ay ve yıldız birbirine öylesine yakınlaşır ki, bu sırada dökülen şehitlerin kanları üzerine gecenin bir saatinde ay ve yıldızın birbirlerine yakın görünümü yansır. Türk bayrağı böylece oluşur.

Aranızda bu oluşuma inanmayanlar da olabilir. Gökyüzüne bakmayı unutmayanlar, gerçekte ayla yıldızın zaman zaman bu kadar birbirlerine yaklaştıklarını bilirler, görürler.

Uğruna kan döktüğümüz bir vatanımız her zaman olmuştur. Tarih boyunca ne vatansız, ne de bayraksız kaldık. Türk insanı her zaman can vermiştir ve vermektedir, vatan uğruna; gerekirse yine verecektir, bayrak uğruna. Hayatî öneme sahip olan bayrağımızın renkleri, hangi paha ile ölçülebilir. Kültürler arası savaşta bayrağımızın hak ettiği temsil değerini, renkleriyle oynayarak değil, al-beyaz renkleri şahlandırarak gösterebiliriz.

Sorarım sizlere, al-beyaz bayrağımın yerini ne tutabilir? Siz de biliyorsunuz cevabını: Hiçbir şey TUTAMAZ. O halde bu oyunda oynaşta olmanın âlemi nedir? Kendinize gelin beyler!... Bu yanlıştan dönmek o kadar da zor olmamalıdır. Vakit varken, dönün bu yanlıştan.

Meraklıkları için söyleyelim, bayrak konusunda başat üç eser salık verilebilir. İlki Prof.Dr. M. Fuad Köprülü’nün İslam Ansiklopedisi’ndeki bayrak makalesi (1993, 402-419), ikincisi, Feyzi Kurtoğlu’nun Türk Bayrağı ve Ay Yıldız (1992), üçüncüsü kültür tarihimiz içindeki yerini anlatan Prof.Dr. Bahaeddin Ögel’in Türk Kültür Tarihine Giriş, adlı (VI, 1991) eseridir.

KAYNAKLAR

Kurtoğlu, Fevzi, (1992), Türk Bayrağı ve Ay Yıldız, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara.

Türkçe Sözlük, (2005), TDK Yay., Ankara.

Ögel, Bahaeddin, (1991), Türk Kültür Tarihine Giriş Türklerde Tuğ ve Bayrak (Hunlardan Osmanlılara), 6. cilt, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.

Webster’s Encyclopedic Unabbridgeg Dictionary of the English Lenguage, 1994, New Jersey, USA.



Yard.Doç.Dr. Mehmet Naci ÖNAL

http://milliformalar.blogspot.com/

25.04.2008

GÜNEŞ DİL TEORİSİ NEDİR ?

(Okuyacağınız yazı boyunca göreceğiniz belgeleri büyütmek için üzerlerine tıklayınız.)

Atatürk’e ait olan bu teori; dillerin nasıl doğduğu üzerindeki felsefi görüşlerden biridir. Türk Tarih Tezine göre, Türklerin temasta bulundukları ulusların uygarlığı üzerine etki yapan çok eski bir tarihi ve uygarlığı vardır. O halde gelişmiş bir dilleri de olacaktı. Çok eski zamanlarda Orta Asya’dan dünyanın türlü yönlerine göç eden ve birçok ulusları egemenlikleri altına almış bulunan Türkler, bu ulusların dillerine birçok dil varlıkları katmış olmalı idiler. Şimdi birçok dillerde etimolojisi yapılamayan ve kaynağı bilinmiyor diye gösterilen birtakım dil öğeleri belki de Türk asıllı idi. Öyle ise Türk dilinin geçmişini, kökünü aramak gerekti.

İşte Güneş-Dil Teorisi bu yöndeki çalışmalardan doğmuştur.

TEORİ : İnsanlar düşünce bakımından gelişme çağına erince çevrelerinde en önemli varlık olarak güneşi gördüler. O her şeyin kaynağı idi. Isıtıyor, aydınlatıyor, türlü kuvvetlere ve kavramlara kaynak oluyordu. Zaman, uzaklık yükseklik, büyüklük, renk… ondan geliyordu. Bu kavramları anlatmak için güneşi anlatmak yetecekti. Acaba güneşi hangi sesle anlattılar ? İnsanın en kolay çıkardığı, -dile, dişlere, dudaklara ve ağza hiçbir özel biçim vermeyi gerektirmeyen (A) sesidir.

Bu ses, uzunca söylenirse “ağ” olur. Bundan ilk konsonun da “ğ” olduğu anlaşılır. Demek ki ilk sözcük “ağ” dır.

“a” sesi zamanla “e,ı,i,o,ö,u,ü” de olmuştur. Bu da güneşin adıdır ve güneş kavramı içinde bulunan “Tanrı, büyüklük, yükseklik, kuvvet, çokluk, aydınlık, parlaklık, sıcaklık, ateş, hareket, uzunluk, zaman, yer, büyüme, canlılık, ruh, renk, su…” anlamlarına gelir.

Bugün kullandığımız sözcükler ana kök olan “ağ” ile buna eklenmiş parçalardan meydana gelmiştir. Bu eklerde her ses, köke ayrı bir anlam katar. Örneğin :

M : Mülkiyeti, en yakın alanı

N : M’ye bitişik olan çevreyi

C, Ç, J, S, Ş, Z : Uzak alanı

L : Bilinmezliğe kadar yayılan bir genişliği

D,T : Yapıcılığı ve yapılmış olmayı

R : Gerçekleşmeyi, hareketin sınırlı bir alanda kalışını

K : Anlamın tamamlandığını, adlandırıldığını belirtir.

Bu temel bilgilere göre “durmak” sözcüğü şu şekilde öğelerine ayrılarak anlam alır :

Uğ + ud + ur + um + ak

İlk parça ana köktür. Bu kökte temel kavram “hareket” tir. Ekler, köke ulandıkça temel kavram birtakım anlamlarla tamamlanır :

Uğud : Hareketin yapılmasıdır.

Uğudur : yapılan hareketin sınırlı bir alanda kalmasıdır.

Uğudurum : sınırlı alanda kalan hareketin temel kavrama mal olmasıdır.

Uğudurumak = durmak : temel kavramın malı olan hareketsizliğin adıdır.

Bu teori, Viyanalı dilci Dr. Kıvergeç’in bir araştırması geliştirilmek yoluyla meydana getirilmiştir.

Atatürk Teorisine çok önem veriyordu. 24 Ağustos 1936 da toplanan üçüncü Dil Kurultayı’nın başlıca konusu Güneş-Dil Teorisi idi. Kurultay’da alınan kararlar bir rapor halinde arz edilmiştir.


3. Dil Kurultay’ın dan görüntüler;



Hazırlayan : Yılmaz KARAHAN

Kaynaklar :



1- Atatürk ve Dil Devrimi, M.E.B. (Ömer Asım AKSOY)

2- Rapor, Türk Dil Kurumu resmi sitesinden alınmıştır.

http://www.yenidenergenekon.com/111-gunes-dil-teorisi-ve-komisyon-raporu/

Aztek ve Maya dilleri

Sadece Maya’lar değil, tüm kuzey, orta ve güney Amerika kadim kültürlerin kökeni Asya kıtasıdır. Bu yerleşim günümüzden yaklaşık 15,000 yıl önce başlamış ve birçok dalgalar halinde zamanla sürmüştür. Amerika yerli dilleri üzerine derin ve karşılaştırmalı araştırmalar yapan iki dilci Joseph Greenberg ve Merritt Ruhlen adlı önemli uzmanlardır. Onların ifadesine göre Amerika kıtasına en az üç farklı ve büyük göç dalgası olmuştur.

(Bkz. SCİENTİFİC AMERİCAN,Kasım 1992. sayfa60).

Bu dalgalardan en önemli olanı orta ve güney Amerika bölgelerine yerleşmiş olan Maya, Aztek ve İnka kültürlerini getirmiş olan dalgadır. Her üç kültürün ortak bir dile sahip oldukları fakat zamanla bu dillerin değişik ağız ve lehçeler halinde ayrıldığını biliyoruz. Ayrıca kuzey bölgede büyük bir dil gurubu olan Atapaskan dil gurubuna ait pek çok kızılderili dilinin varlığı bilinmektedir.

Tüm bu Asya kökenli diller Türkçe ile ilgilidirler. Hepsi de ortak bir kök dilden türemiştir. Bu kök dile Ön-Türkçe de diyebiliriz. Fakat Rus dilciler bu kök dile Nostratik demeyi uygun bulmuşlardır.
Nostratik hakkında pek çok yayın vardır. Fakat ne yazık ki, bizim yerli dilcilerimiz Ön-Türkçe üzerine asla eğilmemekte bu konuda araştırma yapmadıkları gibi, yapanları da küçümseyip alay etmektedirler.

Türkçe ile ilgili dedim. Asla, bire bir eşit demek istemedim. Bu ilgiyi veya ilişkiyi bulup çıkarmak hem hoş bir uğraş olmakta, hem de dünya dilleri hakkında daha derin bir bilgi elde etmemizi sağlamaktadır. Örneğin, “Maya” sözü Türkçe “kök, asıl cevher” anlamına gelir. Bira mayası, ekmek mayası hepimizin bildiği sözlerdir. Şu halde Maya kültürü Ön-Türkçe “Kök kültür” anlamına gelmektedir.
Keza, “Aztek” adı da Az-tek şeklinde iki heceye ayrıldığında “Az fakat tek olan” yani kendine has olan bir kültür anlamını taşımaktadır. Az sözcüğü z-s dönüşümü göz önüne alındığında ASYA sözünde vardır. Asya sözü de “Az-öyü” demek olmaktadır. Öyü sözü “yerleşim bölgesi” demek olup bugün kullandığımız “köy” sözü “OK-öyü” (Ok’ların yerleşim bölgesi) olmaktadır.
OK adı Ön-Türklerin kendilerine ve kendi yöneticilerine verdikleri bir isimdi. Bu konu oldukça derin bir araştırma konusu olduğundan daha ileride söz edeceğim.

ATAPASKAN dil gurubunun adı da Ön-Türkçe olarak Ata-Başkan şeklinden başka bir şey olmadığı görüşündeyim. Dilciler bu tür benzetmeleri küçümserler ve hep “tesadüf” olarak göz ardı ederler. Oysa ki tesadüfler pek çok olunca artık tesadüf olmaktan çıkarlar. Son Maya kralının adı da Ata-Hualpa idi. Hualpa sözü Hu-Alp (Yüce) anlamını taşır. Kuzey Amerika’da yaşayan ve halen varlığını sürdüren bir diğer gurubun adı ANASAZI’dır. Bu dil gurubunu da Ön-Türkçe Ana-Sözü (anadil) şeklinde ayırdığımızda anlamı apaçık ortaya çıkmaktadır.
Maya kültürünün kendi şehirlerine verdikleri isimlere bir bakalım. Bunlardan bazıları: Tikal, Palenque, Kopan, Kalakmul, Uaxactun ve Altun-Ha şehirleri veya daha doğrusu yerleşim merkezleridir. Şimdi sırasıyla bu yerleşim adlarını inceleyelim:

Tikal: “Tekil” yani kendine has olan, tekil olan demek olmaktadır. Çünkü “Tik” kök sözcüğü Ön-Türkçe olup “tek” demektir. Tek sözünü Kızılderili dillerde TİK olarak buluyoruz. Yunanca işaret parmağına ‘Dahtilo’ denir ki bu da TİK =>TEK =>TAH =>DAH dönüşümü ile oluşmuştur. Daktilo dediğimiz alet “parmaklarla çalışan” demektir.
Latince TE (sen) ‘ikinci tekil kişi’ demektir. Burada da işaret parmağı ile gösterilen ikinci şahıs anlamı vardır.

Palenque: P sesinin aslı B sesidir. Yani Palenk şeklinde okunan bu şehir adı “Barık” sözünden dönüşmüştür. Ayrıca R ile L dönüşümü de çok yaygın olduğu bilinmektedir. Barık, ise “Barınak”, yani “konumlu yer” demek olmaktadır. Asya kıtasının Türkler tarafında ilk kurulmuş yerleşim bölgesinin adı “Başbarık” , yani “Baş-yerleşim yeri” idi. Baş yerleşim ise bugünkü dilde “baş-şehir” olmaktadır.
Zamanla Başbarık, “Beşbarık” ve “Beşbalık” olmuştur. Oysa ki ne beş ile ne de balık ile hiçbir ilgisi yoktur.

Kopan: Bu şehir adı da halen bugün bile kullandığımız “kopan” (ayrılan, merkezden kopan) anlamını taşır. Anlaşılan bu şehir asıl Maya bölgesinden coğrafi olarak ayrı bulunduğu için Kopan adını almıştır.

Kalakmul: Bu adı da ikiye ayırıp Kalak-Mul şeklinde okumak gerekir. “Kalak” sözü “kalalım” anlamını taşır. Nasıl ki “alalım” sözü “alak” idiyse, “kalalım” da “kalak” idi. “Mul” ise M nin yine B ile olan ilişkisinden ve L ile R dönüşümünden Mul sözü “BUR” yani “burada kalalım” demek olduğunu sanıyorum. Ancak bu yaklaşımın doğruluğu araştırılmalıdır.

Uaxactun: Bu isim “uzaktın” ve daha doğru şekli de “uçaktın” olsa gerek. Çünkü X harfi genelde Ç sesi ile okunur. Uçaktın, derken uçmak kastedilmiyor. “Uçak” Uçta olan, uzakta olan kast ediliyor.

Altun-Ha: Bilindiği gibi altın sözü ile “Ha” (yüce, kutsal) sözünün birleşimi var bu isimde. Hakan, Hazret, Hakk sözlerinde hep bu Ha kökü bulunmaktadır. Ayrıca Maya dilinde Han “bir” demektir.

Doç. Dr. Haluk BERKMEN

HANGİ DİLDE KAÇ TÜRKÇE SÖZCÜK VAR?

Türk Dil Kurumu TDK yabancı dillerde 10 binin üzerinde Türkçe sözcük olduğunu Türkçeden en fazla sözcüğün ise Ermeniler ile Sırpların aldığını belirledi.

TDK Başkanı Şükrü Haluk Akalın kurul üyesi Prof. Dr. Günay Karaağaçın yürüttüğü çalışmada bir kültür ve uygarlık dili olarak Türkçenin pek çok dile sözcük verdiğinin örnekleriyle ve kanıtlarıyla ortaya konulduğunu belirtti.

Akalın yabancı dillerde 10 binin üzerinde Türkçe sözcük olduğunu Türkçeden en fazla sözcüğün ise Ermeniler ile Sırpların aldığını belirlediklerini vurguladı. Türkçeden Ermeniceye verilen bu sözcüklerin yanı sıra Türkolojide Ermeni Kıpçakçası diye adlandırılan ve 13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Karadenizin kuzeyinde kullanılan bu dilin tamamen Türkçeye dayandığını ifade eden Akalın şunları kaydetti:

Bugün Ermenicede gerek Türkiye Türkçesinden gerek Azerbaycan Türkçesinden alınma Türk dili kökenli yaklaşık 5 bin sözcük kullanılıyor. Elbette diller arasındaki bu etkileşim karşılıklıdır. Türkiye Türkçesi yazı dilinde de Ermenice kökenli bazı sözler var. Ama bunların sayısı yalnızca 16dır.

Akalın yazı dilimizdeki yaklaşık 400 alıntıya karşılık Yunancaya yaklaşık 3 bin Türkçe kökenli söz verildiğini vurgulayarak Macarcadan aldığımız 18 söze karşılık bu dilde yaklaşık 2 bin Türkçe alıntı var. Türkiye Türkçesinde Rusça alıntı 38 iken Rusçadaki Türkçe alıntılar yaklaşık 2500dür. Bütün bunlar Türkçenin komşu ulusları ve kültürleri büyük ölçüde etkilediğini gösteriyor diye konuştu.

Akalın Çincede 307 Farsçada yaklaşık 3 bin Urducada 227 Arapçada yaklaşık 2 bin Ukraynacada 747 Ermenicede 4 bin 262 Fincede 118 Rumencede yaklaşık 3 bin Bulgarcada yaklaşık 3 bin 500 Sırpçada 8 bin 742 Çekçede 248 İtalyancada 146 Arnavutçada yaklaşık 3 bin İngilizcede 470 Almancada 166 Türkçe kökenli sözcük olduğu ortaya konulduğunu anlattı.

Akanın Listeden anlaşılacağı gibi bir sözcüğümüzün birkaç dile geçtiğini göz önüne aldığımızda dünya dillerindeki Türkçe kökenli sözcüklerin sayısının 35-40 bin civarında olduğu görülür dedi.

TÜRKÇENİN ÇEKİM GÜCÜ

Dillerin başka dillere sözcükler vermesi ve başka dilleri etkileri altına almasının ancak bir çekim gücü haline gelmesiyle mümkün olduğunu ifade eden Akalın Bunun için de bilimde teknolojide kaydedeceğimiz gelişme ve ilerlemenin yanı sıra kültür değerlerimizi sanatımızı edebiyatımızı dünyaya tanıttığımız ölçüde Türkçenin çekim gücü olma özelliğini sürdürmesi sağlanacaktır dedi.

Akalın Türkçenin çeşitli dillere verdiği 10 binin üzerindeki sözcüğün hangi dillerde nasıl ve hangi anlamlarda kullanıldığının Türkçe Verintiler Sözlüğü adlı eserde yayımlanacağını kaydetti.

ÖRNEKLER

Akalın Türkçenin ad türünden kelimelerin yanı sıra diğer dillere fiil türünden kelimeler de verdiğini vurgulayarak şunları söyledi:

Türkçe başka dillerden sözcükler aldı ama alıntılarımız içerisinde kök fiiller son derece azdır. Oysa çakmak çatmak kapamak gibi pek çok kök fiil Türkçeden diğer dillere geçmiştir. Fiillerin yanı sıra ünlemlerin hatta deyimlerin ve atasözlerinin de Türkçeden diğer dillere geçen söz varlıkları arasında olduğunu biliyoruz. Akalın Açık ada bacanak bağlama çakal çanak damga dolma düğme gemi kapak kayık kazan ocak sağrı sayı sarma toka gibi kelimelerin Türkçenin bu dillere verdiği binlerce kelimeden yalnızca birkaçı olduğuna dikkati çekti.


liberal-izmirliler.-murat murat


Kaynak; www.fikiryolu.com
http://www.fikiryolu.com/2007/10/14/hangi-dilde-kac-turkce-sozcuk-var/

20.04.2008

Avar: Perde arkasında Siyonistler var

Numan Küçük- Balıkesir
Hazırlayıp sunduğu ‘Sınırlar Arasında’ programı ile Türkiye ve dünya gerçeklerini izleyicisine ulaştıran Banu Avar, Balıkesir Üniversitesi Öğrenci Topluluğunun düzenlemiş olduğu programda ılımlı İslam ve diyalog konularına değindi. Balıkesir Salih Tozan Kültür ve Sanat Merkezi’nde düzenlenen programda konuşan Avar, gezilerinden derlediği 17 Avrupa ülkesinin raporlarını konuklara sunarak Avrupa’nın şu an geldiği konumun bir çözülme sürecinde olduğunu ve tekrar çekirdek haline dönmeye başladığını ifade etti.

“Tüm oyunlar tek elden yönetiliyor”

Avrupa Birliği’ne (AB) girmek için yapılan girişimlerin sebebini sorgulayan Avar, her şeyin açıkça ortada olduğunu savunarak, “Tüm bu oyunlar tek elden yönetiliyor. Yahudi ve Siyonistler var perde arkasında. Mason Locaları, Rotary Kulüpleriyle alt kültürlere inerek aklı bozarlar. İşte dünyayı yönetmeye çalışan bu güçler CFR’yi (Dünya Dış Politika Konseyini) kuruyor. Peki, amaçları ne bu konseyin? Kısaca şöyle; Ulusal orduları dağıtmak, Uluslar arası polis gücü oluşturmak, askeri otoriteyi sivil otoriteye bağlamak, dünya genelinde faşizmi öne sürerek dikta rejimleri oluşturmak” dedi.

“Tüm dünya tek tipleştirilmeye çalışılıyor”

Ilımlı İslam ve Dinlerarası Diyalog projesinin bozulmuş bir Müslümanlık olduğunu da belirten Avar, “Bugüne kadar 80 ülke gezdim. Siz sanıyor musunuz sadece Türkiye’de bu oyunlar dönüyor? Tüm dünyada tek tipleşmeye yöneltmeyle, Hıristiyanlaştırma çabaları ve tüketen bir toplum amaçlıyorlar. Kadınlar ve gençlere yönelerek Hollywood yapımı diziler ile toplumu post modern yalnızlığa itiyorlar” ifadelerini kullandı. Her dizi de mutlaka kilise propagandası yapıldığını söyleyen Avar, amacın kültürel ve kimliksel değişim olduğunu belirtti. Turuncu devrimlerin Müslüman ülkelerde beraberinde Ilımlı İslam ve Diyalog Projeleri getirdiğini bildiren Avar, “Kosova’da müthiş bir Katolikleştirme oyunu var. Yüzde 99’u Müslüman olan Arnavutluğun bugün maalesef yüzde 50’si Müslüman kalabilmiştir” dedi.

Kaynak; Milli Gazete 18.04.2008
http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=news&id=71366

13.04.2008

Plan Yapmayın Plan - Banu Avar Yorumu

Nihat Genç ve Serdar Akinan'a TEHDİT

- 1 -

- 2 -

Çömez : "Hesap Sandıkta Görülmeli"

AKP Merkez Disiplin Kurulu’nun partiden ihraç ettiği Balıkesir eski Milletvekili Turhan Çömez, Türk Ocakları Uşak Şubesi’nin davetlisi olarak katıldığı panelde konuşma yaptı.

Konuşmasında AKP‘nin kapatılma davasından büyük üzüntü duyduğunu söyleyen Çömez,

“Ben bu davanın açılmasından büyük üzüntü duyuyorum. Çünkü bunun mağduriyetini oynayacak siyasi aktörler bundan zarar görmeyecek. Bırakın kim suçluysa halka hesap versin.

Bu millet neyin doğru neyin yanlış olduğu görsün.

Siyasi partiler sandıkta hesap vermeli. Ancak Türkiye bu davayla karşı karşıya. Sayın Başsavcı’nın güçlü delilleri var. Türkiye böyle süreçlerden yara almadan çıkmalı. Türkiye Amerika ve AB’nin talimatlarıyla hareket etmemeli”

dedi.

İki kilo baklava çalan çocukları içeri atanların kravatlı çetelere müdahale etmeleri gerektiğini ifade eden Çömez,

“Devlet içerisine nüfus eden çetelerin varlığı yıllardır biliniyor. Çeteleri anlamak için geçmişe bakmak yeterli.

NATO’nun planladığı oyunlara bakmak lazım. Sağcıları öldüren silahlarla solcuları öldüren silahların aynı olduğunu bilmeli bu halk.

Kanlı 1 Mayıs eylemlerinde silahları kimlerin doğrulttuğunu, Maraş olaylarında toplumu çatıştıran otoriteyi bilmeli. Bir de kendine çete süsü vermiş uzantılar var. Devlet otoritesini yitirdiğinde yerine güç odakları çıkar. Bunu Susurluk’ta gördük”

diye konuştu.

Bugün gelinen noktada 8-10 aydır devam eden bir tiyatro oynandığını bunun içinde Türkiye’nin de olduğunu öne süren Çömez şunları söyledi:

“Ergenekon diye bir oyun sahneleniyor. Sekiz aydır iddianamesi hazırlanmamış bir dava. 84 yaşında devletin iki koruma verdiği adam gözaltına alınıyor, ertesi gün pardon deyip bırakılıyor.

Birilerini gözaltına alarak gözdağımı verilmek isteniyor. Bu ülkede temiz eller operasyonu yapacaklar, ellerini yüzüne sürüp aynaya bakma cesareti olanlardır.

‘Üç çocuk yapın’ demekle olmuyor. Benim üçüncü çocuğum İngiltere’den burs alabilecek mi, gemi alabilecek mi bunları söylemek lazım millete.

Başbakan ilk bakanlar kurulu toplantısında, sayın bakanlara ‘Birinizin yolsuzluğa bulaştığınızı görürsem sizi Kızılay Meydanı’nda sallandırırım’ deseydi bugün Maliye Bakanı Unakıtan ortada bu edasıyla dolaşamazdı.”

BAKAN ŞİMŞEK CIA’NIN YEMİNLİ TERCÜMANIYDI

Türkiye’nin en zengin krom rezervlerinin Hakkari’de olduğuna dikkat çeken Çömez,

“Dünyanın en zengin çimento ham maddesi Gabar Dağı’nda, dünyanın en zengin altın rezervleri Van’ın Artos Dağı’nda.

Kimsenin bundan haberi yok. Avustralyalı firmalar gelmiş taş çekiyoruz diye ülkeyi sömürüyor.

Yıllarca İngiliz Tuzu diye bor madenleri kaçırıldı.

Ben beni Ankara’ya gönderen iradeye yani halka ihanet etmedim.

İngilizler ve Yunanlar Kurtuluş Savaşı’nda silahla yapamadıklarını şimdi Edirne’de çiftçiyi kendi bankalarına borçlandırarak 65 bin dönüm araziyi ipotek ederek yapıyor.

Çünkü Türkiye tarımda girdi maliyeti en yüksek ülke haline geldi. Çiftçi artık arazisini satıyor.

Türkiye’ye bu yıl Çin‘den 40 milyon çift ayakkabı girdi. Peki bizim ayakkabı firmalarımız ne olacak.

Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek CIA’nın yeminli tercümanlığını yapmıştır. Bütün bunlar Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir sonucudur. Büyük Ortadoğu Projesi Sevr’in devamıdır. Bu proje Kürt devleti kurdurmak için hazırlanmıştır” diye konuştu.

Kaynak;
http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=7556
Yeniden Ergenekon