27.01.2009

DALMAÇYA’DA BİR OSMANLI İSTİHBARAT MERKEZİ DUBROVNİK


8 ASIRDIR DEĞİŞMEYEN MİMARİ
Asırlar önce Ragusa adası ile Dubrava (meşelik) arasındaki bataklık kurutularak teşekkül eden Dubrovnik’e 7. asırda Avarlardan kaçan Romalılar yerleşti. Daha sonra Slav mülteciler geldi. Bugün 50 bin kişinin yaşadığı şehir, dağ eteklerinden denize uzanmış bir burunda yer alır. Surlarıyla övünürler. Motorlu vasıta sokulmayan şehrin mimarisi sekiz asırdır hiç değişmemiştir. Meyve bahçeleri ve her sene düzenlenen sanat faaliyetleri ile ecnebilerin çok alâkasını çeker.


Adriyatik sahilinde bugün Hırvatistan’a ait şirin bir şehir vardır. Her sene turistlerin akın ettiği bu şehre İtalyanlar Ragusa, Hırvatlar Dubrovnik diyorlar. Dubrava, Slavca meşe korusu demektir. Burası asırlarca Osmanlı Devleti’nin mümtaz bir eyaleti idi.
Resmî adıyla Communita di Ragusi, Dalmaçya sahilinde ticarette öne çıkmış yüzelli millik arazisi olan küçük bir knezlik (beylik) idi. İslavların, müstakil prens veya dükalarına knez denirdi. Zaman zaman Venedik ve Bizans arasında el değiştiren şehir devleti, daha Sultan Orhan Gazi zamanında 1365 yılında Osmanlı hâkimiyetini tanımıştı. Daha önceleri Sırp Kralı’na vergi verirlerdi. Bu krallık parçalanınca Hersek Dükası bu vergiyi almak üzere şehre saldırınca, karşısında Osmanlıları buldu. Osmanlılar, düşman olan Venedik’ten ayırmak üzere buraya Dobrovenedik (=İyi Venedik) dediler.

CEZA OLARAK VERGİYE ZAM
Şehir tüccarına Osmanlı şehirlerinde ticaret serbestisi verildi. Ayrıca şehrin Slavlara ve Bizans’a karşı korunması taahhüt edildi. Karşılığında Osmanlı hazinesine senelik 500 düka altını ödeyecekti. Önceleri çok fakirdi. Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra Venedik mallarının geçiş yeri hâline gelerek çok zenginleşti. 1444 Varna Muharebesi’nde tazyike dayanamayıp Haçlılara kadırga verdiği için ceza olarak vergisi arttırılıp 1000 dükaya çıkarıldı. 1478 tarihli bir fermanla şehir tüccarından gümrük alınmayacağı ve şehrin senelik 12.500 düka vergi ödeyeceği bildirildi.
Osmanlılar, beyliğin idaresine karışmadılar. Şehri, 12 kişilik bir meclis idare eder; knezleri, bu meclis kendi arasından seçerdi. İki Dobrovenedik sefiri her sene İstanbul’a gelirdi. Vergi ve hediyeleri takdim ederdi. Padişah tarafından kabul olunup kendilerine hil’at giydirilirdi. Ertesi sene yeni sefir gelene kadar misafir edilirdi. Bu müddet daha sonraları üç seneye çıkarıldı.
Ülkede Osmanlı askeri bulunmazdı. Aynı zamanda Osmanlı Devleti lehinde istihbarat ve casusluk faaliyetlerinin merkezi idi. Dobrovenedikli tacirler, gezip dolaştıkları Alman, İspanyol ve İtalyan şehirlerinde görüp işittiklerini Osmanlılara muntazaman haber verirdi. Şehrin ticaret ağı, Hindistan, hatta Amerika’ya kadar uzanıyordu.

HAYAL OLAN GÜZEL GÜNLER
Dobrovenedik, Osmanlı Devleti ile sadece vergi ödemekten ibaret bir münasebet içinde olduğundan dolayı, aslında mümtaz bir eyâletten çok, tâbi bir memlekete benzer. Ancak ödediği vergi resmen cizyedir. Bu sebeple hukuken Osmanlı eyâletlerinden sayılmıştır.
1808’de Fransızların işgal ettiği şehir, 1815 yılında Avusturya’ya verildi. Osmanlılar zamanında beş asırdır devam eden muhtariyeti derhal kaldırıldı. Sıradan bir şehir hâline getirildi. 1918’de Yugoslavya’ya, yakın zamanda bunun parçalanmasından sonra da Hırvatistan’a düştü. Eski parlak günlerini bir daha ele geçmemek üzere kaybetti. Dubrovnik halkı, hâlâ Osmanlılar zamanında yaşadıkları serbest ve zengin hayatı hasretle yâd eder.


GÜNÜBİRLİK KALE KUMANDANI
XVII. asır sonlarında İstanbul’daki İngiliz sefaret heyetinde bulunan Ricaut’nun anlattığına göre, Dobrovenedik’te knez seçimleri çok enteresandır: “Bu seçimler dünyada benzeri olmayacak kadar itimatsızlık üzerine kurulmuştur. Knez bir aylığına; diğer yüksek memurlar bir haftalığına seçilir. Kale kumandanı ise her akşam değişir. Senato akşam, önceden haberi olmadan, meselâ sokaktan geçen bir adamı kumandan tayin eder. Gözüne bir mendil bağlanıp, muhafız nezâretine kaleye getirilir. Hiç kimse o akşam kimin kumandan olacağını bilemez. Bu sayede şehri düşmana teslim etmek üzere tertiplenen komplolar suya düşmeye mahkûmdur”.


Ekrem Buğra Ekinci
ekrem.ekinci@tg.com.tr
21 Ocak 2009 Çarşamba
Kaynak; Türkiye Gazetesi

Cam - Tavan Sendromu

Bilim adamları pirelerin farklı yükseklikte zıplayabildiklerini görür.Birkaçını toplayıp 30 cm yüksekliğindeki bir cam fanusun içine koyarlar. Metal zemin ısıtılır. Sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayarak kaçmaya çalışır ama başlarını tavandaki cama çarparak düşer. Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplar, tekrar başlarını cama vururlar.

Pireler camın ne oldugunu bilmediklerinden, kendilerini neyin engellediğini anlamakta zorluk çeker.

Defalarca kafalarını cama vuran pireler sonunda o zeminde 30 santimden fazla zıplamamayı öğrenir.

Artık hepsinin 30 cm zıpladığı görülünce deneyin ikinci aşamasına geçilir ve tavandaki cam kaldırılır.

Zemin tekrar ısıtılır. Tüm pireler eşit yükseklikte, 30 cm zıplar! Üzerlerinde cam engeli yoktur, daha yükseğe zıplama imkanları vardır ama buna hiç cesaret edemezler.

Kafalarını cama vura vura öğrendikleri bu sınırlayıcı "hayat dersi" ne sadık halde yasarlar.
Pirelerin isterlerse kaçm a imkanları vardır ama kaçamazlar.

Çünkü engel artık zihinlerindedir. Onları sınırlayan dış engel kalkmıştır ama kafalarındaki iç engel halen varlığını sürdürmektedir.

Bu deney canlıların neyi başaramayacaklarını nasıl öğrendiklerini gösterir. Buna "cam tavan sendromu" denir. Bir insanın gelebileceğine inandığı en üst nokta, onun cam tavanıdır.
Cam tavanınız hayallerinizin tavan yüksekliğini gösterir. Yapabileceğin, yapabileceğini düşündüğün kadardır.