31.05.2008

İstanbul’un Öz-Türk Tarihi

İstanbul’un tarihi konusunda Haluk Tarcan aşağıdaki açıklamaları yapıyor. (Tarihin Başladığı Ön-Türk Uygarlığı Resmi tarihin Çöküşü)

Uzatmadan sözü Tarcan'a bırakalım...

".........Batı dünyası, İstanbul'un kendi ataları tarafından M.Ö. 657 yılında keşfedildiğini ve burada kurulan ilk medeniyetin bu tarihte başladığını iddia ediyor.İstanbul’da bulunan Erenköy ve Fikirtepe yazıtları (Kitabeleri) bu coğrafyada M.Ö. 2000 yılından beri bir Ön Türk devletinin varlığını haber veriyor olabilir. “İstanbul’un tarihinin iyice anlaşılması için, yanlış verilere dayanan Bizans’ı incelemekle işe başlayacağız.

BİZANS
Bizans’ın tarihte ortaya çıkışı konusunda anlatılan masallardan sadece üçünü alıyoruz. Osmanlı kaynaklarında verilen 5’nci yüzyıl sonlarında yaşamış olan Oruç bin Adil adlı bir tarihçi halk arasında yaygın söylentilere dayanarak yazdığı “tevarih-i Ali Osmani (yüksek Osmanlı tarihi)” de , Yanko bin Madyan (Madyan oğlu yanko) başlıklı efsane yer alır.

“Hz. Süleyman’ın 3.ncü kuşaktan torunu Yanko gördüğü rüya üzerine, ak sakallı bir derviş, hükmettiği tüm ülkeler içinde Akdeniz’le Karadeniz’i birleştiren yerde bir kent kurmasını ister…Kent yedi kere kurulur yedi kere yıkılır… Tarihçi Oruç’a göre bu kent, Hz. İsa’dan 1000 yıl önce kurulmuştur.

Bizim için önemli olan ortada daha VYZAS adı yokken bu efsanenin varlığıdır…

İkincisi şudur: Poseidon ile Dareos’un oğulları tarafından VYZAS adı verilmiş olan kişi ile Bizans tarihi (!??) doğmuş ve bu ad kentin esas adı haline dönüşmüştür.

“Yanko bin Madyan masalı” İstanbul’u yeterince antik Grek tarihine bağlayamadığından VYZAS masalı gerçek tarihmiş gibi kabullenilmiştir. Yunan yarımadasında Megara’dan yola çıkan göçmenler, başlarında VYZAS olarak kendilerine yeni bir kent ararlar: Delf’teki Apollon tapınmağının kahinine başvururlar ve onun tavsiyesi üzerine …-Burada masalı kısa kesiyoruz-…Sarayburnu’na yerleşirler. -657…Kurdukları bu kentin adı, VYZAS’tan bozma, VYZANTIUM, BYZANTIUM… gibi şekillerle karşımıza çıkar.

Demek ki bu masala göre, çam ağaçları, böğürtlenlerin denize kadar indiği, Haliç ve Boğaziçi’nin billur su gibi aktığı bu doğa harikasında tarih ancak (-657) de başlamıştır.

Örneğin;
-Balkanlar, Makedonya ve Trakya binlerce yıldan beri büyük insan kitlelerinin hareketine sahneyken,

-İstanbul’un birkaç yüz kilometre yakınında TROYA uygarlığı yer alırken,

-Güneyde Batı Anadolu’da 6 binlerde Hacılar ve Orta Anadolu’da, 7 binlerde Çatal Höyük, gibi önemli uygarlık merkezleri varken, daha adı bile tartışma konusu olan VYZAS’ı ileri sürmek ve onun bir imparatorluğun kökeni olduğunu iddia etmek ve bu tarihi de (-657) ile noktalamak hiçbir şekilde bilimsel mantığa sığamaz.”

...UW-ON’lar…-->OY-OĞ --> KONSTANTİNAPOLİS --> BİZANS --> ASTAN-BOLIQ--> ASİTANE--> İSTANBUL

…Bu bulgular arasında üzerinde OZ damgaları bulunan bir toprak kap bulunmuştur tarihi 6 bin olarak verilmiştir.

İkinci yerleşim bölgesi, İstanbul’un Asya yakasındaki FİKİR TEPE höyüğüdür. Buradaki buluntular arasında da üzerinde OQ damgaları bir öteki toprak kap bulunmuştur. Her iki kabın tarihi, İstanbul Arkeoloji müzesi katalogunda 6 bin olarak verilmiştir. 7750 ve 3432 Nu. İle müzeye kayıtlıdırlar..

Üçüncü yerleşim bölgesi, SİLAHTARAĞA’dır, (-4/3000)lerde bakır, çağından sonra meydana çıkar.”

Bu yerleşimlere ilişkin bilgi verildikten sonra, söz konusu yerleşim bölgelerinde bulunan kaplar ve üzerlerindeki yazıların neler olduğuna da bir göz atalım:

“Uw-ON yazısı, Erenköy/İstanbul

İ.Ö. 1980 yıllarında, Anadolu ve Rumeli hisarları arasından, At Öze, Aq-Uruk Sök’erek, “at üstünde akıntıyı sökerek” İstanbul boğazı’nı geçen bir halk”dan bahsediliyor. Demek ki İstanbul boğazını atları ile geçen ilk Türkler Peçenekler değillermiş. Peçeneklerden en az 3000 yıl önce de Ön-Türk toplulukları, atları ile akıntıyı sökerek (akıntıyı yenerek) karşı kıyıya geçmişler. Peşinden de; “Erenköy’de akmermer sütunlu ve süslü mermer kornişli bir saray yaptırmışlar ve binanın giriş kapısının üstüne güzel bir Ön-Türkçe ile; UW-ON: AT-ATA, UÇ ETİLİS ESİS cümlesini yazmışlardır. Kutsal on: At-Ata(nın), lider ediliş anısı’na… Görüldüğü gibi, yaklaşık 4bin yıl önceki Ön-Türkçe cümleyi biraz gayretle günümüzdeki, Türkçe’yle anlamak hiç zor değildir.

Bunların dışında, İstanbul’daki Ön-Türk tarihine ilişkin belgelerden(buluntulardan) olan 123 adet Kandıra/İstanbul sikkelerini de burada anabiliriz. Bu sikkelerin bir yüzünde de ÖG damgaları vardır. Ayrıca, Heredot tarihi de İstanbul’un ve bu yörenin tarihinin Bizans masallarıyla başlamamış olduğunu açığa çıkarmaktadır......."

KAYNAK;
Haluk Tarcan
www.haluktarcan.com

www.guncelmeydan.com

Türk tarihine ışık tutan iki satırlık yazı

ALTIN ELBİSELİ ADAM
1970 yılında, Kazakistan'da Alma-Ata'nın 50 km. kuzeyinde bulunan Esik kasabasında, garaj yapmak ve yol açmak için alçak bir tepenin düzeltilmesine karar verildi ve kazı başladı. O tarihe kadar o alçak tepenin bir höyük olduğunu kimse bilmiyordu. Çevrede eski kalıntılar da yoktu.

Kazı yapılırken kullanılan araç büyük bir kayaya çarptı, işçiler, kayayı parçalamak için üzerini örten toprakları kürekle açtılar ve bunun işlenmiş bir kaya olduğunu gördüler.

Durum, ilgili resmî makamlara bildirildi ve inceleme yapan arkeologlar tarihi bir eserle karşılaştıklarını gördüler. O tepe bir höyüktü, büyük bir mezarın üzerine yığılan kum tümsek idi.

Höyüğü açan arkeologlar muhteşem bir mezarla karşılaştılar. Bu, bir lâhid değil, Mısır piramidlerindeki firavun odasını andıran, her tarafı kapalı, süslü kayalarla yapılmış bir oda idi. Bu odayı itina ile açtılar ve asıl şaşkınlık o zaman oldu. Çünkü, bu ölü odasının içi pırıl pırıl altın eşya ile doluydu. Altın olmayan eşyalar da çoktu.

ALTIN ELBİSE
En göz alıcı ve harika nitelikteki eşya, altından yapılmış bir elbise idi. Çizmesinden başlığına, kemerinden kılıçlarına kadar her şeyi saf altın olan bir elbise.

Altın elbisenin başlığı ok ve tuğlarla süslü. Alın hizasında koç, geyik ve at kabartmaları var. Bu kabartmalara, kama kılıfında ve öteki eşyalarda da rastlanıyor. Belindeki kemerin solunda bir kılıç, sağında ise bir kama asılı. Ceketin altındaki düz pantolonun paçaları çizmenin içine giriyor. Ceket, yüzlerce üçgen altının birleştirilmesinden meydana gelmiş, çorabın çizme ile diz kemiği arasında kalan kısmında yine üçgen parçalar, çizmede ise dörtgen parçalar var.

Tarihçiler bu elbisenin bir tigine (prense) ait olduğunu söylüyor, fakat tiginin kimliğini henüz bilemiyorlar. Onun için yazılarda adı "Altın Elbiseli Adam" olarak geçiyor.

SAKA TÜRKLERİNE AİT
Mezarda, 4.800 parça altından başka, tabakları, vazoları, kepçeleri, ayna ve tarak kılıflarını, gümüş kaşıkları inceleyen tarihçiler,bunların, M.Ö. 5. yüzyıla ait yüksek bir medeniyetin ürünleri veya belgeleri olduğunu oybirliği ile kabul ediyorlar. Yine bu tarihçilerin kanaatlerine göre, bu yüksek medeniyetin kurucuları, Çin baskısı ile Altaylardan kalkıp bugünkü Kazakistan bölgesine gelerek yerleşen ve 'Sakalar' olarak anılan bir Türk kavmidir.

Sakalar, M.Ö. 8. ve 4. yüzyıllar arasında, önce Tiyanşan'da, sonra da güneybatı Asya'da yaşayan Turanî kavimler topluluğuna verilen bir addır. Daha sonra bunlara İran kökenli Soğdlar da karışmıştır.

Sakalar, Fergana, Kaşgar, Aral Gölü, Hazar Denizi arasındaki alanda ve bugünkü Rusya'nın güneyinde kalan yerlerde hâkimiyet kurmuşlardı. Bunların inanışları, ölü gömme törenleri ve örfleri, Altaylılarınkinin aynı idi. Hunların ve Ökük-Türklerin âdetlerine de uyuyordu.

Bir yandan İranlıların, öte yandan Çinlilerin sürekli baskılarına uğrayan Sakalar, M.Ö.4. yüzyılda devlet olarak ortadan kaldırıldılar. Bugün Yakut Türkleri kendilerine 'Saka' demektedirler.

Kazakistan'da Alma-Ata'nın yakınındaki Esik höyüğünden çıkarılan ve M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış bir Türk tiginine ait altın elbise. Halen Alma-Ata müzesinde bulunan bu elbise ve diğer eşyalar, 25 asırlık geçmişten Türk tarihine ışık tutan belgelerdir. Saf altından yapılan böyle bir elbise dünyanın başka hiçbir yerinde yoktur.

EN DEĞERLİ EŞYA
Altın Elbiseli Adam'ın bir Türk tigini olduğu anlaşılmaktadır. Mısır piramitlerinden sonra mezarından en çok altın çıkan, baştan başa, her şeyi ile saf altından elbisesi olan veya zamanımıza kalan yalnız odur.

Fakat, Altın Elbiseli Adam'ın mezarında bulunan en değerli şey ne bu altınlardır, ne de diğer eşyalar. Bu mezarda bulunan en değerli tarihi belge, yarısı kırık bir kabın üzerindeki 26 harflik iki satır yazıdır. Bu yazı, tarih ilmîne, özellikle Türk tarihi ve medeniyetine ışık tutan, yeni boyutlar kazandıran bir belgedir.

Bugüne kadar bilinen en eski Türk yazısı, Yenisey ve Orhun anıtlarındaki yazılardı ve bunlar zamanımızdan ondört asır geriye uzanıyordu. Oysa, Esik'teki mezarda bulunan bu yazı 25 asırlık bir belge idi.

Bilim adamları Issık yazısının tercümesi konusunda farklı görüşler sunmuşlardır:

Sovyet tarihçilerinin okuduğu 26 harflik yazının bir anlamı;

"TİGİN 23'ÜNDE ÖLDÜ. ESİK HALKININ BAŞI SAĞ OLSUN."


Kazak tarihçi Prof. Olcas Süleymanof'un okuyuşu:

Han uya üç otuzu (da) yok boltı, utıgsı tozıltı.

Anlamı:

Han oğlu 23'ünde yok oldu. tozu savruldu.

Gayneddin Alioğlu Musabay'ın okuyuşu:

Taza as tuvın agannın Eldi ege. Atın, eskerin sagan ar eperedi. Casına cete bakıtındı asasın. Sav bol.

Anlamı:
Temiz çek tuğunu ağabeyinin Sağlam sahip (ol). Atın, askerin Sana şan verir. Yasma yeterek (= büyüterek) Bahtını asasın. Sağ ol.

Dr. Selahi Diker'in okuyuşu:
Han Ong-Er, Çarık,Siz çerik,Bargıl!Erni içigig kötir,Ozgıl!

Anlamı:
Han Onger Çarık. Siz askerler Ayrılın gönüllü katılan kahramanlar.

M. Erçin'in üfürmesine göre:
Agân er / anga er iç / arakEsiz iç / erik baruk / arakı E iç itkir / az ök

Anlamı:
(yaklasık olarak): "Agan er, çok içtin, aralıksız içtin, keske az içseydin bak simdi yoksun" Laughing

En doğru olarak

Kazım Mirşan'ın okuyuşu:
ögün anonuy aöcü ok .ub ozuç esitisoz ötüonuy oy ekiç ekilaliz at

Anlamı:
Hasmetmeablığını taziz etmekte olduğun (kişi) boynuzlasmıs olan bir ok'dur. O Tanrı'nın liderliğine ozarak geçmek suretiyle kozmoslaşma mahalline alınmış olan kamdır.


KAYNAK:
Kemal Alisar Akisev, "Kurgan Issik" Moskova : Iskustvo, 1978

Levent ALYAP, "Ulu-Türkistan Issık'ta Bulunan Altun Tonlıg Khan Uya" Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Kilim
Edebi Çalışmalar Dergisi. Sayı: 6 Sayfa: 5-9 Erzurum 1996.

www.guncelmeydan.com

27.05.2008

Save the Children yüz kızarttı

Çocukları korumak için kuruldular. Ama miniklerin kabusu oldular. Save the Children utandırdı
İngiltere merkezli çocuklara yardım kuruluşu Save the Children görevlileri çocuklara tecavüz ettiği ortaya çıktı.

BBC'nin haberine göre, raporda insani yardım kuruluşu çalışanları ve barışı korumakla görevli askerlerin bazılarının, aralarında 6 yaşındakilerin de bulundukları çocukları taciz ettiği belirtildi.

Raporda, taciz ve kötü muamelenin; çocuklar ve ailelerinin başlarına daha kötü şeyler gelmesinden endişe ettikleri için ihbar edilmediği, suçluların da cezalandırılmadığı saptamasına da yer veriliyor. Save the Children'ın araştırması, Fildişi Sahili, Sudan'ın güneyi ve Haiti'yi kapsıyor.

Rapora göre, çocuklara yönelik cinsel tacizin failleri arasında, her türlü insani yardım, barış ya da güvenlik faaliyeti yürüten örgütlerin her kademeden personeli var. Bunlara yerel görevlilerle uluslararası personel de dahil. Raporda, bu örgütlerin ya da suçlanan kişilerin isimlerine ilişkin ayrıntı yok.

Raporu kaleme alan Karina Çarki, ''Bunun nedeni, çocukların, konuşmaları halinde başlarına geleceklerden korkuyor olması'' dedi. Çarki, araştırmayı yapabilmek için çocuklara gizlilik ve başlarına gelenlere ilişkin ayrıntıları daha ileri aşamalara taşımayacakları konusunda söz verdiklerini söylüyor.

Fildişi Sahili'nde yaşayan 13 yaşındaki bir kız, BBC'ye verdiği demeçte, evinin yakınındaki bir tarlada, 10 Birleşmiş Milletler barış görevlisinin tecavüzüne uğradığını, tecavüzcülerin kendisini kanlar içinde bırakarak gittiğini, sürekli titrediğini, kustuğunu anlattı.

Barışı koruma operasyonlarının çoğunu Birleşmiş Milletler yürütüyor. Save the Children, sorunla mücadele için Birleşmiş Mİlletler'in cinsel sömürü ve tacizle mücadele ekibiyle öneriler üzerinde çalıştıklarını açıkladı.

KAYNAK;
www.internethaber.com
www.internethaber.com/news_detail.php?id=142627

26.05.2008

Türkçemizin vahim durumu

Oktay Sinanoğlu Türkçemizin vahim durumunu anlatıyor:


"İnsanlar istedikleri dili öğrensinler, ama eğitim bir ülkenin kendi diliyle yapılır. Az bilenlerin hiç bilmeyenlere ögrettiği bilim, bilim değildir." diyor.
Örnekler veriyor, milletlerin yabancı dille eğitim yaparak kimliklerini, bağımsızlıklarını nasıl kaybettiklerini, ama buna karşılık sömürgecilerin nasıl kazandığını anlatıyor. Ve bunları anlatan deha, yıllarını Amerika'nın en büyük üniversitelerinde hocalık yaparak, dünyada konferanslar vererek geçirmiş bir kisi.

Yabancı dil öğrenmenin bu kadar revaçta olduğu, dil bilmeyenin ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğü bir ülkede bu tür konuşma önce ters gibi geldi, sonra Alman, Fransız, İtalyan, İspanyol, hatta İsveç üniversitelerini düşündüm. Hiçbirinde kendi dillerinden başkası kullanılmıyordu. Bilim dilini(!) seçen bir biz kalmisiz, anlasilan.Baska dilden okutulan bir bilim dali ülkenizde kullanilamadigi gibi yabanci ülkelerde de ise yaramayacak, çünkü o dili daha iyi konusanlar sizi geçecekler. O zaman ülkede bilim adami yetismeyecek, ülkeyi baska ufuklara tasiyan kimseler de... Çünkü dil kullandirmak ülkenin sömürgelestirilmesidir. Yabanci dili iyi konusanlar isletmeci, borsaci olur. Bilim ve digerleri o dili kendi öz dili olarak konusanlara kalir. Bunlar Sinanoglu'nun ileri sürdükleri.

Sinanoglu'nun en ilginç yaklasimlarindan biri de kendi ülkesinin yabanci dille egitim yapan bir üniversitesiyle ilgili anisiydi. Orta Dogu Teknik Üniversite'sinde kuramlari ile ilgili olarak verdigi konferansta ünlü bir profesörün yanina yaklasip kulagina "Burasi ODTÜ, lütfen Türkçe degil, Ingilizce konusun." dedigini anlatiyor.Oktay Sinanoglu sabaha kadar konustu. Ülkesinin gelecegi için, Türk insaninin gelecegi için. Çünkü dili kullanmamanin bir buçuk nesil sonra o milleti yok ettigini gözleriyle görmüstü ve bunun Türkiye'ye uygulanmasini istemiyordu. Sabah kiminle konussam bana Sinanoglu'ndan söz ediyordu. Amerika'da ve dünyada bilim dalinda büyük hizmetler veren, Nobel'e aday olan Meydan Larousse'da söz edilen bir adam kendisini bilimden sonra ülkesinin gelecegine adamisti.Bugün herkes onun söylediklerini ve bundan sonra yapacagini söyledigi savasi tartisiyor. Artik hiçbir sey eskisi gibi olmayacak.Ülkenin durumu karanlik ama en azindan onun gibiler, düsünenler, savasçilar var.

KAYNAK;
Tuna Serim
www.internethaber.com
www.byebyeturkce.com

Kim Bu Adam?


* Bu adam yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir.
* Bu adam ilköğretim çağında zorunlu dini eğitim alır.
* Bu adamın aile kökeni kimse çözemeyeceği kadar karanlıktır.
* Bu adamın ailesinde daima gizlenen bir Yahudi bağlantısı vardır.
* Bu adamın ruhsal yapısı çok dalgalı ve düzensizdir.
* Bu adam gençliğinde ve ileri yaşında karşıtlarına argo ile yanıt veren küfürbaz ve külhanbeyi tavırlı biridir.
* Bu adam verdiği sözleri tutmayan ve imzaladığı açık/gizli anlaşmalara uymayan biridir.
* Bu adam devlet yönetimi konusunda CAHİL ama BASKICI ve ŞANTAJCIDIR.
* Bu adam kendi anadilini bile doğru dürüst konuşamadığı gibi yabancı bir dil de öğrenmek istememiştir.
* Bu adam kendi ülkesinde ALT ve ÜST kimlikler bulunduğuna inanır.
* Bu adamın kendi devleti ve ordusuyla derin sorunları vardır.
* Bu adam hem özel yaşamında hem de siyasi faaliyetlerinde daima MAĞDURU oynamıştır.
* Bu adam gençliğinde çok yoksulluk çektiğini öne sürerek sürekli olarak haksız kazanç dahil her türlü yoldan çok para kazanma hırsı ile yaşamıştır.
* Bu adamın cinsel sapmaları olduğu ve/veya cinsel sorunlar yaşamış olduğu anlaşılmıştır.
* Bu adamın epilepsi (sara) hastalığına duçar olduğu ve zaman zaman ‘Fit' diye bilinen buhranlar geçirdiği hep gizlenmiştir.
* Bu adamı bir gizli örgüt, ülkesinde lider yapmaya karar vermiştir.
* Bu adam başbakan olunca cumhurbaşkanını halkın seçmesini istemiş ve kendisinin cumhurbaşkanı yapılmasını dilemiştir.
* Bu adamı iktidara getiren gizli örgüt, onu kullanarak ülkesinde DEVLETİ çökertmiş ve VATANI böldürmüş ve işgal uğratmıştır.
* Bu adam tarihin tanıdığı EN KİFAYETSİZ MUHTERİS LİDERDİR.

Bu Adamı Tanıdınız Mı?



Bu adam Adolf Hitler'dir.

Size birisini anımsatıyor mu?



Kaynak;
www.aytuncaltindal.com

Medeniyetlerin Kaynağında Türk Kökeni Yatar

Yrd. Doç. Dr. Parlak, Türklerin Oğuzların gezgin kolu olan Dış Oğuzlar ile, Amerika ve Avrupa dahil dünyanın dört bir yanına gittiğini söyledi.
Usta Gazeteci Yazar Hulki Cevizoğlu’nun hazırlayıp sunduğu Ceviz Kabuğu programı yine gündeme damgasını vurdu. Milyonları televizyon başına toplayan Ceviz Kabuğu’nda Türk kökeni hakkında çarpıcı gerçekler bizzat kaynağında çekilmiş fotoğraf ve görüntülerle bir kez daha gündeme taşındı. Ve katledilişinin 15. yılı nedeniyle gazeteci yazar Uğur Mumcu da anıldı. Programın Ankara stüdyosundaki konuğu Erzurum Atatürk Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları Bölüm Başkanı ve Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak, Türklerin kökeninin bugün bilinen tüm kültür ve medeniyetlerin kaynağı olduğunu birçok bilimsel kanıt göstererek ortaya koydu. Parlak, Türklerin Oğuzların gezgin kolu olan Dış Oğuzlar’la, Amerika ve Avrupa dahil dünyanın dört bir yanına gittiğini söyledi

Kanları yerde...
Ceviz Kabuğunun ilk bölümünde, katledilişinin 15. yılı nedeniyle gazeteci Uğur Mumcu anıldı. Mumcu’ya Kalpaksız Kuvayi Milliyeci, gerçek ulusalcı dendiğini belirten Hulki Cevizoğlu, Mumcu’nun katillerinin 15 yıldır bulunamamasını bu konuda verilen sözleri hatırlatarak eleştirdi. Hulki Cevizoğlu “Maalesef, Uğur Mumcu’nun katledildiği tarihte bakanlık yapanlar, katillerini bulmak bizim şeref ve namus meselemizdir dediler. Ama şeref ve namuslarını gösteremediler” diye konuştu. Cevizoğlu, gerçek Atatürkçülerin ve ulusalcıların katledildiğini ve katillerinin de bulunmadığını dile getirerek şunları söyledi: “Aydınlarımızın kanı yerde, politikacılarımızın da sözü havada. Biz balık hafızalı değiliz. Anında unutmuyoruz. Ama bunu unutturmak isteyenler var. 15 yıl geçti Uğur Mumcu unutulmadı. Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu ve diğer aydınlarımız unutulmadı. Katillerinin yakalanmadığı bir ülkede aydınlarımızın arkasından ağlıyoruz.”

Katilleri bulunamıyor
Programa İstanbul stüdyosundan katılan Uğur Mumcu’nun kardeşi Ceyhan Mumcu ise, Uğur Mumcu hakkında şunları söyledi: “Uğur gazeteci kimliği ile kendini bu ülkenin bağımsızlığına ve cumhuriyete adadı... Uğur milliyetçi ve ulusalcıydı. Uğur bu cumhuriyetin Dünya Bankası ya da IMF koridorlarında değil emperyalizme karşı en olumsuz koşullarda kurulduğunu söylerdi... Elif Şafak’ların, Hrant Dink’lerin hakları savunuluyor bu ülkede ama Uğur Mumcuların katilleri bulunamıyor. Sizler de Uğur Mumcu’ya benziyorsunuz. Ama azınlık durumundasınız. Geçen gün, bir sendikacı arkadaşımın söylediğini aktarayım. Dedi ki, Büyük Atatürk’ün Nutuk’unu bile yakında yasak kitap yerine koyarlar. O aşamaya doğru gidiyor Türkiye.”

Oğuz damgası
Programın ikinci bölümünde de Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak birçok bilimsel belge eşliğinde Türk tarihinin derinliklerine ışık tuttu. Tahsin Parlak öncelikle bugün dünya ülkelerindeki simge ve işaretlerle Türklerde bir dönem kutsal değeri olan el dokuması halılar üzerindeki işaretlerin benzerliklerine dikkat çekti. Parlak, bu benzerliğin Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına göz eden Dış Oğuzların etkisinden kaynaklanabileceğini söyledi. Parlak, özellikle İngiliz Bayrağı ile Erzurum’da 20-30 yıllık bir dokuma halı üzerindeki desenin birebir benzerliğini dikkate alınmaya değer bulduğunu kaydetti.Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak, Türklerin Göçlerle beraber çıktıkları yol olan Tûr-ân Yolu’nun önce Tûr-ân, sonra baharat ve İpek’in bulunmasıyla da İpek Yolu olarak anıldığını, bugün de aynı çizgiden enerji hatlarının geçtiğini belirtti. Parlak’ın ortaya koyduğu diğer gerçekler şunlar: “İlk halı Hunlar’da kızların çeyiz olarak götürdükleri ve her kızın çadırını anlatan desenlerle çadırın en güzel yerine serdiği halıdır. Hun çadırlarının en önemli yeri çadırın kubbesidir. Bu kubbe simgesinin Kırgız bayrağında benzer şekilde görüyoruz. İngiliz bayrağındaki işaret bir İç Oğuz damgasıdır. Bir Erzurum halısındaki çift başlı kartal ve de Kızılderililerde görülen kuma çizdikleri bir şekilde dış oğuzun ok damgası görülüyor. Bu damgaların kökeni Orta Asya kökenli kaya resimleridir. Öntürk alfabesinin kaynağı olan kaya resimlerine İtalya’nın Alplerinde de rastlamak mümkün.”

Bizi birbirimize düşürmeye çalışıyorlar, oyuna gelmeyelim
Yabancı istihbarat örgütleri, bir ülkede olmayan bir sorunu varmış gibi göstererek, milleti bölmeye çalışır...
Usta gazeteci Hulki Cevizoğlu, programında son günlerin bir numaralı gündemi olarak yansıtılan türban tartışmalarına da değindi. Cevizoğlu, “Türkiye’nin türban diye bir sorunu yok. Türban sorunu politikacılar tarafından var gibi gösterilip, olmayan bir sorunu çözüp, kendilerini kahraman gibi göstermeye çalışıyorlar. 16 yıl önce türban konusu tartışılmazken Türk kadını Müslüman değil miydi?” değerlendirmesini yaptı. Hulki Cevizoğlu değerlendirmesini şöyle sürdürdü:

Din üzerinden siyaset
“Din üzerinden siyaset yapan ve böylece üç beş oy fazla almak isteyen bazı genel başkanlar, anayasa ve cumhuriyetimizin temel ilkelerine aykırı olarak suistimalde bulunuyorlar. Türban 15-16 yıl önce hiç gündemde yoktu. Yabancı istihbarat örgütlerinin tipik çalışmasıdır. Bir ülkede karışıklık çıkarmak istediklerinde ya mevcut bir durumu örneğin ırk yapısını ayrıştırmaya çalışırlar, ya da olmayan bir sorunu varmış gibi göstererek, onun üzerinden milleti bölmeye çalışırlar. Geçen dönemde, AKP’li Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin bile yaptırdığı anketin sonuçlarını açıklarken ’türban sorunumuz yok. Ancak yüzde 3 oranında insan bunu sorun olarak görüyor’demişti. Ama bugün bazı politikacılar din üzerinden halkı sömürmeye çalışıyor.” Basında çıkan haberleri eleştiren Cevizoğlu, “Yabancılar bizi birbirimize düşürmeye çalışıyor. Aman bu oyuna gelmeyelim. Onlar, bugün birilerine şah, birilerini piyon muamelesi yapıyor. Şah gibi görünenler de sevinmesinler. Çünkü, yabancılar ülkeyi bölme işlemini tamamladığı zaman, satranç tahtasını kapatacak ve şahları da piyonları da aynı kutuya koyarak, koltuğumuzun altına verecek. Bir düşünür, ’Sular yükselince balıklar karıncaları, sular çekildiği zaman karıncalar balıkları yer. Kimin kimi yiyeceğini suyun akışı belirler’diyor. Aman bu oyuna düşmeyelim” dedi. Programa katılan Ahmet Keser isimli 53 yaşındaki bir izleyici ise, Başbakan Erdoğan’a seslendi: “İçimi dökmek için aradım. Benim eşim türbanlı. Ama sorunumuz türban değil. Ben bir baba olarak çocuğumun cebine 5 milyon lira harçlık koyamıyorum. Utanıyorum. Ben açım aç sayın başbakan!..”

Japonlar Hititlerin torunu
Programa telefon bağlantısıyla katılan Emekli Vali İhsan Dede, 1965 yılında kaymakam olarak görev yaptığı Çorum’da başından geçen ilginç bir olayı aktardı. İhsan Dede, o dönemde Çorum’a elinde bir kitapla gelip araştırma yapan bir Japon Prensinin kendisine “Bizim atalarınız Hititlerdir. Biz onların torunlarıyız” dediğini açıkladı. Bu iddiaya Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak, “Dediği doğru olabilir, Erzurum’a da Japonların bu tip iddialarla gelip araştırma yaptıklarını biliyorum” sözleriyle katkıda bulundu. Emekli Vali’nin ortaya attığı ilginç iddialardan biri de 1978’de Burdur’da antik kent Sagolassas’ta (Ağlasun’da) yapılan kazılar sırasında bulunan kemiklerle, kazılar yapan işçilerin kemiklerinde yapılan DNA testlerinden yüksek oranda uyum çıktığı idi. Bu iddiaya göre o bölgede binlerce yıl önce Türkler yaşıyordu. Tahsin Parlak, bu kültürlerin yok olma nedenlerini ise Atmosferin ısınıp buzulların erimesine dolayısıyla da suların yükselmesi olarak açıkladı. Parlak bu kültürlerin izlerinin olduğu bölgelerin bugüne kadar yeterince korunmadığından yakınarak yeni yeni bazı bölgelerde koruma alanları oluşturulduğunu ifade etti. Öte yandan, izleyicilerden Orman Mühendisi Doç. Dr. İlker Acar da, “Bir yabancı bilim dergisi, Çatalhöyük’te yapılan kazılarda, burada 15 bin yıl önce İngilizler’in ataları olan Keltler’in yaşadığının ortaya çıktığını yazdı” dedi.


KAYNAK;

www.cevizkabugu.com.tr
http://cevizkabugu.com.tr/gundem.asp?procid=76

23.05.2008

Türk bayrakları kapış kapış

EURO 2008 için satılan yüzbinlerce bayrak arasında en çok Türk bayrakları satılıyor.

Avusturya ve İsviçre tarafından ortaklaşa düzenlenen EURO 2008 Avrupa futbol şampiyonası için piyasaya sürülen yüzbinlerce otomobil bayrağı arasında en çok Türk bayrakları satılıyor.

EURO 2008 futbol şampiyonası için üretilen ve Almanya'da piyasaya sürülen otomobil bayrakları arasında Türk bayrağı, Alman bayrağından çok satılıyor.

Avusturya ve İsviçre tarafından ortak düzenlenen şampiyona için otomobillerin camına takılan bilet, minyatür bayraklar arasında en çok ilgi göreni Türk bayrağı oldu. Saturn, Metro, Karstadt ve Kaufhof gibi büyük mağaza zincirlerinin yanı sıra bir çok discount mağazalarında da katilesi ve işlemesine göre 2 ile 8 euro arasında değişen fiyatlara satılan otomobil bayraklarına rağbetin beklenin çok üstünde olduğu kaydedildi. Çin ve Tayvan gibi ülkelerde imal edilen ve Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde satışa sunulan bayrakların trafik kuralları gereği yasak olmasına rağmen şampiyona süresince polis bayraklara otomobilin takılmasına şampiyona süresince göz yumacak. Hamburg'da yaşayan ve Lufthansa hostes olarak çalışan 26 yaşındaki futbol tutkunu Belgin Akdeniz de otomobil bayraklarını alanlardan. Güzel kız, "Bizim şampiyonada iki takımımız var. Hem Türkiye, hem de Almanya. Şampiyona süresince ben de minik otomobilime hem Türkiye'nin hem de Almanya'nın bayrağını takacağım" dedi. Bayrakların satıldığı mağaza işleticileri ise, "Türkiye bayrakları daha çok satılıyor. Çünkü bir çok Türk Türkiye'ye de götürüp yakınlarına armağan etmek için fazla bayrak alıyorlar" dedi.


Kaynak;

Milliyet
www.haber3.com

ABD askerleri Kur'an-ı Kerimi kurşunladı!

Amerikan işgal güçlerinin Irak'taki gerçekleştirdikleri ve İslam dünyasında infiale yol açan eylemleri sürüyor. ABD'li askerler son olarak baskın yaptıkları bir evde buldukları Kuran-ı Kerim'i kurşun yağmuruna tutarak yüce sayfalarına hakaret dolu ifadeler yazdı. (Resimi büyük görmek için üzerine tıklayınız.)

Irak Müslüman Alimler Heyeti (IMAH) yaptığı açıklamada Amerikan işgal güçlerinin Allah (cc)’ın kutsal kitabı ve İslam ümmetinin en mübarek değeri olan Kur’an-ı Kerim’e yönelik işledikleri cinayetleri şiddetle kınadı.

IMAH açıklamasında bu tür meşum hadiselere sessiz kalanların da aslında işgalci projelerinin bir parçası olduklarına dikkat çekti.

3 tank ve Hammer tipi araçlardan oluşan işgal güçleri 11 Mayıs 2008 günü Rıdvaniye Polis Merkezi yakınlarında el Rami bölgesinde ellerinde bir Mushaf-ı Şerif’i yolun ortasına atarak ateş açtı.

Görgü tanıkları bu çirkin eylemin polis merkezindeki hükümet yetkililerinin gözleri önünde gerçekleştiğini ifade ederken işgalciler çirkin sözlerin yazıldığı, kurşunlarla dolu Kur’an-ı Kerim’i sokak ortasında bıraktı.

IMAH açıklamasında olayla ilgili olarak şu değerlendirmede bulundu:

“Kara kalplilerden oluşan işgalcilerin Kur’an-ı Kerim’e ve Müslümanlara olan öfkelerinin nasıl bir boyutta olduğunu bu çirkin eylem gözler önüne seriyor. Yine bu eylem işgalcilerin nasıl bir çamur içinde debelendiklerini, iflas ve ifsad içinde olduklarını göstermektedir. Bu menfur hadise işgalcilerin kalplerinde gizledikleri asıl niyetini açığa çıkmış bir yüzüdür.”

Saldırıda hedef alınan Cenab-ı Hakkın kelamı ve İslam ümmetinin iftihar ve izzet nişanesi olan Kur’an-ı Kerim’e yönelik menfur hadisede yer alan her oluşumu nefretle kınayan IMAH son olarak şunları söyledi:

“ Muhakkak ki bizler bu saldırıdan dolayı işgalcileri ve işgalcilerin getirdiği sessiz kalan hükümeti şiddetle kınamaktayız. Ancak bilinmelidir ki Kur’an-ı Kerim’i muhafaza eden Allah Taaladır ve kendisi en iyi intikam alandır.”

“Şüphe yok ki Kur'an'ı biz indirdik ve şüphe yok ki onu mutlaka koruyacağız.” (Hicr Süresi, Ayet 15)

Kaynak;
www.8sutun.com
http://www.8sutun.com/node/60179

21.05.2008

Banu Avar: İsrail'i reddettim

Banu Avar'dan açıklamalar

Banu Avar: İsrail'i reddettim
TRT’de yayınlanan “Sınırlar Arası” programının yapımcısı Banu Avar, YÖN Radyo’da yayınlanan “Haftanın Gündemi” programında Erdal EMRE’nin sorularını yanıtladı.


Bir çok konuda çarpıcı açıklamalarda bulunan Banu Avar ile röportajın bir bölümü aşağıda…

Yön Radyo : Sayın Avar, gazeteciler objektiflik, tarafsızlık kavramlarını çok önemserler. Siz ise “ben taraflıyım” diyorsunuz... Hangi taraftasınız?

Banu Avar : Ben Türk halkının tarafındayım. Bu çok net.. Ben tarafsızlık diye bir şeye kesinlikle inanmıyorum. Bugün “tarafsızım” diyen basın yayın mensuplarının hiç de tarafsız olmadıkları gayet ortada.

Mesela benim İsveç programımda kıyameti koparıp, “301. madde kalksın” diyen ekibin daha sonra kalkıp benim 216. Maddeden yargılanmaması istemesi, çok tipik olarak kendilerini ortaya koymuştur. Çok da mutlu oldum aslında böyle bir şey olduğu için çünkü tarafsızlık denen şey, aslında olmayan bir şey.

Dolayısıyla, hepimizin –hele ki böyle bir dönemde- taraflı olmamız gerekiyor. Bakın bugün 4 şehidimiz daha var, bir ay içinde 50 şehit verildi. Tarafsızlık denen şey, neresinde kalacak bu şehitlerin? Yani bugün sınır ötesi bir operasyon yapıldı Türkiye’ye... 200 kişi geçti, yaptılar operasyonu döndüler.. Onun için biz hangi tarafsızlıktan bahsediyoruz. Şu an için tarafsızlık zamanı değil, tam aksine taraflı olmak zamanı..

Yön Radyo : “Tarafsız değilseniz, iyi gazeteci değilsiniz” diyenlere ne diyorsunuz?

Banu Avar : Hiçbir şey demiyorum. Halk gayet iyi takdir ediyor, kimin nasıl gazetecilik yaptığını ve Türkiye’nin tarafında olduğumu gayet iyi biliyorlar.

Yön Radyo : Son iki gündür yine gazetelerdesiniz.. “TRT’de Peres Sansürü” başlığıyla bir haber yayınlanıyor.. Bu işin aslını sizden öğrenelim..

Banu Avar : Biliyorsunuz ben basına da açıklama yaptım artık, çünkü gideceğim yer halktır, başka bir desteğim yok benim. Halkın desteğiyle zaten İsveç programından sonra da TRT’de kalmaya devam etmiştim. Nedense hep Suriye’nin başına geliyor. Yani 2005’te de Suriye programımız paramparça edilmişti, kesilmişti. Neden bu kadar korkuyorlar bilmiyorum.

O programdakini kısaca özetleyeyim; programda da kesim nedeni Türkiye’nin bugüne kadar Arap dünyası ile nasıl ayrılmaya, ayrılmasına çalışıldığı ile ilgiliydi. Çünkü Türkiye, Batı politikaları sonucunda Mustafa Kemal’in bütün politikalarını terketmiş ve sonuçta 1947’de İsrail’i ilk tanıyan devlet, arkasından Lübnan’ın karşısına Amerikan donanması geldiğinde onlara destek veren devlet, Mısır’da Mısır yerine emperyalist devletleri tutan devlet, Cezayir’de Fransızlar bir buçuk milyon insanı öldürürken Fransa’nın yanında yer alan devlet olmuştur.

Bütün bu dış politikaları göz önünde tutarsak, neden acaba Araplar Türkleri sevmiyor, neden Araplarla aramız bozuk, neden İran ile aramız şöyle, yani bütün bunları gösterecek bir metin vardı, yasaklandı, bir bölümü parçalandı, atıldı kesildi. Bu hoşlarına gitmiyor...

Yön Radyo : Son olarak Suriye ile bir program hazırladınız, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres Türkiye’ye geldi ve sizin programınızı TRT yayınlamadı. Size bildirdiler mi yayınlamadıklarını?

Banu Avar : Hayır.. Bana bildirilmiyor, benimle görüşmüyorlar, ekibe bildiriyorlar, yani haber dairesi içindeki haber programları müdürü mesela bir hanıma bu görevi veriyorlar. Kimin aldığı bu kararı, neden olduğu, gerekçe, hiçbir şey söylenmiyor.

Yön Radyo : Ekibe bir gerekçe sunulmadı mı?

Banu Avar : Sunulmamış. Önce galiba, işte, “İsrailliler üzülebilir, İsrail Cumhurbaşkanı burada onun için şu an yayınlamasak daha iyi olur diye düşünülüyor” denmiş. Fakat arkasından tekrar arandığında, “gerekçe filan bildirmiyoruz, yayınlamayacak işte” denmiş.

Yön Radyo:Hiç mi yayınlanmayacak yoksa daha sonra mı yayınlanacak program?

Banu Avar : Bunu sorduğumuzda da cevap alamıyoruz, hiçbir şeye cevap alamıyoruz.

Yön Radyo : Peki İsrail kaynaklarından ya da İsrail’den sizle bu yönden hiç ilişki kuran oldu mu?

Banu Avar : Hayır, olmadı. Bir defa geçen 2006 yılında “Filistin Bir Bıçaktır, Kalbinize Saplanır” adlı belgesel yaptığımda ve “Muhammed ile Duvarlar” adlı belgeseli yaptığımda, İstanbul’un İsrail Konsolosu benimle görüşmek istediğini bildirdi, ben de reddettim.

Yön Radyo : Türkiye’nin ve dünyanın bugünkü medya ortamında, siz çok cesur açıklamalar yapıyorsunuz ve TRT’de programlar yapıyorsunuz...

Banu Avar : Siz de yapıyorsunuz...

Yön Radyo : Gücünüzü nereden alıyorsunuz?

Banu Avar : Halktan. Yani şu anda Türk halkı dışında, benim görüştüğüm, konuştuğum – çünkü bütün maillere kendim cevap veririm- gidip başvurduğum her hangi bir kurum yok. Ama TRT’nin içinde Eski Cumhurbaşkanı Sezer’in atadığı 5 tane yönetim kurulu üyesi var, 4 Mayıs’ta da benim atılmam söz konusuydu, o zaman onlara gidip, “benim atılmam söz konusuymuş, ne gerekçe veriliyor” diye sorduğumda, “hayır Banu Hanım, burada kalmanızı biz istiyoruz ve kalacaksınız biz burada olduğumuz sürece” dediler.

Yön Radyo : Yani sizin TRT’den atılmanız, ancak yönetim kurulu kararıyla olabiliyor.

Banu Avar : Evet.

Yön Radyo : Bu yönetim kurulunda da eski cumhurbaşkanımızın atadığı üyeler var. Dolayısıyla yönetim kurulu üyeleri değiştiğinde sizi TRT’de duyamayacağız.

Banu Avar : Evet o zaman atılmam daha rahat olur.

Yön Radyo : İsrail’in rahatsız olabileceği gerekçesiyle, programınızı yayınlamadılar. Peki, bu mekanizma nasıl işliyor. Yani TRT’deki her hangi bir kişi mi karar veriyor, Hükümet mi karar veriyor?

Banu Avar : Haber Dairesi... Bana söylenen bu; Haber Dairesine yolluyoruz biz metnimizi önce ve orada hiç kimseyle görüşme imkanımız yok artık, yasaklandı. Eskiden çeşitli insanlarla görüşebiliyorduk, şu anda o da mümkün değil, sadece Haber Dairesinde haber program müdürü bir hanım var, onunla benim asistanım konuşuyor, yani onu bir elçi gibi, aracı gibi kullanıyorlar.

O hanım diyor ki, “bana yayınlanmayacak dendi.” “Bundan sonra şu ülkeye başvuruyoruz” diyoruz, çünkü senelik programımız hazır, “oralara gitmenizi istemiyoruz” diyor. Peki neden? “Çünkü aramız iyi diyor o ülkelerle” diyor.. Mesela bir tanesi Rusya idi.. “Ne demek ki aramız iyi değil” diyoruz, “öyle işte” diyor hiçbir cevap vermiyor. Yani böyle bir ciddiyetsiz çalışma içindeyiz.

Yön Radyo : Peki, Orhan Pamuk’un Nobel almasından sonra İsveç ile ilgili programınız da çok yankı yarattı. Şu anda Sabah Gazetesi’nde ombudsmanlık yapan Yavuz Baydar, sizin yargılanmanızı istedi.

Banu Avar : Evet istedi.

Yön Radyo : Yavuz Baydar ile görüştünüz mü ondan sonra?

Banu Avar : Hayır, ben kendisini tanımam hiç de konuşmadık, karşılaşmadık.

Yön Radyo : Peki bir gazetecinin sizin yargılanmanızı istemesi ve ayrıca ombudsmanlık yapıyor olması konusunda ne diyeceksiniz.

Banu Avar : Ben bir defa bu ombudsmanlık filan gibi yabancı kelimeleri hiç anlamıyorum. Ne demekse okur temsilcisi diyorlar. Nasıl bir okurun, hangi okurun temsilcisi onu bilmiyorum. Bildiğim bir tek şey var o da şu, bu insan benim Stockholm Üniversitesi kaynaklı olarak anlattığım İsveç’te Sami ve Tater ırkının tamamıyla 13 yaşındaki genç kızların yumurtalıklarının bağlanması suretiyle biyolojik bir soykırıma uğraması olayını nasıl bilmiyor, eğer İsveç’te bu kadar uzun yıllar yaşadıysa...

İsveç’te uzun yıllar yaşadığı söyleniyor, o zaman bunları biliyor olması lazım. Zaten sonra Özdemir İnce de O’na cevap verdi. Herkesin bildiği konular, nörojeniks meselesi filan herkesin bildiği şeyler..

Yön Radyo : Türkiye’de kategorilendirmeler, isimlendirmeler var.. Mesela, kimileri der ki biz milliyetçiyiz, ulusalcıyız, yurtseveriz, solcuyuz, sağcıyız.. Siz kendinizi tanımlıyor musunuz bu şekilde?

Banu Avar : Ben tanımlamıyorum.. Ben tabi ki toplumcu bir insanım öncelikle.. Ben Türkiye için varım, Türkiye’nin gazetecisiyim ben.

Yön Radyo : Peki Türkiye’nin gazetecisi olarak, Türkiye’nin basınını çok sert şekilde eleştiriyorsunuz. Bu basının neredeyse yüzde 50’si Doğan grubu, bir kısmı Sabah grubu ki TMSF’nin elinde.. “benim bir daha çalışacak yerim kalmayacak” gibi bir kaygı içerisine düşmüyor musunuz?

Banu Avar : Hayır hiçbir kaygım yok.. Benim kaygım şu an bir tek Türkiye’nin ulus devlet olarak kalması ve bu ülkeyi çevreleyen diğer ülkelerin de içine düştüğü bu Büyük Ortadoğu Projesi kabusu konusunda elinden ne geliyorsa yapması, ben gazeteci olarak elimden geleni yapmadan rahat uyuyamam, elimden ne geliyorsa yapacağım.

Yön Radyo : Peki o zaman madem böyle bir kaygınız yok, rahat rahat konuşalım. Nasıl bir basın var şu anda Türkiye’de...

Banu Avar : Attila İlhan’ın söylediği gibi, çok güzel özetlemiştir; “Türk basınında Türk yok artık” Yani o halde... Çok istisnai birkaç insan mutlaka vardır, fakat Türk basınında çok yoğunlukla Türk yok. Neden? Biraz evvel anlatmaya başladığım bu 1983’teki demokrasi projesi Amerika’nın yani Amerikan derin devletinin bütün ülkelerde sadece biz de değil bütün Balkanlar, Kafkaslar ve ulaşabildiği diğer bütün ülkelerde öncelikle üniversiteleri ve basın yayını ele geçirme operasyonudur.

Çünkü adam diyor ki mesela, ben bakmıştım, 1985’te Orhan Pamuk Amerika’ya gittiği zaman onu bir kursa götürüyorlar Iowa Üniversitesi’nde, kursun adı Uluslararası Yazı Programı. Bu yazı programını açtığınız zaman internette, karşınıza Madlen Albright’ın sözleri çıkıyor. Orada ne diyor; “dünyanın her ülkesinden buraya gelen seçkin aydınlar, ülkelerine birer Amerikalı olarak dönecekler” diyor. Amaç budur, tek kimlik, daha doğrusu kimliksizleştirme, kültürsüzleştirme operasyonu..

Yön Radyo : Peki Türk basınında ya da yazı dünyasında çok kişi var mı buradan geçen?

Banu Avar : Ben bu yazı programında bir tek Orhan Pamuk’u biliyorum ama buna benzer bir sürü kuruluş var. Yani bir tane değil ki. Öğretmenler için ayrı, sendikalar için ayrı. Önce sendikalar ve eğitim konusunda ve sağlık hizmetlerine el atıyorlar, genellikle her ülkede bu böyle. Birçok insanı örgütlüyorlar ve bu örgütlemeler sonucunda Amerika’nın çıkarlarını savunacak hale getirip ortalığa bırakıyorlar.

Yön Radyo : Şöyle bir kafa karışıklığını da okur yaşamıyor mu? Şimdi, Hürriyet Gazetesi etkili bir gazete... Hürriyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni, “biz ille de Kuzey Irak’a girelim, savaşalım, Barzani’yi de vuralım” gibi son dönemde birçok kişiyi şaşırtan yazılar yazıyor. Peki bunu nasıl açıklamak lazım?

Banu Avar : Mühim olan kaos yaratmak ortalıkta ve kafayı karıştırmak zaten. Mesela bakıyorlar ki Türkiye’de, biliyorsunuz, zıtların birliği diye bir şey vardır, bir taraftan bastırırsanız öbür taraf çıkar, şimdi çıkınca bir taraf baktılar ki müthiş bir milliyetçi duygunun Türkiye’yi sarmaya başladığını görünce, korkmaya başladılar.

Bu sefer “biz de sizdeniz” havası yaratmaya çalışıyorlar ve hiç kimsenin söylemediği, daha o noktaya gelmemiş olayları bir an önce söyleyip yok etmeye çalışıyorlar. Yani bu da bir eritme politikasıdır. Kimin kim olduğu anlaşılmasın istiyorlar. Bütün bunların hepsi aynı anda oluyor ve her tarafta elleri var yani Amerika mesela belli bir ülkede eğer sağ liberal görüşü kontrol ediyorsa, solu da kontrol ediyor, bir komünist partisi de hatta çıkarıp ona da kontrol etmeye çalışıyor.

Yön Radyo : Çok sansüre uğradınız, bir gazeteci olarak sizi gazeteciler anlarlar, bir sürü zorlukla bir programı hazırlıyorsunuz, getiriyorsunuz ama sansürleniyor, yayınlanmıyor. Burada bir yalnızlık içine düşmüyor musunuz? Ve basından destek alıyor musunuz?

Banu Avar : Hem dayanışma hem de ben çok kalabalık bir insanım yani yalnızlığı bir yana bırakın sürekli Anadolu’da dolaştığım için ben bir defa çok şanslı bir insanım. Yani inanılmaz bir sevgi halesiyle kuşatılmış durumdayım. Bana gelen mailler, TRT’de hiç kimse tarihi boyunca bu mail seviyesine ulaşmamış. Halk inanılmaz derece benim tarafında yani Türk halkı tarafında olduğumu biliyor ve destekliyor. Dolayısıyla hiç yalnız hissetmiyorum. Tabi ki yaygın medya bizden bahsetmiyor. Ama orada da helal süt emmiş bir çok insan da yazıp çiziyor.


Yön Radyo : Programlarınız daha ne kadar sansür edilecek? Programlarınız yayınlanmazsa ne yapacaksınız?

Banu Avar : Yani şöyle bir durum var : “istifaya zorlanmak” diye ben böyle tanımlıyorum . Çünkü gideceğim yerlere de gidemiyorum röportaj almam için TRT’nin yazı yazması lazım, o yazı gelmiyor, dolayısıyla elim kolum biraz bağlanmış gibi görünüyor.

Fakat ben tabi bir tarafım Dağıstan göçmeni bir tarafım Balkan göçmeni olduğum için çok inatçı bir insanım kolay kolay pes etmem o yüzden ben devam edeceğim, oradan istifa etmeyeceğim. Ama tabi ki atabilirler başka şeyler olabilir, ama ben istifa etmeyeceğim ve bilgilendirmeye devam edeceğim. Merak ediyorum 26 Kasım’da acaba Suriye programı yayınlanacak mı...? ve ondan sonraki Ürdün ve Mısır programlarım yayınlanacak mı? Şimdi ona odaklandım, onu bekliyorum.

Kaynak;
www.banuavar.com.tr

20.05.2008

Banu Avar'ın Programı Yayından Kaldırıldı !!!

BASIN AÇIKLAMASI 20 MAYIS 2008


TRT YÖNETİMİ SINIRLAR ARASINDA PROGRAMINA SON VERDİ
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜZ KUTLU OLSUN…


Banu Avar’la SINIRLAR ARASINDA 4 yıl ve 82 programın ardından tarihe karıştı. 2007 Aralık ayında TRT genel müdürü ile 18 bölümlük sözleşme imzalamış ve 2009 Ocak ayına kadar gideceğimiz ülkeleri planlamış çalışmalarını yapmıştık.

Ama bugün elimize geçen Haber daire Başkanı imzalı yazıya göre 15 mayısda programımıza son verilmiş.(!) Sezonun son programı olan BÜYÜK ORTADOĞU ve ASYA PROJESİ adlı programında yayını böylece engellenmiş oldu. Ve SINIRLAR ARASINDA tarihe karıştı!


Programa başladığım günden beri Sınırlar Arasında programı konusunda birçok çelişkili karar aşamalarından geçilmişti. Programa harcanan emekten çok TRT yönetimiyle ilişkiler zaman almıştır. Ama 2007 Aralık ayında Genel müdüre istifamı sunduğum halde kabul edilmemiş 1 yıllık sözleşme yapılmıştır.

Beş ay sonra sezonun ortasında Sınırlar Arasında aniden TRT 2’ye sürülmüş ardından da programın sonlandırılması kararı verilmiştir. Gerekçe olarak YAYIN PLANINDA DEĞİŞİKLİK ibaresi yeralmıştır.

Bilginize sunulur.

Banu AVAR

Kaynak; guncelmeydan.com

ABD Askerleri Kuran-ı Kerimi YAKTI

Büyük saygısızlık! ABD askerleri Kuran'ı Kerim'i yaktı!
Amerikan askerleri, Afganistan'da bir eve yaptıkları baskın sırasında Kur'anı Kerim yaktı. Halk isyan etti!
...
Amerikan askerlerinin, Afganistan'ın Kunar eyaletindeki bir eve yaptıkları baskın sırasında Kur'anı Kerim yaktığı bildirildi. Bölge halkı mukaddes kitaplarına yapılan saldırı dolayısıyla isyan ederken ABD ordusu olayla ilgili olarak soruşturma başlattı.

Cumartesi günü Narang bölgesinde gerçekleşen baskın esnasında Amerikan askerlerinin bir Kur'anı Kerim'i yakılması üzerine öfkeyle sokaklara dökülen bölge halkı ana caddeyi saatlerce trafiğe kapattı. Bölge sakinleri bugün de Esadabad'da Amerikalı askeri yetkililerle tartıştı. Azim Han adındaki Afgan köylü, ABD heyetine, "Siz bizim dinimize hakaret ettiniz. Bizden ve tüm İslam aleminden özür dilemez ve bu terbiyesizliği yapanları yargılayıp cezalandırmazsanız biz de sizin karşı safınıza geçeceğiz. Bir isyan başlatacağız" dedi.

Amerikalı Yüzbaşı Jason Coughenour ise iddiaları ciddi bir şekilde inceleyeceklerini söyledi. Coughenour, "Dininize saygı duyuyoruz. Bir soruşturma başlatacağız ve Kur'an'ı kimin yaktığını bulacağız. Eğer bir Amerikalı tarafından yakılmışsa biz onu cezalandıracağız" diye konuştu. Afganistan'da 25 bin civarında ABD askeri var.

KAYNAK;
www.haberaktuel.com
http://www.haberaktuel.com/Buyuk-saygisizlik!-ABD-askerleri-Kurani-Kerimi-yakti!-haberi-92777.html

Tecavüzün filmi izleyenleri ağlattı

Haber eski, fakat filimi izlemenizi tavsiye ederim.

ABD Askerlerinin insanlık dışı halleri

ABD Askeri yavru bir köpeği uçurumdan aşağıya fırlatıyor.

Hayvanları uçurumdan aşağı fırlatarak, kuran-ı kerimi kurşun yağmuruna tutup delik deşik ederek, Irak ta ki camileri, minareleri füze yağmuruna tutarak, kadınlara-çocuklara tecavüz ederek, trafikte önüne gelen araca çarparak kurşun yağmuruna tutarak, ceza evlerinde insanlık dışı davranışlar sergileyerek Irak'a demokrasi getirmeye çalışıyorlar heralde.

10.05.2008

Türkler 1071'de girmedi mi?

Bize hep "Türkler Anadolu'ya Malazgirt Zaferi'yle girdi" diye öğretildi. Ama arkeoloji böyle söylemiyor. İşte gerçekler...

Prof. Dr. Ekrem Memiş, Türkler'in Anadolu'ya Malazgirt Zaferi'yle girdiği ve bu zaferle Anadolu'nun 1071'de el değiştirdiği iddiasını çürüttü.

Arkeolojik buluntular ve bilgi, belgeler Anadolu'ya 1071 Malazgirt Zaferi'yle girilmediğini ortaya çıkardı. Anadolu'ya Malazgirt Zaferi'yle girildiği yanlışını düzeltmeye çalışan Afyon Kocatepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ekrem Memiş, "Anadolu Türkler'in ikinci yurdu değildir. Anadolu Türkler'in anayurdudur. Anadolu'da bundan 8 bin yıl önce de Türk devletinin varlığı belgelerle kendini gösteriyor. Bu yanlış öğrencilere öğretiliyor" dedi.

ÇİVİ YAZILI METİNDEKİ TÜRK KRALI
Bugün Gazetesi'nin haberine göre; Memiş, tezini belgelere dayanarak şöyle anlattı: "Elimizdeki metinler M.Ö.2 bin 200'lere ait bir olayı anlatıyor. Akat Kralı Mezapotamya'dan gelmiş. Fırat nehrini geçmiş ve Anadolu'ya geçmiş. Anadolu'da o zaman küçük küçük şehir devletleri var. Bu küçük şehir devletlerinden 17'si Hatti Kralı Pampa'nın önderliğinde bir araya gelmişler ve Akat Kralı'na karşı vatanlarını korumak için mücadele etmişler.

Bu 17 kraldan biri de çivi yazılı metnin 15. satırında geçen Türki Kralı İlşu-Nail'di. Burada geçen Türki kelimesinin Türk olduğuna şüphe yok. 2 bin yıl da buradan koyduğumuzda 4 bin 250 yıl önce Anadolu'da Türk kavmi olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor."

8 BİN YILLIK GEÇMİŞİ VAR
Memiş, bu Türk krallığının da Hurri isimli bir kavimden geldiğini belirterek, bu kavmin M.Ö. 3. binde yaşadığını ve dillerinin Türkçe ile aynı dil grubuna girdiğini söyledi. Türki krallığını oluşturan grubun bu kavimden geldiğini ileri süren Memiş, çok geriye gidildiğinde kavmin soyunun 6 binlere dayandığını anlattı. Memiş, "2 bin de milattan sonraki dönemi eklediğinde 8 bin yıllık geçmiş ortaya çıkıyor" dedi.

KÜLTÜRLERDE KOPUKLUK YOK
Yazılı metinlerden Hurriler'in geçmişlerinin 3. bine gittiğini kaydeden Ekrem Memiş, "Fakat işin bir de arkeolojik boyutu var. O günden bu güne gelen bir 3 kültür var. İlki neolitik köy kültürü. Onu takip eden 5 binlerde kalkolitik kültür var. Köylerin yerini şehirlere terk ettiği dönem. 3. dönem ise eski tunç çağı. Şehir kültürünün tamamen oluştuğu dönem. Bu üç kültür arasında hiçbir kopukluk yok. Bu kopukluğun oluşmaması kavmin değişmediğine işaret ediyor" dedi.

TÜRK ADINI TAŞIYAN iLK DEVLET: TURKiLER
Ekrem Memiş, Huriler'in Anadolu'nun doğu bölgelerinde yaşayan en eski sahiplerinden biri olduğunu ve Anadolu'nun Türkün ikinci vatanı olmadığı, hatta anayurdu olduğunu söyledi. Göktürk Devleti'nin de ilk Türk adını taşıyan devlet olduğu tezini de çürüten Memiş, Hureler'in devamı olan ve M.Ö. binlerde yaşayan Türki Krallığı'nın Türk adını taşıyan ilk devlet olduğunun altını çizdi.

YETKİLİLER KULAK VERSİN
"Türk tarihini Hunlar'la başlatıyoruz. Hunlar Orta Asya'da büyük bir devlet kurmuşlar ama ilk değiller. Yetkililerin bu serzenişe kulak vermesi gerek. Çocuklarımıza yanlış bilgiler veriyoruz. Biz buralara sonradan gelmedik. Hep vardık. Bu toprakların o tarihlerden bu yana bizim olduğu gerçeğini görmezlikten gelemeyiz. Ders müfredatlarına bunlar işlenmeli" diyen Memiş, yeni araştırmaları gözden geçirmek gerektiğini belirtti.

Kaynak;
www.internethaber.com

http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=140106

5.05.2008

ATATÜRK’ÜN EĞİTİME BAKIŞI

ATATÜRK’ÜN EĞİTİM İLE İLGİLİ BAZI SÖZLERİ
— Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir.

Dünyada, uluslararası duruma göre böyle bir mücadelenin gerektirdiği manevi unsurlara sahip olmayan kişiler ve bu nitelikte kişilerden oluşan toplumlara hayat ve bağımsızlık yoktur.

(1922 ) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)

— Eğitimdir ki, bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır veya bir milleti kölelik ve yoksulluğa terk eder. Eğitim kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendince istediği bir anlama geçer. Ayrıntılarına girişilirse eğitimin hedefleri, amaçlan çeşitlenir. Meselâ dinî eğitim, millî eğitim, uluslararası eğitim… Bütün bu eğitimlerin hedef ve gayeleri başka başkadır.

Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyeti’nin yeni nesle vereceği eğitimin, millî eğitim olduğunu kesinlikle ifade ettikten sonra diğerleri üzerinde durmayacağım. Yalnız işaret etmek istediğim mânayı kısa bir misal ile izah edeceğim: Yeryüzünde üç yüz milyonu geçen İslâm vardır. Bunlar ana, baba, hoca eğitimiyle, terbiye ve ahlâk almaktadırlar. Fakat acınarak söylüyorum, gerçek hâdise şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kütleleri şunun veya bunun esaret ve horgörü zincirleri altındadır.

Aldıkları manevî eğilim ve ahlâk, onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek insanlık meziyetini verememiştir, veremiyor. Çünkü eğitimlerinin hedefi millî değildir. Millî eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiçbir şekilde karışıklık kalmamalıdır. Bir de millî eğitim esas olduktan sonra onun dilini, usulünü, araçlarını da millî yapmak zorunluluğu tartışmadan uzaktır. Millî eğitim ile geliştirmek ve yükseltmek istenilen genç dimağları, bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayalî fazlalıklarla doldurmaktan dikkatle kaçınmak lâzımdır.

1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 198)

— Pratik ve kapsamlı bir eğitim ve öğretim için, vatan sınırlarının önemli merkezlerinde modern kütüphaneler, nebatat ve hayvanat bahçeleri, konservatuarlar, sanat okulları, müzeler ve güzel sanatlarla ilgili sergiler kurulması lâzım olduğu gibi, bilhassa şimdiki idarî teşkilâta nispetle kaza merkezlerine kadar bütün memleketin matbaalarla donatılması gerekmektedir. Bütün bu güzel şeylerin bir an içinde oluşturulması imkânsız olmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde bu sonuçların elde edilmesi önemle temenniye değerdir.

1923 (Atatürk’ün S.D.I, s.288)

— Türkiye’nin eğitim ve öğretim siyasetini her derecesinde tam bir açıklık ve hiçbir tereddüde yer vermeyen kesinlikle ifade etmek ve uygulamak lâzımdır. Bu siyaset her manasıyla millî bir nitelikte gösterilebilir.

1924 (Atatürk’ün S.D.I, s. 317)

— Okullarda öğretim vazifesinin güvenilebilir ellere teslimini, memleket evladının, o vazifeyi kendine hem bir meslek, hem bir ideal sayacak üstün ve saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlamak için öğretmenlik, diğer serbest ve yüksek meslekler gibi, aşama aşama ilerlemeye ve her halde refah sağlamaya uygun bir meslek haline getirilmelidir. Dünyanın her tarafında öğretmenler insan toplumunun en fedakar ve saygı değer unsurlarıdır.

(1923, Ankara) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, 1997, s. 317)

— Millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü iliminden, keşiflerinden, gelişmelerinden yararlanalım, ama unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız.

(1923, Konya) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 145)

— Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet henüz millet adını almak kabiliyetini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle millet olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır.

(1925, İzmir) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 243)

— Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni takip etmeye söz vermişsiniz. İşte ben özellikle bu sözden çok duygulandım. Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar yorulmadan ne demek ? Yorulmamak olur mu ? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir.

Yorgunluk her insan, her canlı için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Sizler, yani, yeni Türkiye’nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. ..dinlenmemek üzere yürümeğe karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.

(1937, Ankara) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 327-328)

— Öğretmenler her fırsattan istifade ederek halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutur bir varlıktan ibaret olmayacağını anlamalıdır.

(1927, İstanbul) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 266)

— Öğretmenler; yeni nesli Cumhuriyetin fedakar öğretmen ve eğitimcileri sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin becerinizin ve fedakarlığınızın derecesiyle orantılı olacaktır. Cumhuriyet: fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Yeni nesli, bu özellik ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir.

Öğretmenler ! Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı şekilde bütün öğretim basamaklarındaki eğitimleri uygulamalı olmalıdır. Yurt evladı, her öğrenim basamağında, ekonomik hayatta başarılı, iz bırakan, eser sahibi olacak şekilde bilgilerle donatılmalıdır. Ulusal ahlâkımız, çağdaş esaslarla ve hür fikirlerle artırılmalı ve takviye olunmalıdır . Bu çok mühimdir, bilhassa nazarı dikkatinizi çekerim….Sizin başarınız Cumhuriyetin başarısı olacaktır.

Arkadaşlar ! yeni Türkiye’nin birkaç yıla sığdırdığı askeri, siyasi, idari inkılâplar sizin, sayın öğretmenler, sizin sosyal ve fikri inkılâptaki başarınızla pekiştirilecektir. Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür ” nesiller ister.

(1924, Ankara) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 178-179)

— Muhterem Gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır. Kazanmak, yenilmek. Size, Türk Gençliği’ne terk edip bıraktığımız vicdani emanet, yalnız ve daima kazanmaktır ve eminim daima kazanacaksınız. Milleti yükseltmek için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda kesinlikle tereddüt etmeyin. Milleti yükseltmek için dikilecek engellere hep birlikte engel olacağız. Bunun için beyinlerinize, irfanlarınıza, bilgilerinize, gerekirse bileklerinize, pazularınıza, bacaklarınıza başvuracak, fakat sonuçta mutlaka ve mutlaka o amaca varacağız… Bu millet, sizin gibi evlatlarıyla layık olduğu olgunluk derecesini bulacaktır.

(1923,Tarsus) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 137)

— İlk ve orta öğretim mutlaka insanlığın ve medeniyetin gerektirdiği ilmi ve tekniği versin, fakat o kadar pratik bir tarzda versin ki çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkûm olmadığına emin olsun.

( Muhit Mecmuası, No:32, 1931)

— Gelecek için yetiştirilen vatan çocuklarına, hiçbir güçlük karşısında baş eğmeyerek tam sabır ve dayanıklılık ile çalışmalarını ve öğrenimdeki çocuklarımızın anne ve babalarına da yavrularının öğrenimlerini tamamlanması için her fedakârlığı göze almaktan çekinmemelerini tavsiye ederim. Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin kararlarında ne kadar ısrarlı olduklarını tarih doğrulamaktadır. Silahı ile olduğu gibi kafasıyla da mücadele mecburiyetinde olan milletimizin, birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur.

( 1921 ) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)

— En önemli ve verimli vazifelerimiz millî eğitim işleridir. Millî eğitim işlerinde kesinlikle zafere ulaşmak lâzımdır. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak bu suretle olur.

Bu zaferin sağlanması için hepimizin tek vücut ve tek düşünce olarak esaslı bir program üzerinde çalışması lazımdır. Bence, bu programın iki esaslı noktası vardır:

a - Sosyal hayatımızın ihtiyaçlarına uygun olması

b - Çağın gereklerine uymasıdır.

( 1922 ) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)

— Milletimizin siyasî, toplumsal hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde rehberimiz ilim ve teknik olacaktır. Mektep sayesinde, mektebin vereceği ilim ve teknik sayesindedir ki Türk Milleti, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı, bütün güzelliğiyle gelişir.

( 1922 ) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)

— Bu memleketin asıl sahibi ve toplumumuzun esas unsuru köylüdür. İşte bu köylüdür ki bugüne kadar bilgi nurundan mahrum bırakılmıştır. Bundan ötürü; bizim izleyeceğimiz kültür siyasetinin temeli, evvelâ mevcut bilgisizliği ortadan kaldırmaktır. Ayrıntılara girmekten kaçınarak bu fikrimi birkaç kelime ile açıklamak için diyebilirim ki genel olarak bütün köylüye okumak, yazmak ve vatanını, milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafî, tarihî, dinî ve ahlâkî bilgi vermek ve dört işlemi öğretmek, kültür programımızın ilk hedefidir. Bu hedefe erişmek millî eğitim tarihimizde kutsal bir merhale teşkil edecektir.

(1922 ) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)

— Bir yandan bilgisizliği ortadan kaldırmaya uğraşırken, bir yandan da memleket evladını toplumsal ve ekonomik hayatta aktif şekilde etkili ve verimli kılabilmek için zorunlu olan ilk bilgileri, uygulamalı bir biçimde vermek metodu eğitimimizin temelini oluşturmalıdır. Medeni ve çağdaş bir toplumun bilim ve kültür yolunda yalnız bu kadarla yetinemeyeceği şüphesizdir.

Milletimizin dehasının gelişmesi ve bu sayede layık olduğu medeniyet düzeyine ulaşması ancak, yüksek bilim ve teknik elemanlarının yetiştirilmesi ve milli kültürümüzün yüceltilmesi ile mümkündür.

Orta öğretimde bile eğitim ve öğretim metodunun uygulamalı olması esasına uymak şarttır. Kadınlarımızın da aynı öğretim kademelerinden geçerek yetişmelerine önem verilecektir.

(1922 ) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)

— Memleketimizi, toplumumuz gerçek hedefe, mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini yoğuran kültür ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, verimlidir, saygıdeğerdir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha kıymetlidir, hangisi diğerine üstün tutulur?

Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz, bu iki ordunun ikisi de hayatîdir.

Yalnız siz, kültür ordusu mensupları, sizleri bağlı olduğunuz ordunun kıymet ve kutsiyetini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten bir ordunun fertlerisiniz.

Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır.

( 1923 ) (Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve M. Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri)

— Okullarda öğretim vazifesinin güvenilir ellere teslimini, memleket evladının, o vazifeyi kendine hem bir meslek, hem bir ideal sayacak üstün saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlamak için öğretmenlik, diğer serbest ve yüksek meslekler gibi, derece derece ilerlemeye ve her halde refah sağlamaya uygun bir meslek haline getirilmelidir. Dünyanın her tarafında öğretmenler, toplumun en fedakâr ve saygıdeğer unsurlarıdır.

( 1923 ) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)

— Milli Eğitim’in gayesi yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlâklı, karakterli, cumhuriyetçi, inkılâpçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de öğretim programları ve sistemleri ona göre düzenlenmelidir.

(1923 ) (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955)

— Okul genç beyinlere; insanlığa hürmeti, millet ve memlekete sevgiyi, şerefi, bağımsızlığı öğretir… Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için takip edilmesi en uygun olan en güvenli yolu belletir… Memleket ve milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilgin olmaları lazımdır. Bunu sağlayan okuldur. Ancak bu şekilde her türlü teşebbüsün mantıklı sonuçlara ulaşması mümkün olur.

( 1923 ) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)

— Hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi özellikle öğretim hayatında sıkı disiplin başarının esasıdır. Müdürler ve öğretim kadroları disiplini sağlamaya, öğrenci ise disipline uymaya mecburdur.

( 1925 ) (Atatürk’ün Maarife Ait Direktifleri, 1939)

— Memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde düşünerek; batı bölgesi için, İstanbul Üniversitesi’nde başlanmış olan düzenleme programını daha köklü bir tarzda tatbik ederek cumhuriyete cidden modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için, Ankara Üniversitesi’ni az zamanda kurmak lâzımdır. Ve doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir. Bu hayırlı teşebbüsün, doğu vilâyetlerimiz gençliğine kazandıracağı verim, Cumhuriyet Hükümeti için ne mutlu bir eser olacaktır.

(1937) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)

— Büyük davamız, en medeni ve en üst refah seviyesinde bir millet olarak varlığımızı yükseltmektir.

Bu, yalnız kurumlarda değil, düşüncelerinde de köklü bir inkılâp yapmış olan büyük Türk Milleti’nin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak, yasal bir planla ve en akılcı bir şekilde çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple, okuma yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketin bütün kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak, kişi ve kurumları yaratmak; işte bu önemli prensipleri en kısa zamanda sağlamak…

Bakanlığın üzerine aldığı büyük ve ağır vazife ve sorumluluklardır. İşaret ettiğim prensipleri Türk Gençliği’nin beyninde ve Türk Milleti’nin bilincinde daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca vazifedir.

( 1937 ) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)


Kaynak;
http://www.yenidenergenekon.com/43-ataturkun-egitime-bakisi/

DADALOĞLU

Dadaloğlu, Osmanlı Devleti‘nin Anadolu Türkmenlerini iskan politikasına tepki olarak doğmuş isyanlarda yer aldığı anlaşılan tanınmış bir halk ozanıdır. 18.yy’ın son çeyreğinde doğup 19.yy’ın ortalarında öldüğü bilinmektedir. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bir bilgi olmamakla beraber eldeki kaynaklar 1785-1868 tarihlerini göstermektedir. Dadaloğlu, Güney illerinde dolaşan ve Toros dağlarında Kozan, Erzin, Payas yörelerinde yaşayan göçebe Türkmenlerin Avşar boyundandır.

Yaşamı hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız Dadaloğlu’nun şiirleri yazılı kaynaklar aracılığıyla değil, sözlü gelenek sayesinde bugüne ulaşmıştır. Asıl adı Veli olan ve Türkmen-Avşar aşıklarının önde gelenlerinden biri olan Dadaloğlu, Kul Mustafa mahlasını da kullanan Aşık Musa’nın oğludur. Az da olsa eğitim almıştır. Avşar beylerinden Küçük Alioğlu, Sırkıntı beylerinden Murtaza Bey ile Kozanoğlu’nun yanında imamlık, katiplik yaptığı anlatılır ama bu konuda yeterli bilgi yoktur. Daha çok Gavurdağı ve Ahır Dağı yörelerinde yaşadı. Çukurova’yı, Toroslar’ı, Orta Anadolu’yu dolaştı. Şiirlerinde göçerlik koşullarını, döneminde orta Anadolu’da hüküm süren aşiret kavgaları ve aşiretlerin Osmanlı Devleti ile savaşlarını duru ve yalın bir dille yansıttı. Dili Anadolu Türkmen boylarının kullandığı halk Türkçesiydi. Dadaloğlu Anadolu’nun halk şiiri geleneğine damgasını vurmuş en önemli sanatçılardan biri olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin göçebe olan Avşar, Karsantı, Sırkıntı, Bozdoğan, Kırıntı, Berber, Menemenci gibi Türkmen aşiretlerini yerleşik hayata geçirmek için verdiği uğraş, yer yer başkaldırılara ve çatışmalara neden olmuştur. Dadaloğlu’nun şiirleri, yerleşik yaşama geçmek istemeyen Türkmen aşiretlerinin çığlığı ve sözlü tarihi sayılabilir.

Mezarı Kırşehir‘ in Kaman İlçesi’ndedir. Biter Kırşehir’ in Gülleri Biter adlı türkünün söz yazarı olması, mezarının Kaman’ da bulunduğunun bir ispatıdır.

DADALOĞLU ÜZERİNE BİR KAÇ SÖZ
Dadaloğlu, Çukurova’da göçer-konar Türkmen toplulukları arasında yetişmiş çağına damgasını vurmuş bir aşıktır.

Aşık tarzı Türk halk edebiyatında Dadaloğlu’nun yerini ve önemini belirleyebilmek için Anadolu’da oluşan Halk edebiyatına kısaca değinmek yararlı olacaktır.

Öncelikle ozan, aşık kavramlarını açarak Dadaloğlu’nun aşık mı ozan mı olduğunu belirlemek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu 15.yüzyılda büyük bir kültür birikimine ulaşmıştır. İslamiyetin kabulünden sonra Anadolu’da yaşayan Osmanlı, yeni kültürleriyle birlikte sanat alanında da yeni zevklere yönelmiştir. Orta Asya’dan Anadolu’ya getirdiğimiz ozan,yeni kültür ve sanat anlayışına cevap veremez olunca kırsal çevrelere çekilmiştir. Göçebelikten yerleşik hayata geçerek yeni bir toplum düzeninin kurulması, şehir ve kasabaların oluşumu, toplum içi çatışmaların çoğalması, destan anlatıcısı ozanın yerine aşık tipinin geçmesini hazırlamıştır. Epik şiir göçebe düzenin ürünü, aşık şiiri ise yerleşik düzenin ürünüdür.

15.yüzyıldan sonra epik şiir kaybolurken aşık şiiri belirmiştir. Aşık tipi, sosyo-ekonomik koşullar gereği ozanın yerini alır. Aşık yerleşik düzenin koşulları içinde ortaya çıkar. Göçebe toplumdan çeşitli nedenlerle yerleşik düzene geçen aşıklar bireyselleşirler. Epik karakterli şiir yerini lirik, satirik, didaktik karakterli şiire bırakır.

Yeni kültür ve sanat zevkiyle 15.yüzyılda, ozan tipi değişen değerlerle aşağılayıcı bir anlam kazanmaya başlar.

Tekke şairleri 13.yüzyıldan itibaren kendilerini diğer şairlerden ayırmak ve ilham kaynaklarının kutsallığını göstermek için aşık adını kullanmaya başladılar. Dünya nimetlerini dile getirenlere verilen şair adını kabul etmiyorlardı. Hatta tekke şairlerinin kendi şiirlerine ilahi, nefes, deyiş adını vermelerinin bir nedeni de budur. Aşık adı benimsenince büyük şehirlerde yetişen saz şairleri köy ve aşiret çevrelerinde yetişen eski şairlerin kullandıkları ozan adı yerine aşık kelimesini kullanmaya başladılar. Bunun üzerine Tekke şairleri Hak aşığı kelimesini kullandılar. Adlarına, pir, sultan, abdal, dede, derviş gibi kelimeler ekleyerek diğer şairlerden kendilerini ayırdılar. Ozanların milli olmasına karşın, aşıklar islami öze bağlıdırlar. 19,yüzyılda Çukurova’da yetişen Dadaloğlu’nu aşık olarak niteliyoruz.

Dadaloğlu’nda aşık tipinin yanısıra, epik karakterli kavga şiirlerinde aşiretin ortak duygusunu yansıtan eski ozan tipinin izlerini görüyoruz.

Dadaloğlu, Aşık tarzı Türk halk edebiyatı aşıklarındandır. Yetiştiği çevreye göre de göçebe aşıklar grubuna girer. Göçebe aşıkları diğer aşıklardan ayıran bütün özellikleri Dadaloğlu’nda görebiliriz.

Göçebe hayatı, güneyde yaşayan Türkmen aşıklarında kuvvetli izler bırakır. Bu izler aşıkların şehirle ilişkileri az olduğu için kaybolmaz. 19.yüzyıldan sonra Fırka-i İslahiye adlı birliğin bu göçebe zümreleri yerleşik hayata mecbur etmesiyle aşıkların şiirlerinde epik karakter görülür.

Göçebe aşık olarak nitelediğimiz Dadaloğlu’nun 19.yüzyıl Türk halk şiirinde yerini belirleyebilmek için 19.yüzyıl Türk Halk şiirine kısaca bir göz atmamız yararlı olacaktır.

16.yüzyıldan beri gelişimini sürdüren aşık edebiyatı 19.yüzyılda daha büyük bir önem kazanmıştır. Bir yandan klasik edebiyat içinde mahallileşme akımı artarken, diğer yandan da halk şiiri klasik edebiyatın etkisine daha fazla girerek halktan ve halk zevkinden uzaklaşma eğilimi göstermeye başlamıştır. Aşıklar, Gevheri ve Aşık Ömer’in etkisinde kalarak aruz ölçüsünü klasik şiirin nazım şekillerini kullanmışlar, heceyle yazdıkları şiirlerde de Arapça, Farsça kelime ve tamlamalara çok yer vermişlerdir. Bütün bu olumsuz etkilere rağmen bunlardan etkilenmeyen arı duru dili ve geleneksel halk şiirine uygun şiirleriyle Dadaloğlu kendine bu çağda çok özel bir yer açmıştır.

Bu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun her tarafında aşıkların sayıları artmış, aşık zümreleri oluşmuştur. İmparatorluğun parçalanması, politik ve sosyal değişiklikler şiirin konularını etkilemiştir. Bu etki Dadaloğlu’nun şiirlerine zorunlu iskana tepki olarak yansımıştır.

Bu yüzyılda Dadaloğlu gibi, halk şiirinin klasik vezinleri, şekilleri, türlerini yaşatanlar olduğu gibi, divan tarzı söyleyişe yaklaşanlar da olmuştur.

Dadaloğlu’nun kavga karakterli şiirlerinde epik karakter ve göçebe Türkmen Yörüklerinin günlük yaşantılarının izleri görülür. Tabiat dekoru göçebe şairlerde çok kuvvetlidir. Göçebe aşıkların şiirleri, dilleri, anlatımları, mecazları, günlük hayata ait olayları, gerçekçi tabiat anlatımları yönüyle aşıklardan ayrılır. Dil anlatım ve benzetmeler günlük olaylara dayanır. Tabiat güzelliklerine çok yer verilir. Bu şiirler doğallıkları ve anlatımları yönünden folklor ürünlerine en yakın eserlerdir. Göçebe aşıkların şiirlerinin bir çoğu gibi Dadaloğlu’nun şiirleri de bu özelliklerinden dolayı türküye dönüşmüştür.

Dadaloğlu, 19,yüzyıl aşıkları içinde konar-göçer Türkmen aşiretlerinin geleneksel dünyasını, törelerini yansıtan şiirleriyle etkinleşir. Dadaloğlu “yiğitlik, soyluluk, dayanışma” gibi göçebe toplumun değer sistemlerinin değişmeye yüz tuttuğu bir çağda bu değerleri savunan bir aşiret şairi olarak öne çıkar. Dadaloğlu’nun şiirlerinde zorunlu iskanı kabullenmeme ve toprağa bağlı yaşama uyum göstermeme iki önemli olgudur.

1865 yılında Osmanlı Devleti bölgede güvenliği, idari otoriteyi sağlamak için Türkmenleri zorunlu iskana tabi tutmak üzere Derviş ve Cevdet Paşaların komutasında Fırka-i İslahiye adıyla bilinen bir askeri güç gönderdi. Kozanoğulları ve Avşarlar başta olmak üzere Türkmenler, zorla toprağa yerleşmeyi kabul etmeyerek ayaklandılar. Ayaklanma kısa sürede bastırıldı. Aşiretlerin bir kısmı ovaya, Bir kısmı da İç Anadolu’ya yerleştirildi. Bundan amaç arazilerin işlenmesi ve eşkıya gruplarına karşı set görevi görmelerini sağlamaktı. Doğa koşulları nedeniyle merkezi otoritenin beylere karşı yaptırım gücü yoktu. Aşiretler Horasan’dan kalma törelerle yönetiliyordu. Zorunlu iskana karşı koymanın altında ovalardaki dizanteri, sıtma ve diğer hastalıkların yaşamı olumsuz etkilemesi ve beyliklerin yüzyıllar boyu sürdürdükleri feodal idare yapısının yıkılmasını kabullenmeme düşüncesi yatıyordu. Zorunlu iskan ve Kozanoğlu başkaldırısı Dadaloğlu’nun şiirinin temel eksenini oluşturur.

Dadaloğlu aşiretler arası kavgaları doğaya bağlı göçebe bir insanın duyarlılığıyla dile getirmiştir. Osmanlıya karşı feodal beylik düzenini ve soylu aşiret beylerini öven şiirleriyle, aşiret beylerinin şairi olur. Kozanoğlu ayaklanmasını anlatırken soyluluk ve geleneksel aşiret değerlerini yüceltir, konar göçerlerin zorunlu iskan sonucu mutsuzluklarını da duyarlı ve içten bir dille anlatır. Zorunlu iskan sonrası yurtlarından sürülen aşiretlerin eski yurtlarına duyduğu özlem sık sık konu edilir. Kavga şiirlerindeki epik söyleyiş, iskan sonrası şiirlerde yerini lirizm ve bazen de duygusal bir içlenmeye bırakır. Aşık “Yaylalarda dem sürmenin vakti geldi, çağı şimdi.” Dizeleriyle özlemini dile getirir.

Dadaloğlu’nun şiirlerini konularına göre üç ana başlıkta toplayabiliriz.

1-Kavga şiirleri

2-Sevda şiirleri

3-Yurt güzellemeleri


Dadaloğlu’nun şiirlerinde işlediği konulardan bir kaçını örneklerle verelim.

Dadal’ım sıladan haber ver Gözümde dağların tüter Koç Dağı’nda kekik biter Burcu burcu koktu m’ola?


Bu dörtlükte ova yaşamına alışamamış bir Türkmen aşığının özlemini buluyoruz. Yaşamını doğa ile iç içe sürdüren göçebe şairlerinin şiirlerinde ağaç önemli bir yer tutar.

Ağaçlar burçunu açtı Kuşlar kılavuzunu seçti Yolumuz gurbete düştü Garip düştüm dünden geri


Yiğidin en yakın arkadaşı attır. Kavgasında, sevdasında at yiğidin hep yanında olmuştur. Atlar içinde de kır atın yeri ayrıdır.


Şu yalan dünyaya geldim geleli Severim kır atı bir de güzeli Değdim on beşinde kendim bileli Severim kır atı bir de güzeli


Dadaloğlu sevdiği Türkmen güzeliyle kır atı bir tutar. Hatta atla birlikte güzelin özelliklerini tek tek anlatır.


Atın beli kısa, boynu uzun Kuru suratlısı elma gözlüsü Değdim on beşime kendim bileli Severim kır atı bir de güzeli


Evrensel bir duygu olan aşk, aşığımızın da temel konusudur. Aşıkların dilinde aşk, sevgilinin elinden içilen, aşığı kendinden geçiren bir doludur. Dadaloğlu kavuşulmayan güzelin verdiği acıyı şöyle anlatır:


Dostun bahçesinden yad el geçmesin Kurutur ha nazlı dilber kurutur Senin sevdan yüreğimde yağ komaz Eritir ha nazlı dilber eritir


Övülen,üstüne güzellemeler söylenen yalnızca sevgili değildir. Binboğa Dağı’nın güzellikleri aşığı şöyle etkilemiştir:

Bereket var toprağında taşında Kırık kırık eser yelin Binboğa Seyfilerin döner yanı başında Faraz avcı ister yerin Binboğa Dadaloğlum der ki, sen seni tanı Adam arap ata vermez mi yemi? Sana derim sana dağlar sultanı Sana eş olur mu, Belit, Binboğa


Dadaloğlu yaşadığı yaylayı, gülleri, güzelleriyle şöyle anlatır:


Bizim yaylamız meşeli Dibinde güller döşeli Altı top top menekşeli Kızlar gelir yaylamıza


Yüzyıllarca görkemiyle, gizemiyle insanları büyüleyen dağlar, bazen arkasını yasladığı güvence bazen yurttan, sevgiliden ayıran engeldir. Türkmen’in Osmanlı’ya başkaldırısında dağlar Dadaloğlu’na sığınak, mesken olmuştur.


Belimizde kılıcımız kirmani Taşı deler mızrağımın temreni Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir.


Bu şiirde Dadaloğlu, Anadolu’da başkaldırı geleneğinin sözcülüğünü üstlenir. Cevdet Paşa’nın “kendilerini Osmanlı addetmeyen eskiden kalma Türkler” olarak nitelediği Türkmenlerin ve beylerin yanında yer alır.

Bazen Dadaloğlu gurbeti değişik algılar. Halk arasında iki değişik söyleyiş gurbeti şöyle niteler:

1-Bir yiğit gurbete gitse Gör başına neler gelir 2-Ayrılığı ölüm ile tartarlar Elli dirhem fazla gelir ayrılık.


Ölümden zor olan ayrılık yazgıda varsa çekilecektir. Gurbetsiz bir aşk düşünmek zordur. Gurbet garipliktir. Gurbetten sılaya yol, çoğu kez hüznü çağrıştırır. Dadaloğlu’nda gurbet gönülden gönüledir.

Gönülden gönüle yol gider derler Onu sürmeye bir hoşça can gerek


Göç ekonomik ve toplumsal nedenlerle kişilerin yer değiştirmesidir. İskan ise yurdu veya toprağı olmayan kişileri yurtlandırma, toprağa bağlı yaşam için yer vermedir. Göçer yaşam, göçer aşığın yaşam biçimidir. Zorunlu iskan yeni bir yaşam biçimine geçiştir. Uyumsuzlukları, yakınmaları ve özlemleri beraberinde getirir.

Aşağıdan iskan evi geliyor Bezirganlar koç yiğide gülüyor Kitabın dediği günler oluyor Yoksa devir döndü ahır zaman mı? Aşağıda akça çığın ötünce Katar başı mayaların sökünce Şahtan ferman Türkmen ili göçünce Daha da hey Osmanlıya aman mı?


Yiğitlik Dadaloğlu’nun şiirlerinde önemli yer tutar. Kavgadan kaçan yiğit eleştirilir.

Dadaloğlu dağda her kuş ötmez Yiğitler de derdi baştan atmaz Yurdunu yitiren yerde yatmaz Kavgaya girende başka hal olur

Kısaca söylemek gerekirse Dadaloğlu, içinde yaşadığı toplumun sözcüsü olmuş, bu toplumun duygu ve düşüncelerini ustalıkla yansıtmış, büyük bir halk şairidir. Ayrıca o, yalın, yabancı kelimelere yer vermeyen sanatlı söyleyiş kaygısından uzak diliyle, göçebe yaşamın doğal söyleyiş biçimiyle, lirizmi yakalayan bir aşıktır.


Prof. Dr. Erman ARTUN
Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.
http://www.yenidenergenekon.com/207-dadaloglu/

Adalarda Neler Oluyor ?

Avrupa Konseyinden iki milletvekili, Yunan vatandaşı bir tercüman ile, Gökçeada ve Bozcaada’ya gelip, buradaki Rum azınlıklarla ilgili inceleme yaptı. Ziyaret için de, Yunanistan’ın Gökçeada’yı işgal tarihi, 30 Nisan seçildi.


İki parlamenterin adalardaki faaliyetlerini, MHP ortaya çıkardı. MHP Çanakkale milletvekili Cengiz, GAZETEPORT’a, ”Bunlar köpeksiz köyde, değneksiz geziyor“ dedi.

Rum azınlıklara yeterli mülkiyet ve kültürel hak tanınmadığı iddiasıyla AB İlerleme Raporu’na giren Gökçeada ve Bozcaada, Avrupa Konseyi tarafından mercek altına alındı. Avrupa Konseyinden parlamenterler sessiz sedasız her iki adaya da giderek şüpheli incelemeler yaptı. AKPM Hukuk ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı İsviçreli parlamenter Andreas Gross ile komisyon sekreteri Alman parlamenter Guenter Schirmer’e Yunanistan’dan gelen tercüman da eşlik etti.

İŞGAL TARİHİ SEÇİLDİ
Yunanistan’ın Ege adalarının bir parçası olarak Gökçeada’yı işgal tarihi olan 30 Nisan tarihine denk getirilen ziyaret, birbirinden ilginç olaylara sahne oldu. AKPM heyeti, Gökçeada’da Rum derneklerinin başkanları tarafından karşılandı. Gross ve beraberindekiler, Gökçeada Kaymakamı Kemalettin Sakin ve AKP‘li Belediye Başkanı Yücel Atalay ile basına kapalı görüştü. Gökçeada Metropoliti Yorgi Krilyos’ı da ziyaret eden Gross, Metropolit görüşmesini de basına kapattı. Yabancı parlamenterler, iki günlük Gökçeada ziyaretinin son gününde Rum asıllı Türklerin yaşadığı Zeytinli, Tepeköy, Dereköy ve Eski Bademli köylerini ziyaret etti.

Gross, Rum asıllı Türk vatandaşlarına ait taşınmazların Türk vatandaşlığından çıkıp, Yunanistan vatandaşlığına geçen yakınlarına devrinin yapılamaması konusunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) açılan davaların akıbeti konusunda da bilgi topladı. Gross ve beraberindekiler, Kaleköy Kilisesi’ni de ziyaret etti.. Kilisenin bakımsız olduğu ve tamir ettirilmediğinin öne sürülmesi üzerine, Gökçeada Kent Konseyi Başkanı Bülent Aylı duruma müdahale etti. Aylı,

“Kilise için başbakanlık tarafından ödenek çıkarıldı. Restorasyon projesi bitti ve şu an tamir için vakıflar müdürlüğüne gönderildi. Aynı uygulama aşağı Kaleköy Kilisesi için de yapıldı ve kilise onarımı bitti“ dedi.


“KÖPEKSİZ KÖYDE DEĞNEKSİZ GEZİYORLAR”
Gross ve beraberindekilerin ziyaretini yakın plana alan MHP Çanakkale milletvekili Mustafa Kemal Cengiz, GAZETEPORT’a yaptığı açıklamada

“Yunanistan’dan gelen şikayet ve senaryoların yerinde icra edilmesine ve Türk hükümetinin de buna karşı koymaması ile karşı karşıyayız. Bu tam bir zaaf. AKPM parlamenterlerinin Türkiye dansını hep beraber izledik“

dedi. Gökçeada’ya yapılan yatırımlarının ve turizm olanaklarının geliştirilmesinin bazı kesimler tarafından istenmediğini söyleyen Cengiz, “Avrupalı parlamenterler köpeksiz köyde değneksiz geziyorlar. Biz yazılan bu senaryoları yakından takip ediyoruz“ dedi.


ADALAR AB RAPORUNDA
AB Komisyonu’nun 6 Kasım 2007′de açıklanan Türkiye İlerleme Raporunda “‘Sınır Uyuşmazlıklarının Barışçı Yollardan Çözümü“ başlığı altında Yunanistan ile ilişkilere yer verilmişti. Raporda,

“Rum azınlık, eğitim ve mülkiyet haklarıyla ilgili sorunlarla karşılaşmaya devam etmektedir. Gökçeada ve Bozcaada’daki Rum azınlığı etkileyen sorunlar bildirilmeye devam etmektedir. Genel olarak, Türkiye, kültürel çeşitliliğin sağlanması ve Avrupa standartlarına uygun biçimde azınlıklara saygı gösterilmesi ve korunması konularında ilerleme kaydedememiştir“ ifadeleri yer aldı.

Son yıllarda adalara Yunan milletvekillerinin de ilgisi arttı. Bazı milletvekilleri İmroz (Gökçeada) ve Tenedos (Bozcaada) milletvekilleri olarak kartvizit bastırdı. 29 Nisan 2005′de eski Yunan Dışişleri Bakanı Thedoros Pangolos’un başını çektiği 21 milletvekili, AKPM’de Gökçeada ve Bozcaada’nın özerklik taleplerini gündeme getirmişti. Türkiye’nin en büyük adası olan Gökçedada, Çanakkale Boğazı’nı kontrolü altında tutması nedeniyle önemli bir yere sahip bulunuyor. Balkan harbinde Yunanistan tarafından 30 Nisan 1912′de işgal edilen Gökçeada,1. Dünya Savaşı sırasında İngiliz yönetiminde kaldı ve deniz üssü olarak kullanıldı. Daha sonra Bozcaada ile birlikte Londra Anlaşması ile Osmanlı’ya geri verildi. Adalara, son yıllarda Yunan milletvekillerinin ziyaretlerinin yanı sıra, Yunanistan destekli internet siteleri kuruldu. Bu sitelerde, adada yaşayanlar tahrik edilerek, tekrar Yunanistan’a bağlanma talepleri ileri sürülüyor


Kaynak;

GazetePort
http://www.yenidenergenekon.com/214-adalarda-neler-oluyor/

4.05.2008

ATATÜRK’ÜN GEOMETRİ KİTABI

Bugün kullandığımız “Matematik Terimleri”nin büyük bir çoğunu Atatürk dilimize kazandırmış ve icat etmiştir.

İlkokullar da öğretildiği gibi Atatürk’ün öğretim hayatında matematik dersiyle arasının çok iyi olduğu, hatta matematik dersindeki üstün basarısından dolay matematik öğretmeni tarafından Kemal adının verildiğini biliriz. Mustafa Kemal, Selanik Askeri Rüştiyesindeyken, matematik öğretmeni yüzbaşı Mustafa efendi sınıfa gelmediğinde de onun yerine birçok kez bu dersi vermiştir(2).
Atatürk, ölümünden yaklaşık birbuçuk yıl öncesine değin matematikle ne ölçüde uğraştığını bilmiyoruz. Bu konuda, Türk Dil Kurum Başuzmanı A.Dilaçar’ın 10.11.1971 tarihli bir yazısı(1) çok ilginç bilgiler vermektedir. Bu yazıdan öğrendiğimize göre,
“Atatürk ölümünden birbuçuk yıl kadar önce, üçüncü Türk Dil Kurultayından (24-31 Ağustos 1936) hemen sonra 1936-1937 yılı kış aylarında kendi eliyle Geometri adli bir kitap yazmıştır”

Atatürk, bunu, birtakım Fransızca geometri kitaplarını okuduktan sonra hazırlamış ve yapıt ilk kez 1937 yılında “Geometri öğretenlerle, bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olarak Kültür Bakanlığınca yayınlanmıştır”(3). Bu 44 sayfalık yapıttaki boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek kesit, yay, çember, teget, açı, açıortay, içters açı, dışters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarp, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, varsayı, gerekçe gibi terimler Atatürk tarafından türetilmiştir (3).
Yapıttaki tanımların tümünü Atatürk yazmıştır. Her tanım, ilgi kavramı tüm öğeleriyle eksiksiz ve açık biçimde anlatmakta, özel ve temelli nitelikleri içermektedir. Gerekli ve yeterli örnekler de verilmiştir. Tanınmış bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, tam bir yetkiyle, bu Geometri kitabını, “küçük fakat anıtsal bir yapıt” diye nitelendirmiştir(4).

Atatürk, yaşamının önemli bir kesimini tarihin en büyük savaşlarından birinin içinde, ulusal ve evrensel sorumluluklar yüklenerek geçirdikten yıllarca sonra, düzenli bir mantık ve bilgi disiplini kesinlikle gerektiren matematik alanında, yeni türettiği terimlerle böylesine özlü bir yapıtı yazmakla, dil ve matematikteki üstün yeteneğini kanıtlamıştır. Atatürk’ün yaşamında çok belirgin bir örneğini izlediğimiz gibi, aslında dil ile matematiksel kültür arasında siki bağıntı vardır. Atatürk’ün dehasında, dil ve matematik gibi aklın değişik disiplinleri birbirini karşılıklı olarak hep olumlu yönde etkilemiş ve geliştirmiştir. Atatürk, “Fen terimleri o suretle yapılmalı ki anlamları ancak istenilen şeyi ifade edebilsin”(5) demiş ve bunu, Osmanlıca çok sayıda terimin yerine öz Türkçe karşılıklarını türetirken üstün bir başarıyla gerçekleştirmiştir.
Atatürk’ü, “Geometri” adlı yapıtını yazmaya zorlayan nedenleri, O’nun dil çalışmalarını yakından izlemek olanağını bulabilen tanınmış dil uzmanı A. Dilaçar söyle açıklıyor:

“… Atatürk hep matematikle ugraşırdı. Eski geometri terimleri çok ağdalı idi. Ben bile, uzun uzun bu terimleri okuduğum halde, şimdikiler Imisisinda güçlüğünü daha iyi anlıyorum. Pedagojide bir gerçek var: Fikir yolunun açık olması, bir ip ucunun bulunması lazımdır. Yoksa bir külçe gibi çöker. Müselles kelimesini ele alalım. Arapça okullarımızdan kaldırılmıştır. Sülüs’ten müstak (türetilmiş) bir kelime olduğunu öğrenin nasıl bilsin? Arapça sogurucu bir dildir. Örnegin “müstesrik” “sark” kelimesinden gelmiş bir kelimedir. Önüne, ortasına, arkasına birtakım heceler eklenmiş. Bunun aslini bulmak bir Arapça gramer meselesidir, Okullarimizdan Arapça, Farsça kaldırılmış olduğundan, öğren id “müselles”i küde kelime olarak karsisinda görecektir. “Uç” aklina gelmeyecektir. Ama müselles yerine “üçgen” dersek, hir üç var. “Gen”. Atatürk’e göre “genislikten” alinmistir. Bir ipucu var. “Dörtgen” dörtten gelmistir. Bir ipucu vardir. “Esit”, denk anlaminda olan “es”ten gelmistir. Ama müsavi Arapça bir kelimedir. Bu sebeple Atatürk’ün prensipleri burada da dogru idi. On im için bu en agdali olan bu bilim dalini ele aldi ve kitabi örnek olarak birakti…”

Atatürk’ün matematik terimlerini türetme ve bunları öğretime yerleştirme çalışmaları konusunda Prof. Dr. Vecibe Latipoglu, şu bilgileri veriyor:
“… Atatürk, matematiği iyi bildiği ve sevdiği için, terim devrimine matematikten baslamistir, denilebilir. Çünkü Türk Dili (Belleten)’in Subat 1937 tarihli yayinindan bir ay sonra, Atatürk, ceyb (sinüs) ve tece^b (kosmus)’m Türkçe karsiliklarinin bulunmasi için 29 Mart 1937 tarihli Ulus Gazetesine ilan verdirerek bir yarisma açtirmistir… Sonunda hazirlanan bütün terimler, Türk Dili (Belleten) dergisinin Ekim 1937 tarihli sayisinda yer almistir. Terimler, Türkçe-Osmanlica, Osmanlica-Türkçe, Fransizca-Türkçe olmak üzere siralanmis ve ön sirayi matematik terimleri almistir…

Atatürk terim çalismalarinin ülkedeki etkisini ögrenmek için, 1937 yili sonbaharinda, Sivas’a giderek, vaktiyle Sivas Kongresini topladigi lise binasinda, dokuzuncu sinifin geometri dersine girmistir’”1′. Bu derste eski terimlerle ögrenimin zorlugunu birkez daha saptayan Atatürk, “Bu anlasilmaz terimlerle, ögrencilere bilgi verilemez” diyerek kitabi atmis ve sonra tahta basina geçip “dili” yerine “kenar”, “müselles” yerine “üçgen”, “müselles mütesaviyül adla” yerine “eskenar üçgen”, “zaviye” yerine “açi” terimlerini kullanarak ünlü Pisagor teoremini ögrencilere anlatmistir”‘. Atatürk, bu inceleme gezisinde yaninda bulunan Kültür Bakani Saffet Arikan’a tüm okul kitaplarinin yeni terimlerle, hemen yarilmasi emrini vermis ve Türkçelestirilmis terimlerle iki ayda hazirlanan kitaplar bütün okullara Kültür Bakanliginca gönderilmistir’ .

Atatürk’ün türettigi matematik terimleri ve yaptigi geometri tanimlarinin hemen hemen tümü bugüne degin degismeksizin kullanila gelmistir. O’nun türettiklerinden sadece birkaç terim sonradan küçük ölçüde degistirilmistir. Örnegin Fransizca “hypothese’in karsiligi olan Osmanlicidaki” faraziye’nin yerine Atatürk, Türkçe “varsayi” terimini türetmis ve sonradan bu terim varsayim” biçimini almistir. Ayni sekilde O’nun “tümey açi”, “bütey açi” terimlerinin yerini “tümler açi”, “bütünler açi” terimleri almistir. Çok az sayida ve sinirli olan bu terim degisikliklerini, Atatürk’ün dildeki temel ilkesinin dogrulugunun birer kaniti saymak gerekir.


Dr. M. Cemil UĞURLU’ nun Bilim Teknik Dergisi’ndeki yazısından alıntı.
KAYNAKÇA
(*) O dönemde, simdiki ortaokullara derecesinde olan okullara rüstiye, yaklasik lise derecesindeki okullara idadi deniliyordu.
(**) Matematik ögretmeni yüzbasi Mustafa efendi, Atatürk’e verdigi Kemal adini Onun resmi künyesine yazdirmistir.
(1) Türk Nesriyat Yurdu: Türkün Altin Kitabi. Gazinin Hayati Sebat Matbaasi, Istanbul 1930, s.11-16.
(2) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti: Tarih IV. T.C. Devlet Matbaasi, Istanbul, 1937, s.17
(3) Geometri, Türk Dil Kurumu Yayinlari / Atatürk Dizisi: 4.Türk Tarih Kurumu Basimevi, Ankara, 1971, s.V-VII, I.
(4) Sayili, A.: Bilim ve Ögretim Dili Olarak Türkçe, Bilim, Kültür ve Ögretim Dili Olarak Türkçe’den ayri basim. Türk Tarih Kurum Basimevi, Ankara, 1978, s.424




KAYNAK;
http://www.yenidenergenekon.com/44-ataturkun-geometri-kitabi-pps/