24.09.2007

Bombalı Araba

Bombalı araba
Belçikalıların Terörizme Kazandırdıkları Eylem Tarzı
Fehriye Erdal'ı teslim etmeyen Belçika hükümeti, 2.Abdülhamid Han'a suikast düzenleyen kendi teröristi Jorris'i geri alabilmek için nota üstüne nota vermiş, büyük gürültü kopartmıştı.

2. Abdülhamid Han’a genelde gerici diye saldırılır. Halbuki o muhaliflerinin fersah fersah önündedir.
Şimdi birilerinin “yanlı işte, bak pat diye tarafını belli etti” diyeceklerini biliyorum.
Olsun...
Efendim, Ulu Hakan Osmanlının ilerlemesini çok arzular. O günlerde çelik işleyen ülkelerle aynı kulvara girmenin tek yolu vardır. “Eğitim, eğitim ve yine eğitim!”
Bu yüzden ülkeyi Hamidiye mektepleri, tıbbiyeler, harbiyeler, mühendishaneler, baytarhaneler ve sanat akademileri (sanayii nefiseler) ile donatır pırıl pırıl gençler yetiştirmeye başlar.
Yetmez mesleğinde söz sahibi olan ecnebileri İstanbul’a davet eder, onlara bir konak, bir fayton, aşçı uşak verir apoletli üniformalar sunar...
Nişanlar, madalyalar...
Adamlar da bildikleri ne varsa anlatır, seleflerini yetiştirmeye uğraşırlar.
Mesela diyeceksiniz.
Mesela bir zamanlar tıkır tıkır işleyen bimarhaneler çöküp, çürüyünce akıl hastaları sersefil olur, ortada kalırlar. Abdülhamid Han bizzat Kaiser Wilhelm’i araya koyar. Almanya’dan dünyaca ünlü psikiatrist Prof Rieder ile Dr Deycke’yi İstanbul’a getirtir, Gülhane Rüştiyesini emrlerine açar. İşte Mazhar Osman’lar orada yetişir, nöbeti devr alır ve Ayhan Songar’ların kuşağına maya çalarlar.

Sivil paşalar
Hangi birini anlatayım, ünlü itfaiyeci Kont Zcini (Seçini Paşa), birkaç yıllığına geldiği İstanbul’dan kopamaz, şehrimizde yeryüzünün en modern itfaiye teşkilatını kurar. Artık yalınayaklı tulumbacılar sağa sola koşturmaz. Fevkalade hızlı ve donanımlı birlikler yangını karadan ve denizden çevirir, hem ateşi boğar, hem de ilkyardım hizmeti sunarlar.
Sultani marşını besteleyen Donizetti Paşa ise Muzika-ı Hümayun’u kurar.
O devir ressamlarını incelerseniz çoğunda İtalyan Fausto Zanaro’nun emeği olduğunu görürsünüz ki o dahi Sultanın daveti ile Asitane’ye yerleşen sivil bir paşadır aslında...
Ancak ittihatçılar iktidarı ele geçirince bu sanatkarı (hiç de haketmediği halde) aşağılar, “tükürmüşüm sanatına” der, memleketten kovarlar.
Abdulhamid Han Pastuer’ü getirmeyi çok arzular, razı da eder ama o günlerde harp çıkar. Ünlü kaşif zor günlerinde yurdundan ayrılmayı münasip bulmaz. Yine de Türk hekimlerini yetiştirir, bizim çocuklarımız Pasteur’ün hemen ardından kendi çabaları ile aşılar yapar.

Yatırım insana
Osmanlı gençleri fotoğraf makinesiyle, film şeritleriyle, tiyatro sahneleriyle, hafiye romanlarıyla Ulu Hakan zamanında tanışırlar. Tam tekerlek çamurdan kurtulmuş araba düze çıkmıştır ki tanzimatçılar heyheylenir memleketi cihan harbi gibi bir girdaba yuvarlarlar.
Sadece Çanakkale’de onbinlerce yedek zabit (hakim, mühendis, muallim) şehit düşer, kazandığımız savaşta da çok şey kaybederiz. Zaten o günden sonra iki yakamız bir araya gelmez. Cehalet yayılır, ehil olmayanlar koltukları paylaşırlar.
Eğer ittihatçılar devleti savaşa sürüklemeseler Balkanlarda, Ortadoğu’da bir çok bölge uhdemizde kalacak, bugün petrol ihraç eden ülkelerden biri olacaktık ihtimal.
Sultan Abdülhamid Han tahta çıktığı günlerde devlet en buhranlı günlerini yaşar. Nereyi tutsan elinizde kalır. Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da ayaklanmalar... Sırbistan ve Karadağ cephelerinde savaş...
Rus’la, Rum’la gerginlik artar, Girit, Filistin, Arabistan içten içe kaynar.
Genç Sultan kâh tersanede bahriyelilerle oturup asker yemeği yer, kâh camilere gidip, halkın arasına katılır. Milleti yeisten kurtarır, ordunun moralini yükseltir. Askerimiz Belgrat’a girmek üzeredir ki büyük devletler işe karışırlar.
İstanbul’daki Tersane Konferansından Batılılar olmayacak şeyler isterler. Abdülhamid Han Rusya ile yapılacak bir harbin neticesini tahmin eder, işi zamana yayarak soğutmayı planlar. Ancak İngilizlere çok güvenen Mithat Paşa savaş çığlıkları atar, hiç yoktan başımıza
gaile açar.
“93 Harbi”nde memleket zor günler yaşar. İngilizler bizi yalnız bırakır, “bakın başınızın çaresine” buyururlar. Ardı ardına gelen hezimetler, kan, barut, duman... Edirne ve Kars düşer, Erzurum sallanmaya başlar, Ruslar burnumuzun dibine girer, Yeşilköy’e dayanırlar. On binlerce Müslüman şehid olur, muhacir kafileleri İstanbul’a akar. 3 Mart 1878’de Ayastefenos Muahedesi imzalanır ki “idam fermanı” dense yeri var.
Ulu Hakan bu anlaşmayı tanımaz. Rus’u İngiliz’le tokuşturarak, aradan sıyrılmaya bakar.
Ve başarırda...
Badireyi siyasi manevralarla atlatır, memleket bir nebze olsun ferahlar.
Evet İstanbul düşmez ama yaraları sarmak da kolay olmaz.

Temkinli sultan
Abdülhamit Han savaşların felaket olduğunun farkındadır, soğukkanlı hareket eder, maceraya kalkışmaz. Ancak ihaneti de affetmez, icap ettiğinde yıldırım gibi Yunanistan’a dalar, Batılılar araya girer de Atina’nın düşmesine mani olurlar.
Paşalar, nazırlar gamsızdırlar. Cephelerde kan pahasına kazanılanları masada mirasyedi gibi harcarlar. Genç Sultan bunların yabancı ülkeler tarafından kullanıldıklarını hisseder ve takip ettirmeye başlar. Nitekim çoğunun kirli çamaşırları ortaya çıkar. Zaten adı bu yüzden vehimliye çıkar ya...
Abdülhamid Han, her geçen gün dizginleri ele alır ve amcasına (Sultan
Abdülaziz’e) kıyan Midhat Paşa ve arkadaşlarının Yıldız Mahkemesinde yargılanmalarını sağlar.
Denge politikası icabı Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurar, İtalyanlarla takışmamaya bakar. Sırbistan ve Romanya etkisizdir. Karadağ ve Bulgaristan prensleri ise, Padişah’a bağlıdırlar. Dömeke hezimetini yaşadıktan sonra Yunan tarafından da ses çıkmaz. Devletin itibarı yükselir, Asya ve Afrika’da adına hutbe okurlar.
İngilizler de az hilebaz değildir hani, bir taraftan İttihadçıları ayaklandırır, diğer taraftan komitacıları kışkırtırlar. Lawrensler, Cemaleddin Efganiler... Ortalık casus kaynar.
İç düşmanlarla dış düşmanların hedefi birleşir. Artık ne yapıp yapmalı Abdülhamid Han’dan kurtulmalıdırlar.
Önce propaganda başlar, Fransız yazar Albert Vandal, Türk Hakanına “Le Sultan Rouge” (Kızıl Sultan) adını takar.
İşin acı yanı bu tabiri yerliler de kullanır, oyuna alet olurlar.
Rus Çarı, Ermenilerden hayli rahatsızdır, zira bağımsız bir Ermenistan, Rusya’dan epeyce toprak koparır. Bu yüzden onları Anadolu üzerine salar. Ermeniler Doğu Anadolu’da isyanlar çıkarmakla kalmaz, Abdülhamîd Han’ı öldürme kararı alırlar.
Troşak Ermeni ihtilal komitesi reislerinden Bakülü Samoil Kayın diğer adıyla Hristafor Mikaelyan saatli bomba kurup patlatmadaki mahareti ile tanınan Belçikalı anarşist Edward Jorris’i bulur, el sıkışırlar.

Ermeni tedhişi
Sultanı öldürdükten sonra Bâb-ı âlî’yi, Galata köprüsünü, Osmanlı Bankası’nı, Tüneli, Büyük Postaneyi ve bazı yabancı sefarethaneleri havaya uçuracak, o hengamede isyanlar çıkarıp ortalığı kana boyayacaklardır. Avrupa devletlerini müdahaleye çağıracak ve devletlerini kuracaktırlar.
Jorris, işine titizdir. Günlerce plan program yapar. Ölçer, biçer, hesaplar. Suikast için Viyana’da hususi bir araba yaptırır, parçalar halinde İstanbul’a getirip birleştirir. Tahrip gücü büyük bir patlayıcıyı zulaya koyar...
Bombayı 21 Temmuz 1905 Cuma günü patlatma kararı alırlar. Padişah’ın Cumaları Yıldız camiinden çıktıktan “1 dakika 42 saniye sonra” arabasına binmektedir. Haftalarca saat tutarlar, milim şaşmaz. Öyleyse kolaydır. Bombalı arabayı Padişah’ın arabasının yanına yanaştırmalı, Sultan merdivenlerde görününce kronometreyi kurmalıdırlar. Gelgelelim bekledikleri olmaz Sultan o hafta âdetinin hilafına kapıda Şeyhülislam Cemâleddin Efendi ile konuşur. Hani öyle önemli bir mevzu da yoktur, Yıldız Camiinin akıtan olukları onarılsa iyi olur filan... İşte bomba o anda patlar. Kollar bacaklar havaya uçuşur, hayvanlar telef olurlar. Üçü asker 28 mümin şehit düşer, yaralıların sayısı elliyi aşar.
Ulu Hakan soğukkanlıdır, bir yandan halka “korkmayın sakin olun” derken, sıyrılıp uzaklaşanlar gözünden kaçmaz. Peşlerine adam takar, katiller kıskıvrak yakalanırlar.

Siz Edward Jorris değil misiniz?
Abdülhamid Han eylemciyi bizzat sorgular, gayet düzgün bir Fransızca ile “Siz” der, “Anvers doğumlu Jorris değil misiniz? Singer fabrikalarında çalışmıyor muydunuz?”
Teröristin gözleri fal taşı gibi açılır. Padişahın dünyanın en güçlü istihbarat teşkilatına sahip olduğunu o zaman anlar.
Abdülhamid Han tesirli bir tonda sorar: “Bu kirli işe niye karıştınız Edward?”
Artık birşeyler saklamak manasızdır. “Ben bir profesyonelim” der, “Ermeniler çok altın verdiler. Eşim de (Anna) bu işin mütehasısıdır. Arabayı Viyana’da Neseldorfer Wagenbau Fabriks Geselschaft firmasına yaptırttık. Sonra parça parça söktük, kumaş topları arasında gümrükten sızdırdık. Burada tekrar monte ettik, içine 80 kilo melinite cinsinden patlayıcı, 20 kilo da metal parça sakladık. Nihayet dün arabayı sizinkine yanaştırdım. Fransa’dan getirtilen çok hassas bir saatı devreye aldım. Gerisi malumunuz...”
Suç arkadaşlarını da ele verir, Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar, Hristofor Mikaelyan (Samuel Fein takma adiyle dolaşır) ve kızı Robina, Mıgırdıç Serkis Garibyan, Karabet Ohanesyan, Vahram Sabun Kendiryan, Silviyor İçi, Sari Torkom ve Trase Yuvanoviç’in isimlerini sayar.
Hacı Nişan Minasyan ise Jorris ile birlikte yakalanmıştır.
Bakın şu işe ki hadise mahallinden uzaklaşamayan Hristofor Mikaelyan (örgütün beynidir) cesetler arasındadır.
Edward Jorris, Belçika Büyükelçisinin huzurunda da itirafını tekrarlar. Mahkeme onu idama mahkûm eder. Gelgelelim Belçika hükümeti Hariciye Nezaretine bir nota gönderir ve vatandaşının cezasını Belçika’da çekmesi için iadesini ister. Büyükelçi bu iade talebini İstanbul Brüksel arasında imzalanan “Dostluk ve Ticaret Antlaşması”na dayandırmaya çabalar.
Abdülhamîd Han onlara kulak asmaz. Hadise soğuyunca Jorris’le anlaşır ve memleketine yollar.
Artık bombacı militan Osmanlıya çalışır, düzenlenen tuzakları ehline fısıldar...

Terörsever yazar
Yabancı devlet adamları, edipler, sanatkarlar menfur saldırıyı kınarken Tevfik Fikret yakışıksız bir çıkış yapar. Sadece Türk sultanını değil, Türk devletini, bayrağımızı, mabedimizi, askerimizi hedef alan tedhişçiyi ayakta alkışlar.
“Bir lahza-i teahhür” ismindeki şiirinde “Ey şanlı avcı, dâmını beyhûde kurmadın,/ Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın” diye zırvalar.
Resmen teröriste, bölücüye, destek. Basın yoluyla kânunun suç saydığı bir fiile övgüler dizmek.
Tevfik’i tanıyanlar şaşmaz. Zira hırslıdır, kinlidir, gölgesiyle bile kavga yapar.
Peki... Ya onu destanlaştıranlar? Adını caddelere, sokaklara, okullara koyanlar?

Türkiye Gazetesi
İrfan Özfatura