30.08.2008

Önemli birçok destan ağustos ayında yazıldı

Tarihimizde her aya rastlayan zaferlerimiz vardır. Ancak Malazgirt, Otlukbeli, Çaldıran, Merc-i Dâbık, Mohaç, Vâdi’s-Seyl ve Başkumandan Meydan Muharebesi gibi devletin istikametine yön veren önemli zaferler, Ağustos ayında yaşanmıştır.

Ağustosun Türk’ün millî zaferler kazandığı ay olduğunu, tarih okuyucuları keşfetti. 1960’larda... Daha önceleri böyle bir söze tesadüf etmedim. Üst üste sorular karşısında kaldığımı hatırlıyorum. Cevabım şudur: Türk milleti, devletine gereken zaferler hangi mevsime, aya güne isabet ediyorsa, kazanır. Ama Osmanlı zaferlerinin bir nisbette ağustos ayında yoğunlaştığı doğrudur. Bunun, ordularımızın padişah başkomutanlığında İstanbul’dan hareketi ve savaş alanına ulaşması tarihleri ile ilgisi vardır.
Her neyse... Her aya rastlayan zaferlerimiz vardır. Ağustosa isabet eden en büyük meydan muharebelerimizi hatırlatmak istiyorum:


MALAZGİRT
26 Ağustos 1071... Bize bu topraklarda, bu coğrafyada yaşamak nimetini bahşeden zaferler zaferi... Türk hâkanı Selçukoğlu Sultan Alp Arslan, en kudretli ve medenî Hristiyan devleti olan Bizans (Doğu Roma) ordusunu birkaç saat içinde dağıttı. İmparator, esir düştü. 3 yıl sonra taht şehri İznik olmak üzere Türkiye Devleti kuruldu 1074. Alp Arslan’ın Anadolu işleri askerî uzmanı amca oğlu Kutalmışoğlu Birinci Sultan Süleyman-Şâh, Anadolu Fâtihi ve Türkiye devletinin ilk başkanıdır. Öylesine Türk bir devlet kuruldu ki 1090’lı yıllarda artık bu Selçuklu devletine Avrupa’da Turchia (Türkiye) denmeye başlandı. Osmanlı Cihan Devleti’nin uzak temelleri; hâkanımız Süleyman-Şâh, ordusu ile Üsküdar’a gelip Ayasofya kubbesini seyrettiği zaman atıldı.

OTLUKBELİ
11 Ağustos 1473... Erzincan yakınlarındayız. Gerçi aynı dilin aynı lehçesini konuşan, ikisi de Sünnî Hanefî iki Türk devleti arasında geçti. Ama Türkmen padişahı Akkoyunlu Uzun Hasan Bey’in, İran, Irak, Kafkasya, Doğu Anadolu’dan sonra Anadolu’yu Osmanlı’dan alıp Balkan topraklarını Avrupa devletlerine vaad etmesi (yani Türkiye devletinin sonu) dehşetli ve akıldan mahrum projesi akim kaldı. Uzun Hasan Pâdişâh’ın baş çektiği tamamen yakını Hristiyan 25 devletin koalisyonuna karşı Fâtih Sultan Mehmed, Osmanlı’yı savundu. Koalisyonu 16 yıl savaşarak mahvetti. Cihan devletinin temelleri artık atılmış, ilk kat bile şekillenmişti.

ÇALDIRAN
23 Ağustos 1514... Uzun Hasan’ın torunu Şâh İsmâil, üstelik yepyeni bir din (Şîa-i İsnâ-Aşeriyye) kurarak, dedesinin hayallerini gerçekleştirmek, Timur’un 1402’de Osmanlı’ya yapabildiğini tekrarlamak istedi. Osmanlı’dan sonra dünyanın 2. güçlü devletine sahipti: Taşkent’ten Diyarbekir’e kadar uzanan o çağda Türkmen Devleti denen bir İran imparatorluğu...
Güney Azerbaycan’ın Çaldıran sahrâsında (Çaldıran ilçemizde değil!) Yavuz Sultan Selim, Sünnî İran’ı kan ve ateşle Şîî’leştirdikten sonra Anadolu’ya musallat olan, bu yaman, Türk’ü ortasından ikiye bölmeye azimli düşmanı, büyükbabası Fâtih, Şâh’ın dedesi Uzun Hasan’a ne yaptı ise, tekrarladı. Zafer kesindi. Türkmen imparatorluğunun taht şehri Tebrîz’e girildi. Ama büyük fedakârlıkla kazanıldı. Varşova Fâtihi Malkoçoğlu Gazi Büyük Balı Paşa’nın akıncı tümen komutanları olan sultan-zâde (padişah yeğeni) iki genç oğlu, Sofya beyi Tur-Ali Bey ile kardeşi Silistre beyi Ali Bey’in birkaç dakika ara ile vurularak gözleri önünde şehit düşünce, dayıları Yavuz Sultan Selim’in nasıl ağladığını Tâcü’t-Tevârîh’te Hoca Sâdeddîn Efendi’nin destânî üslûbundan okuduğum zaman 15 yaşımda idim, ben de ağladım.

MERC-İ DÂBIK
24 Ağustos 1516... Çaldıran’dan tam 2 yıl, 2 gün sonra... Çaldıran’da Diyâr-ı Acem’i râm eden Yavuz Sultan Selim, Diyâr-ı Arab’a ayak basıyor. Çaldıran’daki gibi gene ayni dili konuşan, ayni mezhepteki iki Türk ordusu arasında geçiyor. Ertesi gün büyük Türk beldesi Haleb’deki Sultan Selim, halîfe unvanı ve görevini, yanındaki Abbâsî Halîfesi’nden devralıyor. Cezâyir’den Yemen’e kadar Arap ülkeleri, büyük cihangirin elinin altındadır. Resmî adı Türk devleti (ed-Devleti’t Türkiyye) olan Mısır-Suriye Türk Memlûk İmparatorluğu, Osmanlı ve Safevî İran’dan sonra dünyanın en güçlü devletidir. Araplar’la hiç savaşmadan kocaman Arap ülkelerini İstanbul’a bağlayıveriyoruz. Bir Arap devletini yıktığımız falan yok.

MOHAÇ
29 Ağustos 1526... Merc-i Dâbık’tan 10 yıl, 6 gün sonra... Yavuz Sultan Selîm’in oğlu Kaanunî Sultan Süleyman, Mohaç sahrâsındadır. 2 saat süren tek meydan muharebesi... Ve sınırları bugünkünün dört misli olan kudretli Katolik krallığı Macaristan devletinin sonu... Macaristan Fâtihi, 13 gün sonra, tek kurşun atmadan Budapeşte’ye giriyor.

VÂDİ’S-SEYL
4 Ağustos 1578... Fas kuzeyinde Vâdi’s-Seyl’deyiz. Osmanlı amirali Gazi Ramazan Paşa, 80.000 asker ve 360 topla Fas’a çıkan İspanya-Portekiz ordusunu mahvetti. Portekiz Kralı ölüler arasında idi. Sinan Reis de İspanyol-Portekiz armadasını bozdu. 16. yüzyılın en büyük meydan muharebelerinden biridir. Portekiz bağımsızlığını muhafaza edemeyerek İspanya’ya katıldı. Bu suretle yüz yıldan beri Hind Okyanusu’nda sürüp giden yoğun Osmanlı-Portekiz mücadelesinin sonu, bambaşka bir coğrafyada, Fas’ta alındı. Stratejik savaşlar böyledir. Osmanlı bütünlüğü, ‘Eski Dünya’yı oluşturan 3 kıt’ada kesinlik kazandı.

BAŞKUMANDAN MEYDAN MUHAREBESİ
30 Ağustos 1922... Yunan ordusu Dumlupınar’da yok edildi. İzmir, Bursa düşmandan geri alındı. Osmanlı generallerinin kazandığı son meydan muharebesidir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni doğurdu.
Dumlupınar meydan muharebesinin muzaffer başkomutanı Müşîr Gazi Mustafa Kemal Paşa, bütün imparatorluk taht şehirlerimizi, merkezlerimizi, düşmandan geri aldı; İzmir, Bursa, Edirne, İstanbul... Ankara’ya döndü. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin -kendi ifadesiyle- huzuruna çıktı.

Öyle ya... Her şeyini Yüce Meclis’e borçlu idi. Ve Yüce Meclis, milletimizin tek ve mutlak temsilcisi idi, bütün meşruiyetlerin kaynağı idi. Artık hâkan-halîfenin yetkileri de onda idi.
Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reîsi sıfatıyla Türkiye Devleti’nin başkanı idi. Cumhurbaşkanı sıfatını kazanmasına daha bir yıldan fazla zaman vardı.

Yüce Meclis, İstanbul yerine Ankara’da toplanınca, hemen aynı gün, milletvekili üyesi Mustafa Kemal Paşa’yı reîs (başkan) seçmişti. Büyük Zafer’den iki buçuk yıl önce... Bu iki buçuk yıl içinde Türk milleti, Millî Mücadele’sini yapmış, zaferle tamamlamıştı. Gene bu müddet içinde başkanı olan Mustafa Kemal Paşa’ya müşîr (mareşal) en yüksek askerî rütbesi ile Gazi şeref unvanını vermişti ve devletin başkumandanı seçmişti. 1934 sonunda Atatürk soyadını alıncaya kadar Kemal Paşa, kısaca ve sadece Gazi diye anılmıştır.

Malazgirt’i teyid eden, Malazgirt’te kazandığımızın bizden ebediyen alınmayacağını kanıtlayan Dumlupınar Başkumandan Meydan Muharebesi’nin muzaffer komutanı, İzmir’e girdikten, biraz dolaştıktan sonra, henüz “geçici” devlet merkezi Ankara’ya geldi. Meclis’in huzuruna çıktı:
“Meclisimizin civanmerd ve kahraman ordularının başında, bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirdim” dedi.

Paşamız, iki yıl önce İzmir’e girseydi, Melis’e değil padişaha “emirlerinizi yerine getirdim” diyecekti.

Yepyeni bir Türkiye doğdu. Osmanlı, mâşerî dehâsının son zerrelerini esirgememişti. Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturduktan sonra sahneden silinmişti.

Kahraman ordularımızı, silâhlı kuvvetlerimizi, bu büyük bayramlarında kutluyoruz. Nice bayramlara... 100 ve 1000 yıl sonra da bir arada olalım...


Yılmaz Öztuna

30 Ağustos 2008
Kaynak; Türkiye Gazetesi

Yine Selçuklulara dâir...

Melikşâh, devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün Îrân’ı, Arabistân’ı, Sûriye ve Filistîn’i idâresi altına aldı. Anadolu’nun fethi üzerinde hassâsiyetle durup, babasının vazîfelendirdiği amcaoğlu Kutalmışoğlu Süleymân Şâh ve Türkmen beylerinden Alp İlig, Artuk Bey, Mansûr, Dolat gibi komutanlarla fütûhatı sürdürdü. Selçûklu kumandânları, Bizans’ın Türklere karşı kurduğu “Ölmezler” adlı askerî birlikleri mağlûp ettiler. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini 1074’te Sapanca çevresinde mağlûp ederek, 100.000’den fazla Türk’ü, İzmit’ten Üsküdâr’a kadar olan sahaya yerleştirdi.

Kutalmışoğlu Süleymân Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını fethetmekle meşgûldü. Fırât’ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa’ya dağılan Ermeni ve ücretli Frank askerlerini Antakya’da; Gümüştigin de Nizip, Âmid ve Urfa civârında Bizans kuvvetlerini mağlûp ettiler.

Artuk Bey, Sultân Melikşâh’ın emriyle Doğu harekâtını idâre etti. 1074-1077 seneleri arasında Sivas, Tokat, Çorum havâlisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Beyden sonra yerine Danişmend Gâzi geçerek, Amasya ve civârını Karadeniz’e kadar aldı. Mengücük Gâzî, Şarkî Karahisâr, Erzincân ve Divriği havâlîsini; Ebü’l-Kâsım da, Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti.

Orta, Kuzey-batı ve Batı harekâtını Süleymân Şâh idâre edip, Bizanslılarla mücâdele ve onların âsî kumandânlarıyla ittifâk yaptı. Bizanslılar, Balkanlar’daki iktidâr mücâdelesi ve iç hâdiseler üzerine Selçûklulardan yardım istediler. Yardım talepleri Selçûkluların menfaatleri doğrultusunda karşılandı. Süleymân Şâh, İznik’e yerleşerek, bu şehri Türkiye Selçûkluları Devletinin merkezi yaptı. Selçûklular, Anadolu’da sâhil şehirleri dışında Toroslar ve Çukurova’dan Üsküdâr’a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar Çin’e elçilik hey’eti göndererek, Selçûkluların doğudan tazyîk edilmesini istediler. Ancak mürâcaatları netîcesiz kaldı.

Diyârbekir bölgesinin fethi için Selçûklu seferleri, Fahrüd-devle Cüheyr’in İsfehân’a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki Karmatîlerin yola sokulması için hareket eden Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle berâber Diyârbekir’e doğru yola çıktı.

Fahrüd-devle’nin kumandânlığındaki birlikler, çevredeki Mârdîn, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdiler. Diyârbekir, Fahrüd-devle’nin oğlu Zaîmüd-devle ve emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085’te şehre girmesiyle düştü ve Mervânîler Devleti ortadan kalktı.
Mûsul’un fethine memûr edilen Aksungur ve diğer Türkmen emîrleri şehre harpsiz girdiler. Fethi müteâkip Mûsul’a gelen Melikşâh, büyük bir merâsimle karşılandı. Mûsul emîrliğine Şerefüd-devle’yi ta’yîn etti.

Sultan Alparslan zamânından beri Sûriye ve daha güneye yürüyen meşhur Selçûklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşâh zamânında da sürdürdü. Uzun süre muhâsara ettiği Dimaşk’ı 1076 Martında Selçûklu topraklarına kattı. Dimaşk’ın alınmasından sonra, Cumâ hutbesini Halîfe Muktedî ve Sultân Melikşâh adına okuttu. Daha sonra Selçûklu Devletinin “Fâtımî Devletinin ortadan kaldırılması” politikasına uygun olarak, Mısır’a doğru sefere devâm etti. Fakat muvaffak olamadı ve başarısızlığı Sûriye emîrliğinden alınmasına sebep oldu. Yerine Melikşâh’ın kardeşi Tâcüd-devle Tutuş getirildi.

Sultân Melikşâh, kardeşi Tutuş ile Kutalmışoğlu Süleymân Şâhın mücâdelesi üzerine 1086’da İsfehân’dan hareket ederek Sûriye’de âsâyîşi yeniden tesîs etti. Haleb vâlîliğini Aksungur’a, Urfa’yı Bozan’a, Antakya’yı da Yağısıyan’a verdi.

1087 senesinde Sultân Melikşâh, Süveydiye kıyılarından Akdeniz’e ulaştı. Böylece Uzak Doğudan Orta Doğuya kadar hâkimiyet kurdu. Dönüşte hilâfet merkezi olan Bağdâd’ı ziyâret etti. Halife Muktedî tarafından kendisine iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087’de “Dünyâ hükümdârı” i’lân edildi.

Selçûkluların İslâma ve insanlığa hizmeti sâyesinde kısa zamanda genişlemesi, düşmânlarını hızlı bir faâliyet içine soktu. Bizanslılar ve sapık fırkalara karşı mücâdele eden âlim ve kumandânlar sûikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçûkluların meşhûr vezîri Nizâmül-mülk, Hasan Sabbâh’ın fedâîlerinden bir bâtınî tarafından; arkasından Sultân Melikşâh Bağdâd’da zehirlenerek şehîd edildiler...

Ahmed Doğrusözlü
30 Ağustos 2008 Cumartesi
Kaynak; Türkiye Gazetesi

27.08.2008

Milletimizin başarı sırrı hürmette gizli

Eski Türklerde hükümdarın iktidarını ALLAH'tan aldığına inanılırdı.

Türkler her zaman geleneklere hürmetkardır. Bu prensip, asırlarca hem devletleri, hem cemiyetleri ayakta ve hayatta tutmuştur. Bu zamanlardan kalma nice hükümler, Türkler Müslüman olduktan sonra da tesirini devam ettirmiştir. Selçuklu, hatta Osmanlı devlet idaresinde bile, eski Türk devlet geleneğinin mühim izleri görülür.

BOZKURT DESTANI
Bozkurt, eski Türk efsânelerinde çokça geçer. Oğuz destanında, Oğuz Han’ın çadırına giren bir ışığın içinden gök renkli gök yeleli bir bozkurt çıktığı ve seferlerinde ona kılavuzluk ettiği anlatılır. Göktürklerin “Bozkurt Destanı”na göre, düşmanlar tarafından ailesi öldürülerek ormana terk edilen Göktürk prenslerinden birini, dişi bir kurt emzirerek büyütmüştür.

Türklerin en bâriz hususiyetlerinden biri kuvvetli bir teşkilâtçılık kâbiliyetine sahip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat da onları hürriyete, istiklâle alıştırdığı için, hiçbir zaman devletsiz kalmamışlardır. Türklerin bilinen 3000 yıllık tarihlerinde istiklâllerini kaybettikleri bir devreye hemen hemen rastlanmaz. Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur.

ALLAH’TAN KUT ALMIŞ KİŞİ
Eski Türklerde, devleti hükümdar idare eder. Bunlara “Tanhu, Kağan, Hakan, Han, Yabgu, İlteber” gibi çeşitli isimler verilir. Hunlar ve Tabgaçların yabgu dedikleri hükümdara, Avarlar Moğolca kağan derdi. Bu isim hakan ve han, hâlini almıştır. Hakanın, asıl adından başka, tahta çıktıktan sonra aldığı bir isim daha vardır. Sözgelişi Göktürk hükümdarı Kutluk Kağan’ın, tahta çıktıktan sonra aldığı isim İlteriş’tir. Osmanlılarda Yıldırım, Fatih, Yavuz, Kanunî, Adlî gibi lakap ve mahlaslar, bu geleneğin devamı gibidir.

Halk, hakanın, siyasî hâkimiyetini Allah’tan aldığına inanır. Ancak Allah’ın irade ettiği, seçtiği, yardım ettiği kimse hükümdar olabilir. Allah’tan gelen siyasî hâkimiyete, kut denir. Hakan olan kimse, Allah’tan kut almış demektir. Hanın, Aşinaoğulları denilen bir hanedandan inmesi gerekir. Oğuz Han ve Selçuklular, Osmanlılar hep bu hanedandan iner. Asırlar boyunca nice ihtilâller olmuş, ama ihtilâlcilerin aklına, bu hanedan dışında bir kimseyi hükümdar yapmak gelmemiştir. Çünkü halkta, ancak bu hanedandan gelen hanın meşru olduğuna dair bir inanç vardır. Tarihte bu soydan gelen bir hanedana sahip olmayan Kuman, Peçenek gibi Türk kavimlerinin ömrü uzun olamamıştır. İşte bundan dolayıdır ki, halk hakana kayıtsız şartsız itaati bir vecibe bilmiştir. Türk topluluklarında hemen hemen hiçbir zaman hükümdara karşı bir halk isyanına rastlanmaz.

HÜKÜMDAR OLMAK İÇİN...
Hakan, beylerin seçimiyle veya önceki hakanın tayiniyle gelebildiği gibi, zor kullanarak da başa geçebilir. Ancak her hâlde yeni hakanın, hakan sülâlesinden olması şarttır. Eski Türklerde muayyen bir verâset prensibi yoktu. Umumiyetle hakanın oğlu, yoksa veya reşid değilse en büyük kardeşi, kardeşi oğlu, amcası, amcasıoğlu vs. hakan olurdu. Ancak hakan hanedanından herhangi bir tigin (prens), tahtta hak iddia edebilirdi. Çünki hâkimiyet, hanedanın ortak malı kabul edilirdi. Buna ülüş denir. Bu sebeple taht için nice harbler cereyan etmiştir. Galip gelen, Allah tarafından seçilmiş demektir. Çünkü hükümdar olmak için güçlü ve talihli olmak çok mühimdir.

Hakan tahta geçtikten sonra, devletin ileri gelenleri kendisine bağlılık biatinde bulunur. Bu biat, çok tantanalı bir merasimle olurdu. Yeni hakan, bir keçe tahta oturtulur; dokuz defa kaldırılıp dolaştırıldıktan sonra, kırmızı elbiseler giydirilip başına kotuz (sorguç) takılırdı. Bu merâsimler esnasında halka ziyafet verilirdi. Taht, otağ, tuğ, davul ve sorguç, hükümdarlık alâmetleridir. Hükümdar tuğunun tepesinde altından bir bozkurt başı bulunur. Kırmızı, Osmanlılarda da hanedanın rengi idi. Nitekim kırmızı bayrak padişahı sembolize ederdi. Sorguç da, padişaha mahsus bir aksesuar olarak Osmanlılarda kullanılmıştır. Tuğ, davul, alem, otağ da Selçuklu ve Osmanlılarda padişahlık alâmetleriydi.

HAKAN HER İSTEDİĞİNİ YAPAMAZ
Hakan, elinde mühim salâhiyetler bulunan bir kişidir. Ordunun kumandanıdır. Kanun koyabilir. Başhâkimdir. Bütün bunları yaparken kendisini tahdid eden töre kaideleri ve kengeş (şûrâ meclisi, kurultay) kararları vardır. Senede üç defa toplanan bu meclisler, beyler, devlet ricâli ve halktan ileri gelenler tarafından teşkil edilir. Bu bakımdan siyasî rejimin meşrutî monarşi olduğunu söylemek yerinde olur.

Vezirler ve çeşitli memurlar, devlet idaresinde hakana yardımcı olur. Memleketin çeşitli kısımlarında hüküm süren han sülâlesinden şad ve yabgular, devlet protokolünde önde gelirler. Bunlar eski Türklerde soylular sınıfını teşkil eder. Bir de halk içinden hizmetleri sayesinde yükselmiş tarhanlar vardır. Osmanlılardaki sipâhiler bu sınıfın bir nevi devamı gibidir. Hakan, gerektikçe tarhanlara danışır. Eski Türk hakanlarının birisi yaya, diğeri atlı olmak üzere iki ordusu; birisi umumî, diğeri hususî hazine olmak üzere iki hazinesi vardır. Osmanlılarda da böyledir.

Hakan, dâvâ dinleyip adaleti tatbik etmek üzere hâkimler tayin eder. Bunlara yargucı veya yargan denir. Hakanın vekilleri olan bu hâkimler, hukuk bilgisiyle mücehhez kimselerdir. Hâkimlik, eski Türklerde çok itibarlı bir meslektir. Umumiyetle han sülâlesinin yan kollarından gelen soylular fahrî olarak bu vazifeyi yapar. Hâkimlerin verdiği kararlar hakana temyiz edilebilir. Ayrıca memurlardan şikâyetçi olanlar, bunu muayyen zamanlarda hakana arz edebilir. Bu gelenek İslâmiyetten sonraki Türk devletlerinde de, Osmanlılarda da câridir.

HALKIN HAKKINI ÖDE!
Hükümdarın vazifelerinin başında, halkı doyurmak, giydirmek, toplamak, çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir. Devlet adamlarına iyi devlet idaresinin sırlarını anlatan Kutadgu Bilig, halkın hükümdardan isteklerini, iktisadî istikrar, âdil kanun ve âsâyiş olarak sıralar ve “Ey hükümdar, sen halkın bu haklarını öde; sonra kendi hakkını iste!” der. Hükümdar, yaratanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar; onu zenginlik ve adâlet içinde yaşatır. Bunu başaramayan hakandan, Yaratan’ın, kut’u, yani siyasî iktidarı geri aldığı düşünülür ve hatta ona karşı gelmek meşru sayılır. 725-735 tarihlerinde dikilmiş olan Orhun Âbideleri’nde hükümdarın bir ara Çin esâretine düşen Türk Devletini yeniden kalkındırmak için yaptıkları gayretler anlatılır ve gelecek Türk nesillerinin bu tecrübelerden istifadeleri istenir. Burada hakan, kendisini halktan birisi gibi görüp teb’asına hesap vermektedir. Ayrıca halkını hatalarından dolayı bir baba gibi ikaz etmektedir. Bu kitâbelerdeki ifadeler parlak bir millet şuurunun göstergesidir.

Türk hükümdarları, siyasî sebeplerle ekseriyetle Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evlenirlerdi. Ancak umumiyetle hükümdar olacak prensin annesinin Türk olması şartı aranırdı. Hakanın oğulları, devlet işlerine alışmak üzere tecrübeli devlet adamlarının yanında yetişirdi. Sonra devletin sağ veya sol kanadına vâli olurdu. Bunlar han, şad, tigin gibi unvanlar taşırdı. Selçuklu ve Osmanlılarda da, şehzâdeler, atabey veya lala denilen tecrübeli devlet adamları tarafından yetiştirilip, sancakbeyi olarak bir mıntıkayı idare ederlerdi.

Çifte monarşi sistemi mi?
Eski Türk devletleri, güçlü merkezî devletler idi. Ama, devlet boylardan teşekkül ettiği için, merkeziyetçilik biraz gevşetilmiştir. Nitekim koca ülkeler ancak böyle kolaylıkla idare olunup savunulabilirdi. Hun ülkesi on iki kısma ayrılırdı. Her birinin başında bir bey (vâli) bulunurdu. Hakanlar, hem verâset harplerinin önüne geçmek; hem de ülke idaresini kolaylaştırmak için zaman zaman memleketi prensler arasında taksim ederdi. Meselâ Hun İmparatorluğu’nun kuzeyinde bir han, güneyinde bir han vardı. Göktürklerde de doğuda bir han, batıda bir han hüküm sürerdi. Bu sebeple eski Türk devletlerini çifte monarşi olarak görenler vardır. Nitekim Roma İmparatorluğu’nda çoğu zaman iki imparator bulunurdu. Ancak Eski Türklerde, hanlardan birisi büyük handı. Diğerleri umumî vâli olarak büyük hana tâbi idi.

Bu usul zaman zaman devletin bölünüp parçalanmasına ve güçsüz düşerek yıkılmasına sebebiyet vermiştir. Devletin böyle iki bölgeye (sağ-sol) ayrılarak idaresinin, siyasî gelenekle de alâkası olsa gerektir. Aynı gelenek Rumeli ve Anadolu ayrımı gibi şeklen Osmanlılarda da mevcuttu. İki kardeşin tahtta bulunduğu durumlarda, küçük kardeş başkumandanlık yapardı. Nitekim Göktürklerde, Bilge Kağan ile kardeşi Kültigin’in durumu böyle idi. Osmanlıların ilk zamanlarında da, hükümdarın kardeşinin vezirlik ve başkumandanlık yaptığı görülür. Orhan Gâzi ile Alaeddin Paşa gibi.

PULLARDA KULLANILDI
XX. asır başlarında doğan Türkçülük cereyanıyla, “Bozkurt” yeniden sembol olarak kullanıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında para ve pullarda yer aldı.

HÜKÜMDAR NE DERSE O
Türk orduları, aynı zamanda iyi bir savaşçı olan hakanların emrine her zaman sadık kalmış ve zaferden zafere koşmuştur. Bu sebepledir ki Türk topluluklarında hemen hemen hiçbir zaman hükümdara karşı bir halk isyanına rastlanmaz.


Ekrem Buğra Ekinci
27 Ağustos 2008 Çarşamba
Türkiye Gazetesi

IŞIKLI ORDU

Dün, Türk Ordusu’nun yeni komuta kademesi belli oldu.
KKK Orgeneral İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Işık Koşaner de, Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. Atamalar 30 Ağustos’ta yürürlüğe girecek.

Bilindiği gibi, her Ağustos’ta komutan atamaları sürecinde spekülasyonlar yapılır. Her kesim kendisine pay çıkarmaya çalışır:
Yeni komutanlar şahin mi, güvercin mi?..
Ordunun hükümetlere karşı tavrı değişecek mi?..
Gelen gideni aratacak mı?..
Ya da, önceki istediğimiz gibi çıkmadı, yenisi bizim gibi mi düşünüyor, diye...

BAŞBUĞ KOMUTASINDA IŞIK’LI ORDU
Bu soruların yanıtları önümüzdeki süreçte belli olacak.
Ama yanıtları herkes kendisine göre değerlendirecek. Ve bu böyle yaşam boyu sürüp gidecek.
O nedenle biz yönümüzü “sivil demokrasi” ve sandığa çevirip, demokrasinin neresinde olduğumuzu konuşmalıyız.
Türk Ordusu’nun yeni komuta kademesiyle ilgili ise, şimdilik “Başbuğ komutasında Işık’lı ordu” diyebiliriz.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na “Işık” paşanın gelmesinin yanı sıra, ondan boşalan Jandarma Genel Komutanlığı’na bir başka “Işık” paşa geldi: Orgeneral Atilla Işık..

ALÇAKLIK TESCİLLENDİ!..
Öte yandan, bir başka konuya dikkat çekelim.
27 Temmuz Pazar günü İstanbul Güngören semtinde 17 insanımızın parçalanmasına neden olan bombaları koyanlar kesinlikle netleşti. Geçen yazımızda dediğimiz gibi: PKK!..
Ancak, PKK’nın siyasi partisi DTP ve kimi sözde Prof. ve aydınlar “Hemen önyargılı olmayalım!..”, “Peşin adres göstermeyelim!..” ve “Hemen suçlamayalım!!! El Kaide de olabilir!..” gibi laflar etmişlerdi.
Önceki gün İçişleri Bakanı Beşir Atalay resmi açıklamasını yaptı ve bombayı koyan PKK’lıların da yakalandığını açıkladı.
Şimdi ne demek gerekir acaba?..

HABLEMİTOĞLU: “GÖRÜNMEYEN BİR EL...”
Geçen haftaki yazımda, adına Ergenekon denen Ümraniye Davasında, Dr. Necip Hablemitoğlu’nun adının geçtiğini ve bunun kimi kesimler tarafından kışkırtıcı haberlerde kullanıldığını söylemiştim.
Hablemitoğlu kimdi, hangi görüşleri savunuyordu, yaşarken bile başına neler gelmişti?..
Bunların hepsini kendi ağzından açıklamıştı. (Yakında yeni baskısı çıkacak “Altın ve Suikast” adlı kitabımızda ayrıntıları bulacaksınız.)
Kendisini “istihbarat tarihçisi” olarak tanımlayan ve ölümünden önce de sürekli sözlü ve eylemli tehditlere uğrayan Hablemitoğlu, katledilmeden önce, milyonlarca insana çarpıcı açıklamalarda bulunuyordu:
3 Hiç kimsenin cesaret edemediğini yaptım,
3 Cumhuriyetçiyim diye üniversiteden üç kez uzaklaştırıldım,
3 Bu koşullarda aydın kalma mücadelesinin onurunu taşıyorum,
3 Görünmeyen bir el bunları koordine ediyor,
3 Türkiye karşıtı çalışanlar Türkiye’den uzaklaşıncaya kadar mücadele edeceğim.
“Görünmeyen el” şimdi görünüyor mu acaba?...

Hulki Cevizoğlu

5 Ağustos Salı
Yeni Çağ Gazetesi
www.cevizkabugu.com.tr

26.08.2008

Bosna'nın Piramitleri

Bosna denince akla ilk gelen şeyler; savaş, kan, gözyaşı, yitip gitmiş hayatlar ve harap olmuş bir ülke... Tabii bir de Mostar Köprüsü var; savaşın simgesi… Bunların dışında Bosna’yı anlatan, tanımlayan ya da alamet-i farikası olabilecek bir değerden söz etmek mümkün değildi; ta ki başkent Saraybosna’nın 30 km kuzey batısındaki Visoko kasabasında yer alan 650 metre yüksekliğinde bir tepe, altında piramit olduğu düşüncesiyle kazılmaya başlanıncaya kadar...

İddianın sahibi, aynı zamanda da kazı çalışmalarının öncüsü, Bosnalı araştırmacı Semir Osmanagić’e göre tepenin kazılmasıyla gün ışığına çıkacak muhtemel piramit, Avrupa’nın ilk piramidi olmasıyla beraber; tahmini 220 metre yüksekliği ile de Mısır’daki Gize piramitlerini bile gölgede bırakacak cinsten. Bosna Güneş Piramidi (Bosanska Piramida Sunca) olarak adlandırılan bu yapının tek olmadığı da ortaya çıkarılınca keşif, akıllara durgunluk veren bir olay halini aldı. Güneş Piramidi’nin, 60’ar derecelik mükemmel bir açıyla sağında ve solunda yer alan Ay (Bosanska Piramida Mjeseca) ve Ejder (Bosanska Piramida Zmaja) piramitleri yapı itibariyle, coğrafi olarak daha yakın olan Mısır piramitlerine değil, Meksika'daki örneklerine (Teotihuacán) benzemektedir. Ayrıca bu üçgenin içinde yer alan Dünya Tapınağı’nın (Hram Zemlje) ve diğer piramitlere nazaran daha küçük olan Aşk Piramidi’nin (Bosanska Piramida Ljubavi) keşfi, halihazırda gizemini koruyan piramitlerin sırrını derinleştirmekle kalmayıp, belki de dünyanın bilinen en eski medeniyetinin kapılarını aralayacak. Bu sebepledir ki uzmanlar, kazı çalışmaları tamamlandığında tarihin yeniden sorgulanacağından emin.

Jeologlar da iddialara destek vererek, “Visoko tepesi şu anki görünüşünü doğaya borçlu olamaz, insan müdahalesi olası” açıklamasında bulundu. Yapılan bir takım kazı çalışmları neticesinde, 7 bin yıllık alet kalıntılarına ulaşıldığını söyleyen Bosnalı “Indiana Jones” Semir Osmanagić, “Bosna piramidinin, dünya çapında bir ağın parçası” olduğunu da iddiaları arasına ekledi.
Yapımında çimento kullanıldığı anlaşılan piramitleri değerlendirilen arkeologlar, şu ana kadar yapılan hiçbir kazı çalışmasında böylesi ilginç bir durumla karşılaşılmadığını belirttiler. İçinde odalar, koridorlar ve mahzenler barındırdığı tespit edilen piramitlerin 12 bin yıllık geçmişi olduğu iddia edilmekte. Bunun anlamı ise çok derin: 5 bin yaşında olan Mısır’daki Büyük Piramit (Keops, Khufu), en eski olma özelliğini yitirmekle kalmayıp; medeniyetin bilinen en eski merkezi olma unvanı, Mısır’dan Bosna’ya geçecek.
Doğal olarak bu keşif karşısında ilk reaksiyon gösterenler Mısırlılar oldu. Mısır'ın antik eserler konseyinin başkanı olan arkeolog Doktor Zahi Havas, iddialara hararetle karşı çıkanların başında geliyor. Mısırlı yetkiliye göre, Bosna'daki harabelerde 7 bin yıllık alet kalıntılarına rastlanması, yapının eskiliğine işaret eden bir bulgu olarak kabul edilemez. Zahi Havas, Mısır'da Büyük Piramit'in beş bin yaşında olduğunu söyleyerek, Bosna'dan gelen iddiaların iyice incelenmeden ortaya atıldığını belirtti. Lakin Bosna’da devam eden kazı çalışmalarında elde edilen bulgular, Mısırlıların haklı endişelerini giderek arttıracağa benziyor(!)
Olayın tarihi, kültürel ve arkeolojik taraflarını bir kenara koyacak olursak, bu işin bir de pazarlama boyutu olduğunu göz ardı edemeyiz (ve nihayet en sevdiğim kısma geldik). Bosna denince akla ilk gelen şeyleri yukarda sıralamıştım. Gelelim piramitler denince ilk aklımıza gelen şeylere; en başta Mısır, firavunlar ve uzaylılar. Meksika’daki göz alıcı Aztek ve Maya piramitleri bile bu saydıklarımdan sonra gelmekte. Analizimize bu noktadan başlayacak olursak, çok güçlü bir Mısır imajı karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Mısır’ın hayat damarı olan Nil Nehri dışında sayabileceğimiz en önemli ikinci şey elbette ki piramitlerdir. (Bir de zoraki Mısır profiline sokulmak istenen Şarm el Şeyh var. O konuya da başka bir başlık altında uzunca değineceğim.)
Bu noktada dikkatleri enformasyon gücüne çekmek isterim. Yıllar boyu İngiliz sömürgeciliğinin mihenk taşlarından biri olmuş Mısır’ın bu konudaki etkinliğini göz ardı edemeyiz. Kendimizi bildik bileli Mısır’ı, piramitleri, firavunları ve uzaylıları dinledik durduk. Bu cihetle de piramit denince kafamızda kurguladığımız şeyler bunlarla sınırlı kalıyor. Aslında hiçbirimizin ekstradan tarih, kültür, sanat, mimari ya da arkeoloji bilgisine ihtiyacı yoktur. Çünkü mevcut düzen, algılamamız istenilen kısımları bizim yerimize kırpıp yapıştırır. İşte bu yüzden gerçekler ile değil, algılarımızla yaşarız. Akabinde de, gerçek ile algı arasındaki dengeyi hayat boyu kuramayız. Dolayısıyla pazarlamada karşılaşılan en büyük zorluklardan birisi de budur: algıları değiştirmek. Algılarımız, piramitlerin Mısır’da olduğunu söylüyor. Gerçekler ise, belki de en eski piramitlerin Bosna’da olabileceğini…
Arkeolojik bulgular veya bilimsel veriler ne derse desin, piramitler konusunda Bosna, bir sıfır geriden başlamanın dezavantajını yaşamaktadır. Bütün dünya sözleşmişçesine Mısır piramitlerinin reklamını yapmaktadır. Hal böyle olunca, Bosna’daki çalışmaları yürüten arkeologların çabalarını destekleyen yayınların yapılmadığını görebiliriz. Bosna’da piramit olduğunu duyan insanların yüzündeki şaşkınlık ifadesi bir nevi bu ilgisizliğin kanıtı. “Power and the money, money and the power” felsefesinin hakim olduğu ortam şartlarını da hesaba katarsak, Bosna’nın bu konudaki yetersizliğini net bir şekilde görebiliriz. Doğrusu Bosna’nın bu konuda tek başına olduğunu söylemek pek de haksızlık sayılmaz. Kuşkusuz bu durumun temelinde dünya kamuoyunun ilgisizliği yer almakta. Şayet bu keşif başka bir Avrupa ülkesinde gerçekleşseydi, aynı ilgisizliği göstereceklerini hiç zannetmiyorum.
Srebrenitsa’daki duyarlılığın(!) bir benzerini, bu durum karşısında da gösteren dünya kamuoyunu önce Allah’a, sonra da insanlığın vicdanına havale etmekten başka yapabilecek şeyleri olan her duyarlı ademoğlu gibi, bu konunun da takipçisi olmayı bir borç bilirim.