25.09.2008

Bir Müzik - Keskin Kılıç

Kazak Metal Grubundan Güzel bir Müzik
ULYTAU (ULUTÜRK) - Jumyr Kylysh (Keskin Kılıç)

İzleyeceğiniz klip aynı zamanda Tarkanın hayat hikayesini anlatıyor.

24.09.2008

Dünya Osmanlı’nın altı asır gerisinde

Yüksek Adalet Reisi Lord Phillips Of Worth Matravers (sağda) ülkede şer’i hukukun tatbikini savundu.

MEZHEBE GÖRE MAHKEME YENİ BİR UYGULAMA DEĞİL
Dünya Osmanlı’nın altı asır gerisinde
İngiltere, ülkedeki Müslümanlar için 6 büyük kentte şeriat mahkemeleri oluşturdu. Bu, yeni bir uygulamaymış gibi görülse de aslında benzerleri Avrupa’da hayat bulmuştu. Ancak modern demokrasilerin bu asırda geldiği çizgiyi, Osmanlılar altı asır öncesinden yakalamıştı.

Bir müddet evvel İngiltere’de Anglikan Kilisesi’nin ruhanî lideri Canterbury başpiskoposu Rowan Williams’ın “Müslümanlar kendi şeriat mahkemelerine sahip olup, evlilik ve malî hususlarda buraya başvurabilirse, bunun ülkede sosyal uyuma faydası olur” sözleri hayli dikkat çekmişti. Bu sözlerden 7 ay kadar sonra İngiltere hükümeti, bu istikamette bir karar alarak, ülkesindeki Müslümanların muayyen hukukî mevzularda kendi dinî mahkemelerine gidebilmesine imkân hasıl etti. İlk olarak Londra, Birmingham, Bradford, Manchester, Nuneaton, Warwickshire’da açıldı ve Glasgow ile Edinburg’da da açılması planlanıyor.
Bu müesseseler ülkeye yabancı değildi. Mesela Londra yakınlarındaki Leyton’da 1982’den beri faaliyet gösteren Islamic Sharia Council, şimdiye kadar şer’î hukuka göre 7 bin boşanma davasına bakmıştı. Ancak burası müftülük gibi istişarî bir makamdı. Şimdiden itibaren şer’î mahkemelerin verdiği kararlar, İngiliz hukuk sisteminde bağlayıcı vasıf taşıyacak. Buraya müracaat edebilmek için iki tarafın da rızası gerekiyor. Yani bir hakem mahkemesi hüviyetinde. Yahudiler için de, Beth-Din adlı dinî mahkemeler bir asırdan fazla bir zamandır İngiltere’de faaliyet gösteriyor.

FRANSA İSTEMEDİ
Bu proje yıllar önce Avrupa Konseyi’nde İngiltere’nin ön ayak olmasıyla gündeme getirilmiş; ancak Fransa’nın laiklik konusundaki aşırı hassasiyeti sebebiyle rafa kaldırılmıştı. 2004’de Kanada’nın Ontario eyâletinde İslâm hukukunu bilen hâkimlerin başkanlığındaki İslâm Sivil Adalet Mahkemesi, eyâlette yaşayan Müslümanların aile, miras ve ticaret hukukuna dair ihtilaflarına bakmakla vazifelendirildi. Yahûdî ve Hıristiyanlara bu hak daha 1991 yılında tanınmıştı. İsrail, Lübnan, Hindistan, Tayland, Filipinler, Sri Lanka, Yunanistan gibi halkının ekseriyeti ve idare kadrosu gayrımüslimlerden müteşekkil devletlerde yaşayan Müslümanların da böyle kendi mahkemelerinde şer’î hukuku uygulayabilme hakkı bulunmaktadır. Sovyet işgalinden önce Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya gibi ülkelerde de benzeri bir tatbikat vardı.
Yahudilik gibi İslâmiyet de sadece inanç ve ibadet esasları öngören bir din değildir. İnsanların, evlenme, boşanma, miras, ehliyet, mülkiyet, alış-veriş gibi dünyevî hayatlarını da düzenlemek iddiasındadır. Bunların tatbikine imkân tanımak, dinî vecibelerin ifasına imkân tanımak olacağı için, modern ülkeler bunu demokrasi ve insan haklarının gereği olarak görmektedir. 2004’de İsveç şehirlerinden Halmestad’daki Hovrätten mahkemesi, Müslüman bir çiftin boşanmasını müteakip, kadının mehr alacağı talebini haklı bularak, bu istikamette karar vermiştir.
Bu imtiyaz, o devletin siyasî hâkimiyetini ve adlî birliğini sarsıcı mahiyette görülmemektedir. Nitekim ecnebilere bile çoğu zaman kendi ülkesinin kanunu uygulanabilmektedir. Ceza hukuku, bir devletin hâkimiyetinin göstergesidir. Bu sebeple İslâm hukuku, İslâm ceza hukuku hükümlerinin, İslâm devleti dışında tatbikini emretmez. Sözkonusu olan Müslümanların ahvâl-i şahsiye (personal law) denilen şahıs, aile ve miras hukukudur. Buna rağmen Avrupa ve Kanada’da Müslümanlara bu hakkın tanınmasından rahatsızlık duyanlar da yok değildir.

YENİ DEĞİL
Bu tatbikat İngilizler için de yeni değildir. XVIII. asırdan itibaren daha çok Müslümanların yaşadığı bölgelerde müstemleke idaresi kuran İngilizler, buradaki mahallî hukuk sistemini yerinde bırakmışlardı. Maksatları kültür ihracı değil, sömürmek olduğu için, Hindistan, Malezya, Mısır, Irak, Filistin, Kıbrıs, Yemen, Körfez Emirlikleri gibi ülkelerde kadılara ve şer’î hukuka ilişmediler. Kadıları, Müslümanlar kendi aralarından seçer; İngiliz idaresi de bu seçimi tasdik ederdi. İngilizler, bu ülkelerde mevcut fıkıh kitaplarını İngilizce’ye tercüme ettirip; şer’î hukukun düzenlemediği sahaları kendi mevzuatlarıyla doldurarak İslâm hukukunu kanun hâline getirdiler. Böylece ortaya Anglo-Mohammedan Law denilen bir karma hukuk sistemi çıktı. Fransızlar ve Hollandalılar da müstemlekelerinde benzer şekilde davrandılar. Bunu yaparken de o ülkenin mahallî mezhebini gözettiler. Mesela Hindistan’da Hanefî, Malezya’da Şâfiî mezhebini esas aldılar. Ama bu ülkeler anavatanlarından millerce uzakta idi. Şimdi kendi ülkeleri içinde bu otonomiyi tanımaktadırlar.

İNGİLTERE’NİN MAKSADI NE?
Dünyanın dörtte birine hâkim bulunan ve ehemmiyetli Müslüman nüfusa sahip İngiltere, Osmanlı halifeliğinin nüfuzundan çekiniyordu. XIX. asırda politikasını bu nüfuzun azaltılması ve kaldırılması üzerine teksif etti. I. Cihan Harbi neticesinde de bu emeline nâil oldu. Bu tarihten itibaren dünyanın en güçlü ülkesi sıfatını ancak çeyrek asır muhafaza edebildi. II. Cihan Harbi’nden galip çıktığı halde, maddî bir yıkıma uğradı. Üstelik sömürgelerinin neredeyse tamamını kaybetti. 1947’den sonra süper güç mevkiini Amerika’ya bırakmak zorunda kaldı. Bu tarihten sonra klasik politikasını değiştirerek, İslâm dünyasına ve Müslümanlara karşı daha sıcak bir siyaset izlemeye başladı.
Bunu yadırgamamak lâzımdır. Çünki dış politika menfaat üzerine kuruludur ve ezelî sanılan düşmanlıklar bir anda dostluğa dönüşebilir. Şu anda da köklü gelenekleri ve emsalsiz istihbarat gücü sayesinde dünya politikasında söz sahibi devletlerden biri olmaya devam ediyor. Dünyada demokrasinin beşiği oluşundan ve insan hakları hassasiyetinden de gurur duyuyor. Nitekim sömürgelerindeki halka davranışı, bu ülkelerin istiklâlini kazanışından sonra başa geçen kendi hükümetlerinden daha ağır değildi. O halde İngiltere’nin bu yeni ve demokratça kararı arkasında art niyet aramak yerine, bunun diğer Avrupa ülkelerine model oluşturmasını temenni etmek yerinde olacaktır. Bekleyip görelim...

HER HUSUSTA SERBESTLER Gayrımüslimler, sadece evlenme ve boşanma gibi hususları değil; miras taksimi, vasıyet, vesayet, velayet ve başka hukukî meselelerini de hakem sıfatıyla ruhânî mercilerine götürebilirlerdi.


Gayrimüslimler Osmanlı mahkemesini tercih ederlerdi
Gayrımüslim vatandaşların büyük çoğunluğu, dâvâlarını, adaletine güvendikleri, masrafı daha az ve temyiz kontrolüne tâbi olan Osmanlı mahkemelerine götürmeyi tercih ederdi.

Modern demokrasilerin daha bu asırda geldiği çizgiyi, Osmanlılar altı asır öncesinden yakalamıştı. Osmanlı ülkesinde yaşayan gayrımüslim vatandaşlar, evlenme ve boşanma işlerinde kendi mahkemelerine giderlerdi. Bu mahkemeler, her bir mezhebin kendi ruhanî reisliği, yani patriklik veya hahamhane idi. Burada kendi dinlerine ait hükümler tatbik olunurdu. Böylece gayrımüslimlerin hem adlî ve hem de hukukî otonomisi vardı. Bu esas, Osmanlı Devleti’nde tayin edilen patrik ve diğer ruhânîlerin tayin beratlarında açıkça yazar. Ruhanî reislerin, kendi millet mensuplarını dinlerine uymayan fiillerinden dolayı cezâlandırma salâhiyeti de vardı. Üstelik bu cezaları Osmanlı makamları infaz ederdi. Bu imtiyazları tanımak İslâm dininin emridir. Sadece gayrımüslimlere değil; ülkede resmî mezheb Hanefî olduğu halde, başka mezhebden Müslümanlara, belli hallerde kendi mezhebinden hâkimlere gidebilme imkânı tanınmıştı.
Gayrımüslimler, sadece evlenme ve boşanma gibi hususları değil; miras taksimi, vasıyet, vesayet, velayet ve başka hukukî meselelerini de hakem sıfatıyla ruhânî mercilerine götürebilirlerdi. Burada kendi dinlerinin ahkâmı tatbik olunurdu. Çünki burada karşılıklı rızâ vardır. Ancak taraflardan biri, dâvânın şer’î mahkemede görülmesini isterse veya taraflardan biri Müslüman ise, yetkili merci İslâm mahkemesidir ve burada şer’î hukukun tatbik edileceğine şüphe yoktur.

RUHANİ LİDERLER İTİRAZ EDİYOR
Gayrımüslimler, dâvâlarını İslâm mahkemesine de götürebilirdi. Bu durumda mahkeme, gerektiğinde gayrımüslim vatandaşın dinini de nazara almakla mükellefti. Sözgelişi, şarap içen bir gayrımüslime, kendi dinleri bunu yasak etmediği için ceza tatbik edilmezdi. Bunların kendi aralarında domuz ve şarap satışları da hukuken muteber sayılırdı. Halbuki bir Müslüman için domuz ve şarap mal olmadığı için, bunlar üzerinde mülkiyet kurulamaz, alınıp satılamaz; bir Müslümanın şarabını döken kimse de tazmin etmezdi. Gayrımüslimlerin, kendi dinlerine göre evlilik ve boşanmaları, İslâm mahkemelerinde de hukuken muteberdi.
İşin garibi, gayrımüslim vatandaşların büyük çoğunluğu, evlenme ve boşanma dışındaki dâvâlarını, adaletine güvendikleri, masrafı daha az ve temyiz kontrolüne tâbi olan Osmanlı mahkemelerine götürmeyi tercih ederdi. Hatta bu sebeple gelirleri azaldığı ve prestijleri düştüğü için, ruhânî reislerin Osmanlı hükûmetine şikâyette bulundukları olurdu. Bunun üzerine hükûmet, Osmanlı mahkemelerini, zimmîlerin münhasıran evlenme ve boşanma dâvâlarına bakmaktan men ederdi. Nitekim kâdılık, vekâlet akdi olduğu ve müvekkil vekiline belli şartlar koşabildiği için, padişah da kâdıları belli dâvâlara bakmaktan yasaklayabilir.
İttihatçı hükûmet, 1917 yılında Hukuk-ı Âile Kararnâmesi ile gayrımüslimlerin kendi mahkemelerine gitme imkânını kaldırmaya teşebbüs ettiyse de, 1919 yılında eski duruma dönüldü. Gayrımüslim vatandaşların adlî ve hukukî imtiyazları, Lozan Muahedesi ile de teyid edildi. Bu imtiyazlara dair kâidelerin tesbitinde bu cemaat temsilcilerinin söz sahibi olacağı, Avrupa’nın isteği istikametinde hukuk reformları yapılacağı, bunu yaparken de beş yıllık bir müddet için Avrupalı hukukçuların yardımlarından istifade olunacağı kabul edilmişti. 1926 yılında Cumhuriyet hükûmeti, Avrupa kanunlarını iktibas edince; gayrımüslim vatandaşlar, biraz da dış baskıyla, toplu olarak hükûmete bir istidâ vererek bu haklarından vazgeçtiklerini açıklamıştır.
[Bu mevzuda tafsilatlı bilgi için benim Osmanlı Mahkemeleri adlı kitabıma bakılabilir. Arısanat Yayınevi, Tel: 520 41 51]

Ekrem Buğra Ekinci
24 Eylül 2008 Çarşamba
Kaynak: Türkiye Gazetesi

20.09.2008

Doğu-Batı Sentezi

Senfonik İlahi - Sordum Sarı Çiçeğe



Sordum Sarı Çiçeğe - Senfonik - Yunus Emre - Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası - Oğuzhan Balcı Şef: Emin Güven, Yaşlıcam Reji: Aytuğ Aydın

16.09.2008

Korkunç savaş stratejisi

Haberlerin detaylarında kaybolan Irak, Afganistan ve Filistin'de uygulanan korkunç savaş stratejisi...

Son 1 yıldır istatistikleri izleyen Doç. Akgönenç, "Rakamlar, Irak, Afganistan ve Filistin'de kadın ve çocukların bilinçli olarak hedef yapıldığını ortaya koyuyor. Amaç, savaşı devam ettirecek nesilleri yok etmek" dedi.

Ufuk Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Oya Akgönenç, genellikle haberlerin detaylarında kaybolan ölüm rakamlarının iyi izlendiğinde büyük ve çok tehlikeli bir strateji değişikliğine işaret ettiğini söyledi. Sırplar’ın Bosna savaşında Boşnak kadınlara sistemli olarak tecavüz ettiğini, doğacak çocukların Sırp kanı taşıyacağını ve böylece Boşnak ırkının kaybolacağını hesapladığını kaydeden Akgönenç, "Bosna'daki bu stratejinin benzerini ABD, İsrail ve İngiltere çeşitli bölgelerde uygulamaya başladı.

Gözcü ya da bomba taşıyıcısı diye suçlayıp çocukları öldürüyorlar.. Ölü sayısına bir bakıyorsunuz, terörist öldürüyoruz derken hep kadın ve çocukları öldürmüşler. İncelemem bunun sistematik olduğunu gösteriyor" diye konuştu. Önleyici savaş adı verilen stratejinin kadın ve çocuklar öldürülerek bambaşka bir boyut aldığını söyleyen Akgönenç, "Batı, elindeki teknolojik imkanlarla bir insanın elindeki beyzbol topunu bile tespit etmekle övünüyor. Şimdi onlarca insanı öldürüp 'yanılmışız' diyorlar. Yanılmaları mümkün değil. Bu bir sistem değişikliği” dedi.


Teknolojiyi neden kullanmıyorlar?
Irak'ta, Filistin'de ve Afganistan'da "yanlışlıkla" öldürülen kadın ve çocuk sayısının her geçen gün arttığını anlatan Akgönenç, şunları söyledi: "Bu adamların bu kadar iyi istihbaratları var. Kimse biz karıştırdık diyemez. Hangi çağdayız. Bugün bütün elektronik kontrol imkanları var. Neden teknolojiyi kullanmıyorsun?"

Fırat GAZEL
Kaynak; Bugün Gazetesi

Atatürk, laikliği Selçuklular'dan mı aldı?

Mustafa Kemal’in Türkiye’yi işgal eden sömürgeci Batı’yı def etmesini göz ardı ederek, onu yıpratmak isteyenler de laikliğe sığınıyor!..
Ağzından bir kez bile “Hedefimiz Avrupa’dır” sözü çıkmayan Atatürk’ü “AB’ci!” göstermek isteyenler, “çağdaş uygarlık” hedefini “hedefi Avrupa idi” biçimine dönüştürüyorlar..
Yalan...

“LAİKLİK FRANSA’DAN ALINMADI!..”
Bu gerçek dışı iddialarına gösterdikleri kanıtlardan biri de laiklik.. “Atatürk laikliği Fransa’dan aldı. Bu da hedefinin Avrupa olduğunu gösteriyor” diyorlar.
Bunun da yalan olduğu, geçen Ceviz Kabuğu programında ortaya çıktı.
ART’de (Avrasya TV) canlı olarak yayımlanan Ceviz Kabuğu’na telefonla katılan araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı, “Bu yargı Batı misyonerliğinin bir yargısıdır” dedi.
Yaklaşık 900 yıl öncesini inceleyen Atatürk, laiklik için Selçuklu Sultanı Tuğrul’dan esinlenmiş!..
Bu bilgi, tüm değerleri ve yorumları altüst ediyor.
Türkiye’de ciddi gazetecilik yapılıyor olsaydı, Sayın Özakıncı’nın Ceviz Kabuğu’ndaki açıklaması birçok gazeteye manşet, televizyonlara da birinci haber olurdu.. Rakip görüştekiler de en azından -reddetmek adına- karşı çıkardı...
Nerdee..
Bakınız, Cengiz Özakıncı neler diyor:
“1058 yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul, Abbasi halifesi ile din işlerinin halife tarafından yürütülmesi ve saltanat işlerine karışmaması gerektiğinde anlaşır. Halife kendi belindeki kılıcı sultanın beline takar.”
Peki bunun kaynağı var mı?
“Bunun kaynağı Nutuk’tur. Nutuk’ta Belgeler bölümünde 18 sayfalık bir yer kaplar.”

DİL DEVRİMİ’NİN KAYNAĞI DA AVRUPA DEĞİL!..
Peki, AKP’lilerde “travma yaratan” dil devriminin kaynağı Batı mı?
Hayır!..
Yakında çıkacak kitabında bu konulara geniş yer verdiğini açıklayan Özakıncı şunları söylüyor:
“Atatürk, dil devrimini de Avrupa’dan değil Karamanoğlu Mehmet Bey’den almıştır.”
Nasıl, Atatürk’ü çağdaş uygarlıktan uzaklaştırarak “Avrupacı” ya da “AB’ci” yapmak isteyenlerin tezleri yerle bir oluyor, değil mi?..
Ne demişti Mustafa Kemal?
“Türk genci ecdadını tanıdıkça büyük işler yapmak için kendisinde kuvvet bulacaktır!”
“Türklüğün unutulmuş medeni vasfı bir güneş gibi doğacaktır!..”
Birileri elbirliğiyle unutturmaya çalışsa da; gerçekler yüzlerce yıl sonra da gün ışığına çıkıyor!..

PROF. ÖZTÜRK’TEN TOKAT GİBİ AÇIKLAMALAR..
Ceviz Kabuğu’nun canlı yayın konuğu, Halkın Yükselişi Partisi (HYP) Genel Başkanı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün açıklamaları ve bilimsel yorumları da tokat gibiydi.
Bunları hiç unutmamamız gerekiyor.
Dünkü Yeniçağ’da yayımlanan bu bilgilerin bir kısmının başlığını mutlaka buraya almalıyım.
Öztürk’ün çarpıcı açıklamalarının bir kısmı şöyle:
“Cami sayısı arttıkça, Türkiye’deki ahlaksızlıkta liste başına doğru çıkıyoruz. Cami sayısı arttıkça ahlaksızlığın azalması gerekmez mi?.. Türkiye’de dinci denen bir çete var. Ama milyonlarca samimi dindar var.”
“Maşallah Meclis Tarikatlar Konfederasyonu gibi. (100 bine yakın camide imamlara ödenen maaşları kastederek) İslam size, 2 katrilyonla namaz kıldırın demiyor. Bu namazlar kabul olmaz!.. Osmanlı bile 3 kıtada sadece 15 bin cami yapmıştı. Şimdi mescitleri de katarsanız, Cumhuriyet Türkiyesi’nde 100 bin oldu. Osmanlı camilerinin hangisinin altında dükkân vardı?.. Secdeler hakiki ve samimi olsaydı, Müslümanların ve Türkiye’nin hâli bu olur muydu?..”
-(’Türkiye’nin DNA’sını değiştireceklerini açıklıyor bu konuda kitaplar yazıyorlar’sözü üzerine) “DNA’mızı değiştirip de p****leşecek mi millet?.. DNA’yı değiştireceğiz demek, milleti p****leştireceğiz, soysuzlaştıracağız, demektir.”
- “Ateizm mert bir kurumdur. Mertlikle cehenneme gitmektir. Ateist namuslu olabilir, riya yapmaz. Bir tek namussuz ateist görmedim, ama namussuz Müslüman gördüm. Bu ülkede, senelerce Kâbe’ye küfreden Müslüman gördüm.”
-(’Seçim öncesi Bülent Arınç’ın Dindar Cumhurbaşkanı seçtirmiyorlar sözü halkta tuttu, sözüm üzerine) “Tuttuysa, Allah bu milletin belasını verecektir!.. Abdestsiz namaz kılan binlerce onursuz var bu ülkede. Din üçkâğıtçılığına hayatım boyunca düşman olacağım.”


Hulki Cevizoğlu
Yazı Tarihi: 01/07/2008
Kaynak; Yeniçağ Gazetesi

Yanılmışım Tanrı Varmış

Dünyanın önde gelen ateistlerinden Flew artık Tanrı'ya inanıyor...

“Ünlü Ateist Artık Tanrı’ya İnanıyor: Dünyanın Önde Gelen Ateistlerinden Biri Artık, Büyük Ölçüde, Bilimsel Kanıtlara Dayanarak Tanrı’ya İnanıyor.”

9 Aralık 2004 tarihli bir Associated Press haberinin başlığı böyleydi ve şu şekilde devam ediyordu: “Yarım yüzyıldan fazla bir süredir ateizmin önde gelen savunucusu olan bir İngiliz felsefe profesörü fikrini değiştirdi. Perşembe günü yayınlanan bir programda artık büyük ölçüde bilimsel kanıtlara dayanarak Tanrı’ya inandığını söyledi.”

Bu duyuru, neredeyse hiç zaman kaybetmeden radyo ve televizyonda, gazetelerde ve İnternet sitelerinde dünya genelinde haber ve yorumlara neden olan bir basın olayı haline geldi. Bu açıklama o kadar büyük bir hız kazandı ki AP, orijinal duyuru ile ilgili daha sonra iki yayın daha yaptı. Bu açıklama ve takip eden spekülasyonun konusu, yarım yüzyıl boyunca ateizmin gündemini belirlemeye yardım eden otuzdan fazla profesyonel felsefi çalışmanın yazarı Antony Flew’du. Aslında ilk olarak, C. S. Lewis’in başkanlığında düzenlenen Oxford Üniversitesi Sokratik Kulüp’ün 1950 yılındaki bir toplantısında sunulan makalesi “Teoloji ve Yanlışlama”, son yüzyılın en çok basılan felsefi yayını oldu. Şimdi ilk defa, fikrini değiştirmesine neden olan iddia ve kanıtların bir açıklamasını yapıyor. Bu kitap bir anlamda, hikâyenin geri kalanını tamamlıyor.

Elbette ki Flew’nun kuşağından ateist olan önemli filozoflar da vardı; W. V. O. Quine ve Gilbert Ryle ilk akla gelen örneklerdir. Ama hiçbiri kişisel inançlarını destekleyecek kitap dolusu iddialar geliştirmek gibi bir adım atmadı. Peki neden? Çoğu durumda, o günlerdeki profesyonel filozoflar narin ellerini bu tür popüler, hatta aşağılık tartışmalara bulaştırarak kirletmek istemiyordu. Diğer durumlarda ise bunun nedeni ihtiyatlılıktı.

Flew’nun ateizminin orijinalliği nerede yatıyor? “Teoloji ve Yanlışlama,” God and Philosophy (Tanrı ve Felsefe) ve The Presumption of Atheism’de (Ateizm Varsayımı) teizme karşı bazı açılardan, takip eden din felsefesi için bir yol haritası çizecek yeni iddialar geliştirdi. “Teoloji ve Yanlışlama”da dinî ifadelerin nasıl olup da anlamlı iddialar oluşturabileceği sorusunu sordu (en çok alıntılanan “binlerce nitelik ile bunların son bulması” ifadesi, vurgulamak istediği noktayı çok iyi ortaya çıkarıyor); God and Philosophy’de, her an her yerde olan, her şeyi bilen bir ruh kavramının tutarlılığı oluşturulana kadar Tanrı’nın varlığıyla ilgili bir tartışmanın başlayamayacağını savundu; The Presumption of Atheism’de ise kanıt sorumluluğunun teizmde olduğunu ve ateizmin kanıt sorumluluğu olmayan taraf olduğunu ileri sürdü. Bu sırada da elbette Tanrı’nın varlığına dair geleneksel iddiaları inceledi. Ancak tartışmanın bütün yapısını değiştiren şey düşünce çerçevelerini yenilemesi oldu.

Yukarda anlatılan her şey düşünüldüğünde Flew’nun kısa süre önce ateizmi reddedişinin tarihî bir olay olduğu açıktır. Ancak çok az bilinen bir şey var ki, ateist günlerinde bile Flew bir bakıma, yeni ve güçlendirilen bir teizmin kapısını açıyordu.


Yanılmışım Tanrı Varmış için kim ne dedi?
“Ateist Antony Flew gençliğinde, ‘kanıtın götürdüğü yere gitmesini’ söyleyen Sokratik ilkeye bağlandı. Yıllar süren felsefi sorgulamanın ardından bu güçlü ve cesur fikir adamı şimdi kanıtın kesin olarak Tanrı’ya götürdüğü sonucuna vardı. Aşırı tutucu ateist cemaatten arkadaşları onun açıklamasıyla mahcup olacaklar, ancak inananlar çok cesaretlenecek ve gerçekten arayış içinde olanlar, Flew’nun yolculuğunda, gerçeğe uzanan yolu aydınlatacak çok şey bulacaklar.”
-Francis S. Collins, New York Times, The Language of God adlı çok satan kitabın yazarı

“Yıldız bir felsefi zihin, elde edilen son bilimsel sonuçları düşünüp tartıyor. Vardığı sonuç: Doğanın rasyonelliğinin arkasında bir Tanrı duruyor.”
-Michael Behe, Darwin’s Black Box ve The Edge of Evolution kitaplarının yazarı

“Antony Flew yaşamının büyük bir bölümünde ateizmin bilinen bir felsefi savunucusu olmuştur. Şimdi ise yeni rasyonel iddialarla ilgili tüm açıklığını ortaya koyan, teizme dönüş yolunu takip eden çok açık ve okunmaya değer bir kitap yazdı.”
-Richard Swinburne, The Existence of God kitabının yazarı

“Bu kitap birçok yönden okunmaya değer. Önemli bir düşünürün yanıldığını kabul ettiğini görmek her zaman ilginç olmuştur. Ama bundan daha fazlası var. Bu kitap başı boşluk etmeden geniş bir alanda geziniyor. ‘Yeni Ateizm’ bölümü Dawkins ve Dennett’i, kendilerinden aşağı olduğunu iddia ederek göz ardı edemeyecekleri bir düşünür tarafından hak ettikleri yere koyuyor.”
-Huston Smith, The World’s Religions kitabının yazarı

“Bu, çalışma hayatının büyük bir bölümünde ateşli bir ateist olan ünlü bir filozofun evrenin zekice tasarımına ve dolayısıyla deizme inanmaya başlamasının ilgi çekici ve okunmaya değer bir hikâyesi. Bu kitap, önceki ateist yazıları kadar çok tartışmaya neden olacak.”
-Profesör John Hick, Birmingham Üniversitesi, Sanat ve Sosyal Bilimler İleri Araştırma Enstitüsü Üyesi

“Çok az dinî hikâye bu tür bir etki yaratır. Bu şaşırtıcı kitap, Tony’nin geçirdiği değişimin nedenlerini belgeliyor... ve bu kitabın zevkle okunmasını sağlıyor.”
-Gary Habermas, Liberty Üniversitesi, Felsefe ve Teoloji Bölümü, Seçkin Araştırma Profesörü ve Kürsü Başkanı

“Antony Flew’nun Yanılmışım, Tanrı Varmış kitabı, en ünlü çağdaş ateistlerimizden birinin Tanrı’nın var olduğuna inanmaya başlamasının ilgi çekici bir kaydıdır. Bu hikâye, Flew’nun açık fikirli oluşu, dürüstlüğü ve zihinsel bütünlüğünün etkili bir şahididir. Bir zamanlar arkadaşı olan ateistler için çok rahatsız edici bir sarsıntı olacak.”
-Nicholas Wolterstorff, Yale Üniversitesi, Felsefi Teoloji Noah Porter Emeritüs Profesörü

Kitap ile ilgili detaylar.

Kırmızı kaplı kitap

Aydın Doğan'ın bomba mektubu

O mektubun asıl kısmı okunmamış. Meğer o kısımlarda devlet sırları varmış. Ve mektup gizli anayasadan söz ediyormuş.


Meğer Erdoğan Aydın Doğan'ın mektuplarının bir bölümünü okumuş. Başbakanın açıklamadığı şey... çok gizli devlet sırları çıktı. Asıl bomba satırlar Erdoğan'ın çekmecesinde.


Adı açıklanmayan bir Doğan Grubu yöneticisi, mektubun içeriğini fısıldamış Bugün yazarı Erhan Çelik'e. Buna göre mektupta ülkenin gizli anayasası olduğu iddia edilen kırmızı kaplı kitaba dair atıflar bulunuyor.

Kuşkusuz bu mektup daha çok konuşulacağa benziyor. Yazar Erhan Çelik, köşesinden mektupla ilgili kritik ayrıntılar aktarıyor:

"(...)Aydın Doğan'ın yazdığı mektubun tümünün açıklanması mümkün değil! Çünkü mektupta ülkenin gizli anayasası olduğu iddia edilen kırmızı kaplı kitaba dair atıflar bulunuyor. Aydın Doğan, aylar öncesinden AKP için kapatma davası açılacağını Başbakan'a bu manidar mektupla bildiriyor ve bazı taleplerinin yerine getirilmesi halinde hükümetle birlikte omuz omuza mücadele edebileceğinin sinyallerini veriyor. Partisine kapatma davası açılacağını ilk kez Aydın Doğan'ın mektubuyla öğrenen Başbakan ise teklifi geri çeviriyor.

MEKTUPTA DEVLET SIRLARI VAR
Ancak mektupta 'devlet sırrı' mahiyetinde çok gizli bilgilere ilişkin imalar bulunduğundan, Başbakan Aydın Doğan'ın satırlarının tümünü kamuoyuna açıklayamıyor.

Başbakan'ın açıklayacağım dediği şeyin Aydın Doğan'ın mektubu olduğunu beş gün öncesinden söyleyen Doğan Grubu yöneticisi, şimdi de, mektuplara değinip, açıklanmıyor olmasını kırmızı kaplı kitaba bağlıyordu.

10.09.2008

Deryanın üzerine kurulan ilk cami

MİMARLIK TARİHİMİZE GEÇEN İLGİNÇ BİR HİKÂYE...

Büyük Türk denizcisi Kılıç Ali Paşa, namını sürdürmek için bir câmi yaptırmak istedi. Sultan III. Murad’ın huzuruna çıkıp arzusunu bildirdi. Padişah latife olsun diye, “Sen deryalar serdarısın. Var git câmini deryaya kur!” deyince Kılıç Ali Paşa bir ilki gerçekleştirdi.


Salıpazarı’ndan Perşembepazarı’na doğru giderken Tophane iskelesinde güzel ve ihtişamlı bir câmi boy gösterir. Çoğumuz önünden gelip geçeriz ama, belki de ismini bilmeyiz. Bu câmi Kılıç Ali Paşa Câmiidir. Bu câmi, mimarî güzelliği kadar, efsaneleriyle de kültür tarihimize mal olmuş bir eserdir. Mimar Sinan, üç kaptan-ı deryaya aynı sahil boyunca üç güzel câmi yapmıştı. Diğerleri Kasımpaşa’da Piyâle Paşa ve Beşiktaş’ta Sinan Paşa câmileridir.
Şüphesiz, Türk denizciliğinin en parlak şahsiyetlerinden biridir Kılıç Ali Paşa. Sadece bizde değil, dünya denizcilerinin de en büyüklerinden sayılır.

Anne ve babası Aydın sahilinde yaşayan Türkmenlerdendi. Saint Jean Şövalyelerince kaçırılıp İtalya’ya götürülmüştü. Ali, Calabria’nın Licastelli kasabasında bir İtalyan asilzâdesinin hizmetçisi olarak büyüdü. Kendisine Lucio veya Culyo Galeni adı verildi. 11 yaşında papaz mektebinde okumak üzere Napoli’ye gönderildi. Yolda Cezayirli Müslüman korsanların eline esir düştü. Bu vurgunun kumandanı Ali Ahmed Reis çocuğun vaziyetini öğrenince, yanına aldı.
Artık İtalyanca isminden bozma Uluç Ali diye anılır oldu. Bir rivayette uluç, Arap asıllı olmayan korsanlara verilen isimdi. Bazıları Türk değil de, İtalyan asıllı olduğunu söyler. Irkı ne olursa olsun Uluç Ali Osmanlı cemiyetinde Türk-İslâm terbiyesiyle büyüdü. Dünyaca meşhur denizcilerden birisi oldu. Avrupa tarihçileri kendisini Occhiali diye andılar.

AYASOFYA’NIN KÜÇÜK HALİ
Kılıç Ali Paşa Câmii’nin kubbesinin iki yanında yarım kubbeleri, diğer iki yanında kemerleri ve destek duvarları vardır. Bu haliyle âdeta Ayasofya Câmiinin küçük bir benzeridir. Ama ondan daha güzel, daha ferah ve aydınlıktır. Mihraptaki İznik çinileri pek güzeldir. Osmanlılar zamanında sadrazam bile olsa kimse edeben iki minareli câmi yaptıramazdı. Bu imtiyaz padişaha aitti. Onun için Kılıç Ali Paşa Câmii tek minarelidir. Kubbesi de selâtin câmilerinden bu sebeple daha küçüktür.

HİÇ MAĞLUBİYET TATMADI
Zekâsıyla, kabiliyetiyle, düzgün fiziğiyle dikkat çekerdi. Kendisine itimat edenlerin yüzünü hiçbir zaman kara çıkarmadı. Barbaros Hayreddin Paşa’nın himayesinde yetişti. Denizcilik bilgisinde kendisini geliştirdi. Ömrünü vatan hizmetine adadı. Zaferden zafere koşarak adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Hayatında mağlubiyeti hiç tatmadı. Tunus gibi koskoca bir ülkeyi İspanyollardan fethi, en meşhur başarısıdır.

Osmanlı donanması, 1571 senesinde Papalık, Malta, Venedik ve İspanya müttefik donanmalarına karşı ilk defa bozgun acısını tattı. 152 parça gemi kaybedildi. Binlerce şehit ve yaralı vardı. Kaptan-ı derya bile şehit düşmüştü. Kılıç Ali Paşa, bu deniz muharebesinde kumanda ettiği gemilerini hemen hemen zâyiatsız kurtarmaya muvaffak oldu. Üstelik düşmanın sol kanadını teşkil eden Malta donanmasını da yok etti. Bozgun haberini Edirne’de bulunan Sultan II. Selim’e bildirdi. Gösterdiği başarıdan dolayı kaptan-ı deryalığa getirildi. Böylece Osmanlı donanmasının kumandanı oldu. Onaltı sene bu makamda kaldı. Bu başarısı üzerine Uluç lakabı Kılıç’a çevrildi. Uluç Ali Reis, artık Kılıç Ali Paşa idi.

İTALYA ÖVÜNÜYOR
İtalya’daki La Castella kasabası en büyük meydanına Kılıç Ali Paşa’nın heykeltıraş di Dinami tarafından yapılmış bir heykelini dikerek büyük denizciyle övünmektedir.


EN GÜÇLÜ DONANMA
Birkaç padişah zamanını idrak etti. İnebahtı’da imha edilen Türk donanmasını kısa bir müddet zarfında yeniden kurmaya muvaffak oldu. Büyük harb gemileri inşa ettirdi. Osmanlı donanması vefatından sonra yüz seneden fazla dünyanın en güçlü donanması vasfını taşımaya devam etti.
Kılıç Ali Paşa; sadece tarihteki başarılarıyla değil, yaptığı hayır hasenat ile de tanındı. İstanbul’da kendi adını taşıyan o zarif ve muhteşem külliye, hâlen ayaktadır...
Türk denizcilerinin vaktiyle sularında sıkça dolaştığı İtalya’daki La Castella kasabası en büyük meydanına Kılıç Ali Paşa’nın heykeltıraş di Dinami tarafından yapılmış bir heykelini dikerek büyük denizciyle övünmektedir.

LATİFE GERÇEK OLDU
Büyük Türk denizcisi Kılıç Ali Paşa’nın yaşı oldukça ilerlemişti. Namını sürdürecek bir eser bırakmak istiyordu. Bu da yanında hamamı, sebilhanesi, medresesiyle bir câmi olacaktı. Kendisi devletin en güçlü mevkilerinden biri olan kapdan-ı deryalık makamındaydı, ama yine de zamanın diğer devlet adamları gibi o da padişaha sormadan hiçbir iş yapmamayı âdet edinmişti. Bu maksatla Sultan III. Murad’ın huzuruna çıkıp arzusunu bildirdi. Padişahın tasvibini aldıktan sonra bu eserin nereye yapılmasının münasip olacağını sordu. Padişah latife olsun diye, “Sen deryalar serdarısın. Sana karadan bir karış toprak veremem. Var git câmini deryaya kur!” dedi. Kılıç Ali Paşa “Başüstüne!” deyip izin istedi. Mimar Sinan ile görüşüp binanın deniz üzerine yapılacağını söyledi.
Padişah sonradan “Maksadım lâtifeydi, dilediği yere câmisini yapsın, bunca külfete girmesin!” diye haber gönderdiyse de, hünkârın ilk emrini yerine getirmekten vazgeçmedi. “Padişah ağzından söz bir kere çıkar. Onu tutmamak olmaz! İnne’l-mülûke mülhemûn (Hükümdarları Allah söyletir!)” diye düşündü. Bunun üzerine Koca Sinan, Tophane sahilinde denizi doldurdu. Üzerine bugün bile bütün haşmet ve zarafetiyle ayakta duran Kılıç Ali Paşa Câmii ile medrese, hamam ve sebilden müteşekkil külliyesinin inşası 1580 yılında bitti.

HIZIR’I GÖRMEYE GELENLER
Halk arasında, kim kırk gün sabah namazını fasılasız Kılıç Ali Paşa Câmiinde kılarsa muhakkak Hızır Aleyhisselâmı göreceğine inanılır ve dört bir taraftan bu niyetle gelen insanlar câmiyi doldururdu.
Kılıç Ali Paşa yedi sene daha yaşadı. Vefatına kadar vakit namazlarını hep burada kılar; medresedeki talebelerle alâkadar olurdu. Bir sabah namazını câmide kıldı. Fakirlere sadaka dağıtıp dualarını alarak evine döndü. Hastalanarak vefat etti. Türbesi câminin yanındadır. Ertesi sene de Mimar Sinan âhirete göçtü.
Kılıç Ali Paşa’nın Beşiktaş ve Fındıklı’da da yaptırdığı mescidler vardır. Hanımı Selime Hâtun da Fındıklı’da bir mescit yaptırdı. Her ikisi de muhtaçların ihtiyaçlarını giderir, binlerce kimseye muntazam bir şekilde aylık verirlerdi.

ESİR ALINIP İSTANBUL’A GETİRİLMİŞTİ
Don Kişot yazarı cami inşaatında amele olarak çalıştı

Garip ama, Don Kişot yazarı diye meşhur İspanyol romancısı Cervantes de Kılıç Ali Paşa Camiinin inşaatında çalışmıştı. Ama amele olarak. Mimar Sinan’ın emrinde cami inşaatında çalışanların isimlerinin yazılı olduğu defterler vakıflar arşivinde bulundu ve içinde Cervantes’in de ismine rastlandı. Bu da câmi ile alakalı başka bir enteresan husustur. Romancı, Haçlı donanmasında askerdi. İnebahtı Harbi’nden İspanya’ya dönerken 1575 senesinde bindiği kadırga Osmanlı donanması tarafından kuşatıldı. Cervantes, Kılıç Ali Paşa’ya esir düştü. Birkaç sene İstanbul’da kalıp cami inşaatında da çalıştıktan sonra sahibi tarafından azat edildi. O da İspanya’ya döndü.



Ekrem Buğra Ekinci
10 Eylül 2008 Çarşamba
Kaynak; Türkiye Gazetesi

7.09.2008

Atatürk'ün sinema hatıraları

Atatürk kendi görüntüsü yok diye Kurtuluş Savaşı filmini yetiştiremeyenlere şöyle çıkışmıştı:
“Film çektiniz de oynamadım mı?”

İstanbul’un kurtuluşu sıralarıydı. Kemal Film’in sahibi Şakir Bey, kameraman Cezmi Ar’ın evine gitti: “Hemen hazırlan. Gazi İzmit’e gidiyormuş. Biz de filmini çekeceğiz” dedi.
Heyecan içinde yola koyuldular.
Sabah Mustafa Kemal Paşa’nın izlediği askeri geçit törenini kayda aldılar. Gazi’yi de çekmek istiyorlar ama söylemeye cesaret edemiyorlardı.
Cezmi Ar korkarak izin için haber yolladı.
Gazi az sonra kendisini yanına çağırdı:
“Çekinmeyin” dedi, “sinema sanatının icabatı ne ise söyleyin hemen tatbik edelim.”
Bunun üzerine cesaretlenen Cezmi Ar, hemen kamerasını kurdu ve Gazi’nin yakın plan filmini çekmeye başladı.
O anki duygularını sonradan şöyle anlatacaktı:
“Son derece fotojenikti. Kamera karşısında gayet rahat hareket ediyordu. Nihayet ‘Kafi mi’ diye sordu. ‘Kafi Paşam, sağolun’ dedim. Etrafımızda toplananlara hitaben,
‘-İlerde bugünleri göremeyenlere iyi bir ibret hatırası olur bu resmigeçit’ dedi.”
Öyle de oldu. Yıllar sonra bugün hâlâ her milli bayramda ekranlara yansıyan İzmit gezisine dair görüntüler, Cezmi Ar’ın kamerasından çıkmadır.

Savaş ve sinema
Savaş yeni bitmiş, şimdi kendini Türkiye’ye ve dünyaya anlatma savaşı başlamıştı. Ve Gazi bu savaşta en güçlü silahın sinema olduğunu keşfetmişti.
Nitekim sonradan kurtuluş savaşında TBMM Ordu Film Çekme Merkezi’nin çektiği filmleri bütün halkın izlemesini isteyecekti.
Erman Şener “Kurtuluş Savaşı ve Sinemamız” kitabında (Dizi Y.,1970) Kurtuluş Savaşı’yla ilgili ilk filmin yapımına 1922’de başlandığını yazar. Yani zafer kazanıldığı anda, zaferin filmi için de çalışma başlamıştır.
“Zafer Yollarında” adlı bu yapım savaş sırasında çekilen belge filmlerden kotarılmıştı. Bunlar yetmeyince Kurtuluş Savaşı’na dair kimi canlandırmalar yapılıp filme eklendi.
Film ancak 1934’te bitebildi. Ama Atatürk memnun kalmadı. Filmin genişletilmesini emretti.
Hemen bir komite kuruldu. Kemal Film’in savaş sırasında çektiği 47 haber filminden de yararlanılarak 3 kısımlık film,
12 kısma çıkarıldı.

“Çağırdınız da oynamadık mı?”
Atatürk 1937’de Nurettin Baransel’e filmi sordu.
“Henüz tamamlanamadı” dedi Baransel:
“Çünkü size ait sahnelerin çoğu hareketsiz resimlerden ibaret...”
Gazi kaşlarını çattı ve şöyle dedi:
“Ben hayattayım. Milli mücadeleye ait bütün evrakım, kılıcım, çizmem halihazırda mevcut olduğuna göre çağırdığınız anda bana düşen vazifeyi yapmadım mı? Böyle bir teklif karşısında kalsam memnuniyetle kabul eder, bir artist gibi filmde rol alır, hatıraları canlandırırdım. Bu, milli bir vazifedir. Çünkü Türk gençliğine bu mücadelenin nasıl kazanıldığını canlı olarak ispat etmek, hatıra bırakmak bu filmle mümkün olacaktır.”
Ama olmadı.
Kendi filminde oynamaya ömrü vefa etmedi.


MÜNİR HAYRİ EGELİ ANLATIYOR:

“Film yapmak teyyare uçurmak gibi teknik iştir. Sanat ateşi lazımdır, ama yetmez”
“Bir gün Atatürk beni Çankaya’ya çağırttı:
- Bir Amerikan film şirketinden mektup aldım. Bizim inkılabımıza dair bir film yapmak istiyorlar. Çok güzel. Ama bu, bizim işimiz olmalıdır. Sen bir senaryo düşün’ diye emir verdi.
‘-Bu senaryo benim hayatımla, mesela bir öğretmenin hayatını eşit olarak yürütmelidir’ dedi.
Bana bir kart uzattı. Senaryoyu dikte etmeye başladı.
Senaryo bittiği zaman ellerim tutulmuştu.
‘-Bunu derle, toparla, yaz’ dedi.
Hemen gittim, yazdım.
İki gün sonra, emri veçhile yaverine verdim.
Bir gün sonra üzerinde Atatürk’ün el yazısıyla bir zarf geldi. Senaryoyu okuyan Atatürk sayfa sayfa tashih etmiş, birçok yerlerini de uzun uzun ilave etmişti.
En sonunda ‘Tekrar göreceğim’ yazıyordu.
Senaryoyu yeniden işledim. Kendisine takdim ettim. Mareşal ve Afet Hanımefendi’ye de okutmuş. Recep Peker’e vermiş. Recep Bey beni çağırttı:
‘-Bu senaryonun film olması için ne lazım’ diye sordu.
Bir bütçe yaptım, verdim.
2-3 gün sonra Necip Ali Bey beni çağırttı:
‘-Yahu senin istediklerin yüz bin lira tutar, sen deli mi oldun’ dedi.
Akşam Çankaya’da Atatürk benden film hakkında izahat istedi.
‘Bunları temin edersek bu filmi yapabilir misin’ diye sordu.
Tereddütsüz ‘Yaparım’ dedim.
Atatürk, ‘Ben bu çocuğun nefis itimadına (özgüvenine) bayılıyorum’ dedi.
Sonra bana döndü:
‘-Film yapmak tayyare uçurmak gibi teknik bir hadisedir. Sanat ateşi lazımdır ama yetmez’ dedi.
Necip Ali’ye döndü:
‘-Münir Hayri’yi Almanya ve İtalya’ya göndereceğiz. Rejisörlük öğrenecek. Paranız, tahsisatınız yoksa ben veririm’ dedi.
3 gün içinde ben Atatürk’ün şahsi mektupları ile bu memleketlere hareket ettim. (..)
Almanya’dan, İtalya’dan, Rusya’dan ayrı ayrı ‘Rejisörlük edebilir’ belgeleriyle döndüğüm zaman Atatürk,
‘-Şimdi senaryoyu bir daha gözden geçirelim’ demiş ve çalışmaların sonunda düzeltilen senaryoya şu cümleyi koymuştu:
‘-Düzeltmelerden sonra iyi bir film olur.’
Ancak biz kendisinden bazı parçaları filme almakta iken Atatürk rahatsızlanmıştı.”
(Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, Berikan, 2001)

NİZAMETTİN NAZİF ANLATIYOR
“Susunuz! Film çeviriyoruz!”
Atatürk’le sinema serüvenine girişenlerden biri de Nizamettin Nazif’ti. “Bir Millet Uyanıyor”u yazdıktan sonra Atatürk’e ulaştırmıştı. Senaryonun onaylanmasını istemiş, sonra bir cesaret Atatürk’e de rol teklif etmişti.
Tedirginlik içinde bekliyordu.
Bir süre sonra Atatürk’ün senaryoyu beğendiği müjdesini alınca göklere uçtu. Ama dahası vardı:
Atatürk filmde şahsen rol almayı da kabul etmişti. Meclis’te okuyacağı nutku, Köşk’te film için tekrarlayacaktı.
Sonrasını Nizamettin Nazif’ten okuyalım:
“Atatürk Çankaya’da bizi kabul etti. Biraz izahat istedikten sonra fon olarak getirdiğimiz kara örtünün önüne geçti ve nutkunu irada başladı. Makine rahat rahat işliyor, şefin sesi çok rahat endegistre ediliyordu. Bu arada sol taraftaki bir kapının önünde bayan Afet, bir milletvekili ve General Kazım beliriverdi. Üçü de yüksek sesle konuşuyorlardı. Atatürk’ün yüzünde ani bir değişiklik oldu, onlara dönüp seslendi:
‘-Susunuz! Film çeviriyoruz. Salona gidiniz.’”

“Komedya mı oynuyoruz?”
Atatürk’ün siniri bozulmuştu bir kere... “Bırakalım” dedi. Filmcilerin ısrarıyla devam etti.
O sırada bahçıvanla birkaç kişi kapının yanında gülüşmeye başlamasın mı?
Atatürk bu kez gürledi:
“Ne o? Biz burada komedya mı oynuyoruz, yoksa bir devlet şefi gibi halka mütelaamızı mı bildiriyoruz. Bu ne terbiyesizliktir? Gülmeyiniz? Çekiliniz? Yıkılınız? Gidiniz?”
Sonra nutkunu tamamladı. Filmcileri uğurladı.

Nazım’ın korktuğu an
Öykünün devamı daha da ilginçtir:
Tepedelenlioğlu’nun aktardığına göre Cezmi Ar filmleri alıp hemen İstanbul’a döner. Film yıkanır. İpek Film stüdyosunda ilk kopyayı izleyenler arasında Ertuğrul Muhsin ve Nazım Hikmet de vardır.
Filmi izlerken eleştirmeye başlarlar:
“-Keşke başka açılardan da çekselerdi.”
”-Ses daha iyi olabilirdi” vs...
Tam onlar bu eleştirileri yaparken, izledikleri filmdeki Gazi gürlemeye başlar:
“Burada komedya mı oynuyoruz? Çekiliniz! Yıkılınız!”
Muhsin Ertuğrul’la Nazım donakalırlar.
“Eyvah canlandı, bize bağırıyor” diyerek salondan dışarı fırlarlar.
(Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, “Atatürk Film Çeviriyor”, Yeni Gün Dergisi, 6 Mayıs 1939)


Can Dündar
Kaynak; Milliyet

3.09.2008

Şamanlık din değil

Ayin kıyafetleri ile “trans” hale geçmiş şamanlar.

Eski Türklerin hangi dine mensup olduğunu kime sorsanız, alacağınız cevap umumiyetle Şamanlıktır. Halbuki Şamanlık bir din değildir. Her dinde görülebilecek bir tabiatüstü kuvvetler sistemidir.

TÜRK PEYGAMBER
Eski Türklerin benimsediği temel inanç ve amel esasları, İslâmiyet ile büyük bir benzerlik göstermektedir. Allah’ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği inancı nazara alınarak, Türklere de peygamberler gönderilmiştir.

Eski Türklerin hangi dine mensup olduğu, bugün bile tartışma konusudur. Bugün elde o devre ait yazılı metinler fazla bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu mevzuda birtakım yanlış kanaatlere varmak tabiîdir. Meselâ Oğuz boylarında bazı kuşlar ongun (uğur) olarak kabul edilir. Bu da bazılarını eski Türklerde totemizmin varlığı kanaatine sürüklemiştir. Halbuki totemizm, sadece bir hayvanı atası olarak tanımaktan, yani ona değer vermekten ibaret değildir. Bir inanç sistemi olarak sosyal ve hukukî cepheleri de vardır. Sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir. Bu bakımdan ongunların varlığını, eski Türklerde totemizm inancı ile izah etmek mümkün değildir.

KABİLE BÜYÜCÜLERİ
Birçok tarih kitabında, eski Türklerin Şaman dinine mensup oldukları yazar. Türkler, Tunguzca bir kelime olan şaman yerine kam kelimesini kullanırlardı. Kam, tabiatüstü kuvvetlerle temasa geçebilen insandır. Biraz bugünkü medyumlar gibi, kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer, yani kendilerinden geçerler. Normal insanların görüp işitmediği şeylerden, ruhlardan, cinlerden anlatırlar. Bunlar, din adamı olmaktan ziyade, birer kabîle büyücüsüdür. İslâmiyet öncesi Arabistan’daki kâhinlere benzer. Güyâ gelecekten haber verirler. Hastaları iyileştirirler. Ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında konuşurlar. Bu büyücülere olan inancı din gibi görmek meseleyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Aslında Şamanlık müstakil bir din değildir. Sonradan dinlere karışmış tabiatüstü kuvvetler sistemidir. Bu bakımdan Şamanlık, her dinde bulunabilir. Orhun Kitabelerinde bir defa olsun kam kelimesi geçmemektedir.
Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre eski Türkler tek bir yaratıcıya inanmaktaydı. Ona sıfatlarına göre Çalap, Ogan, Bayat, Ülgen gibi isimler verirlerdi. Bu kelimeler İslâmiyetten sonra da Allah için kullanılmıştır. Çalap, yaratıcı, rahman; ogan, kudretli; bayat, hiçbir şeye muhtaç olmayan (ganî); ülgen, ululuk gibi ilahî sıfatları karşılar. Kutadgu Bilig’de, hatta Anadolu edebiyatında bu isimlere çokça rastlanır. Çelebi sözü, çalaptan gelir. Nasıl Allah rahman sıfatı ile dünyadaki bütün insanlara acıyıp aynı muameleyi yapıyorsa; çelebi denilen kimseler de Allah’ın Çalap sıfatıyla ahlâklanmış olarak, dost-düşman ayırmadan herkese iyi davranan kişi demektir.
Eski Türkler, bir yaratıcının iradesinin üstünlüğüne inanır, her işte onun rızâsını düşünürlerdi. Kadere inanırlar; Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya “Göklerin Tanrısı” ve “İhtişamlı Tanrı” mânâsına, Gök-Tanrı denildiği de olurdu. Eski Türkçede gök, aynı zamanda ihtişamı ifade eder. Tengri, yani tanyeri kelimesinin muharrefidir. Bu sebeple Türklerin tanrısının gökyüzü olduğunu söyleyenler olmuştur. Halbuki Orhun Kitâbelerinde; “Üstte mavi gök, altta yağız yer yarattıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” denilerek bunların mahlûk oldukları açıkça ifade edilmiştir. Yine onların “Tanrı yapar, Tanrı yaşar” inancına göre Tanrı mahlûk değil, hâlıktır, yaratandır. Nitekim Orhun kitâbelerinde geçen ifadeler, bunu çok açık ve kat’î şekilde göstermektedir.

TEK YARATICIYA İBADET
Türkler Müslüman olmadan çok önce, Âsurlular Türkistan’a girerek, sınıra yakın bölgelerdeki Türkleri, kendileri gibi güneşe, yıldızlara tapınmağa alıştırmıştı. Tanyeri ağarınca, güneşe dönerek ibâdet ederlerdi. Bu sebepten, güneşin ismi, tanyeri, tengri ve nihayet tanrı şeklini aldı. Tanyeri, eski Türklerin mabudu değil, kıblesi idi. Tanrı kelimesi, son zamanlarda Allah lafzının yerine ikame edilmeye çalışılmışsa da, tutmamıştır. Çünkü bu tabir eskiden ilah mânâsına kullanılırdı.

Eski Türklerde zinâ etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak, düşmanları bile olsa başka bir kimseyi aldatmak, zulüm etmek, hırsızlık yapmak, domuz beslemek ve etini yemek gibi hususlar büyük suç olarak kabul edilirdi. İşleyenler çok ağır cezâlara çarptırılırdı. Bunlar ise ancak bir dinî/ahlâkî sistemin mahsulü olabilir. Eski Türklerin benimsediği temel inanç ve amel esasları, İslâmiyet ile büyük bir benzerlik göstermektedir. Allah’ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği inancı nazara alınarak, Türklere de peygamberler gönderilmiş olması mümkündür. Bu peygamberler, insanlara inanç, amel ve ahlâk esaslarını bildirmiş olmalıdır. Eski Türklerde, Çalap (Allah), uçmağ (Cennet), tamu (Cehennem), yükünç (secde, namaz), uluğ-gün (kıyâmet), yek (şeytan), yazuk (günah) gibi dinî tabirler vardır. Bunların her birinin karşılığı İslâm dininde de görülür.


İslâmiyet, Budizmi sildi

Göktürklerin ilk yıllarında Budistler onların ülkelerinde mâbedler kurmaya ve taraftar toplamaya başlamışlardı. Ancak Türk beyleri bu işe karşı çıktı. Müslümanlık karşısında da Budizm siliniverdi.

Eski Türk dinine, sonradan hükümdarlar veya din adamları eliyle birtakım değişiklikler ve hurâfeler katıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim tarih kaynaklarında, Asurluların güneşe ve yıldızlara tapınmayı, bir ara hâkimiyetleri altındaki Türklere empoze ettikleri söylenmektedir.
Göktürklerin ilk yıllarında Budistler onların ülkelerinde mâbedler kurmaya ve taraftar toplamaya başlamışlardı. Hatta Taba Kağan (572-581) Budist rahiplerine ve onların mâbedlerine değer vermeye başlayınca, Türk beyleri bu işe karşı çıktı. Budizm, X. asırda bir ara Güney Uygurları arasında dar bir çevrede yayıldı. Ancak bunların da Budizm’e bağlılığı sathî oldu. Müslümanlık karşısında Budizm siliniverdi. Bugün Sibirya’da yaşayan Türkler’in bir kısmı Budisttir. Türk tarihçileri, Budizmin, Türkler arasında yayılmamış olmasını, Türklerin tarihte oynadıkları ve oynayacakları roller bakımından, çok müsbet karşılarlar. Hayatî bir din olmayan Buda dininin, yayıldığı ülkeler halkı arasında menfi bir tesir yaptığını söyleyerek Tibetlileri örnek verirler. Nitekim Bilge Kağan, Tao dininin ve Budizm’in Türkler arasında yayılmasına göz yumunca, vezir Bilge Tonyukuk buna karşı gelerek, bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını söylemiştir.

MANİ DİNİ, BUDİZM’E MÂNİ
Zerdüşt dini, İslâmiyet’in zuhurundan önce, Batı Türkistan’da, bilhassa Buhârâ havâlisinde bir ara yayılmıştır. Müslümanlar Buhârâ’yı zaptettikten sonra Zerdüşt dininin âkıbeti de Budizm gibi oldu. Ancak bu dinin Nevruz ve Mehrican gibi iki bayramı, buradaki bazı Türk toplulukları arasında zayıf da olsa mevcudiyetini muhafaza etti.

Zerdüşt ve Hıristiyan dininin bir karışımı olan Mani dini, vaktiyle bütün Roma ülkesinde yayılmıştı. İlk defa bir Uygur hükümdarı Böğü Kağan (759-779) Tibet Seferi sırasında Mani dinini kabul etti. Halkı bu dine çevirmeleri için yanında Mani râhipleri getirdi. Uygur Devleti böylece resmen Mani dinine girdi. Ancak İslâmiyetin zuhuruyla, zaten sathî olarak benimsenmiş olan Mani dini silinmiş gitmiştir. Türk tarihçilere göre, Mani dininin eski Türkler arasında yayılması, Budizmin fazla yayılmasına engel teşkil ederek Türklük açısından tarihî bir hizmet görmüştür.

BENLİĞİ KORUMANIN YOLU
Avrupa’ya giden Türklerden Doğu Avrupa ve Rusya’da imparatorluk kuran Hazarlar, Yahûdî dinine girmişti. Ancak bu din, hânedan, saray halkı ve devlet ricâli dışında fazla yayılma imkânı bulamadı. Bugün Ukrayna başta olmak üzere Doğu Avrupa’da yaşayan yüz bin civarındaki Karai mezhebinden Yahudî vardır. Bunların bir kısmını bu Hazar bakiyesi halklar teşkil eder. Karailerden Türk asıllı olanların haylisi, Kırım, Rus hâkimiyetine geçtikten sonra, Osmanlı ülkesine göçtü; bir kısmı da Müslüman oldu.

Moğolistan’da yaşayan Türkler arasında bir ara Hıristiyanlığın Nasturî mezhebi yayılmaya başladı ise de, uzun ömürlü olmadı. Nitekim Moğolların meşhur hanlarından Hülâgu’nun zevcesi, Nastûrî idi. Avrupa’daki Türk kavimleri (Bulgar, Avar, Peçenek, Kuman ve Hun bakiyeleri) yerli kızlarla evlenip Hıristiyanlaştılar. Zamanla dillerini ve millî şuurlarını da kaybettiler. Sadece Gagavuzlar, çok geç tarihlerde bu dine girdikleri için dil ve benliklerini bir mikdar koruyabilmiştir. Gagavuzlar, Müslümanlıktan evvel Anadolu’ya gelip Bizans hizmetine girerek Hıristiyan olan ve Balkanlara geçip bugünkü yurtları Moldavya’ya yerleşen Oğuz Türklerinin soyundandır.

KİTABELERDE GEÇMİYOR
Orta Asya’daki Türk tarihi hakkında önemli ipuçları veren Orhun Kitabelerinde bir defa olsun şaman (kam) kelimesi geçmez.


Oğuz Han, Zülkarneyn mi?

İslâmiyetten sonra kaleme alınan hemen bütün kaynaklarda, Oğuz Han Müslüman olarak kabul edilir. Hatta Oğuz Han’ı Zülkarneyn olarak kabul eden müfessirler bile vardır.

Eski Türk destanlarında, meselâ Oğuz Han destanında bazı İslâmî motifler açıkça görülür. Modern araştırmacılar, bunların Türkler Müslüman olduktan sonra bu destana ilâve edildiği görüşündedir. Halbuki Müslüman Türk müellifleri, eski Türklerin dinini İslâmiyetten ayrı bir din olarak görmez. Nitekim İslâm kültüründe, Hazret-i Âdem’den bu yana gelen bütün peygamberlerin, aynı inanç esaslarını, dolayısıyla aynı dini telkin ettiğine, sadece amel esaslarının farklı olabileceğine inanılır.

Müslüman kelimesi sadece Hazret-i Muhammed’in dininde olan demek değildir. Hazret-i Muhammed’den önce gelmiş peygamberlere iman edenlere de Müslüman denirdi. Dolayısıyla Oğuz Han’ın müminliği, Oğuz Han destanında da Müslümanlık motiflerinin bulunması bu telâkki çerçevesinde değerlendirilebilir. İslâmiyetten sonra rivâyet olunan ve kaleme alınan hemen bütün kaynaklarda, Oğuz Han Müslüman olarak kabul edilir. Bu kaynaklarda, babasıyla mücadelesinin ve evlendiği hanımlara yaklaşmamasının, hep inancından kaynaklandığı bildirilir. Hatta Müslüman müfessirler arasında (Vânî Mehmed Efendi gibi) Oğuz Han’ı Kur’an-ı kerîmde adı geçen Zülkarneyn olarak kabul edenler bile vardır. Şurası tarihçilerce de kabul edilir ki, ecnebilerin Mete dediği Oğuz Han, babası Teoman ile imanı uğrunda mücadele etmiş ve galip gelmiştir.

Ekrem Buğra Ekinci
03 Eylül 2008 Çarşamba
Kaynak; Türkiye Gazetesi