27.09.2007

Denizler başka ‘Barbaros’ görmedi.

Bugün, Türk denizcilik tarihinin en önemli kahramanlıklarından biri olarak kutlanan Preveze Deniz Zaferinin yıldönümü. Akdeniz'i Türk gölü haline getiren ünlü denizci Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa, tam 469 yıldır gururla ve duayla anılıyor.

Bir zamanlar Akdeniz’i Türk gölü haline getiren ünlü denizci Kaptân-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa’nın en büyük başarılarından biri olan 27 Eylül 1538 tarihinde kazanılan Preveze Deniz Zaferinin bugün yıldönümü. Her yıl denizcilik tarihinin en önemli zaferlerinden biri olarak kutlanan bugün, aynı zamanda “Deniz Kuvvetleri Günü” olarak da kutlanıyor. Barbaros Hayreddin Paşa, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından, Midilli adasına yerleştirilen ve deniz ticareti ile uğraşan dört çocuklu bir ailenin Hızır isimli 3. çocuğu idi. Osmanlı Devletinde 12 sene Kaptân-ı Deryalık hizmetinde bulunan Barbaros Hayreddin Paşa, devletin sınırlarını Fas’a kadar uzattı. Beşiktaş’ta bir medrese inşa ettirdi. Serveti ile İstanbul’un birçok semtine hanlar, hamamlar, konaklar, evler, değirmenler, fırınlar yaptırdı. Kendi malı olan 30 kadırgayı da bütün techizatı ile devlete bıraktı. Ana lisanı Türkçeden başka, Arapça, Yunanca, İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Latince de biliyordu.

Osmanlı’nın neferi oldu
Kardeşi Oruç Reis ile birlikte Akdeniz’i Ceneviz, Fransız, İspanyol ve Venedik gemilerine dar eden Cezayir’i alarak kendisine merkez yaptı. Osmanlı Devleti ile bağlantı kurup ilişkilerini ilerleten Koca Reis, zamanın Padişahı Yavuz Sultan Selim Han’a mektuplar yazıp Osmanlı Devleti’ne katılmalarını kabul etmesini rica eder. İstekleri kabul edilir ve Yeniçeri kuvveti ile toplar gönderilir. Ayrıca Anadolu’dan asker toplama izni ile birlikte “Cezayir Beylerbeyliği” payesi Hızır Reis’e verilir. 1533’te İstanbul’a çağrılan Barbaros Hayreddin Paşa’ya, Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından Kaptân-ı Deryalık verilir. Devrin en büyük deniz kuvvetinin en üst kademesinde yer alan paşa, donanmayı daha da kuvvetlendirip seferlere başlar. Tunus’u fetheder.

Beni leb-i deryaya gömün
1546 yılında vefat eden Barbaros Hayreddin Paşa, 1534 yılında bizzat kendisi tarafından yazdırılmış Barbaros Vakfiyesi’nde Beşiktaş’taki medrese yanına yaptırdığı, “Beni leb-i deryaya gömün. Ben leventlerimin sesini ve denizin hırçın dalgalarını duymak istiyorum” dediği İstanbul Beşiktaş’ta deniz kenarındaki türbesine defnedilmiştir. Türbesine şanlı Kaptân-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa’nın ölüm tarihi olan Hicri “953” sayısı ile “Mate reis-ül-bahr” (Denizin Reisi Vefat Etti) tarihi düşürülmüştür.

Gemiler seferden geliyor
Barbaros’un kumandanlığında kazanılan Preveze Zaferi, Dünya Deniz Harp tarihine geçmiş, bütün Dünyaya Osmanlı hakimiyetini bir defa daha duyurmuş ve Akdeniz’in tamamen bir Müslüman gölü olduğunu kabul ettirmiştir... Andrea Doria komutasındaki İspanya, Almanya, Venedik, Portekiz, Ceneviz, Papalık, Floransa, Malta donanmalarından kurulu 600’den fazla gemiden müteşekkil Haçlı donanmasını 27 Eylül 1538’de Preveze’de bozguna uğratan 122 kadırgalık Donanmayı Hümâyûna kumandanlık eden Kaptan-ı Derya Hayreddin Paşa, bu mücadelesiyle şanlı tarihimize parlak bir sayfa daha ilave etmiştir. Yahya Kemal Beyatlı bir şiirinde Barbaros’a ve askerlerine şu methiyede bulunmuştur:

Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!
Adalardan mı? Tunus’dan mı, Cezayir’den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?

Yazan; Abdülhakim Arvas

24.09.2007

Bombalı Araba

Bombalı araba
Belçikalıların Terörizme Kazandırdıkları Eylem Tarzı
Fehriye Erdal'ı teslim etmeyen Belçika hükümeti, 2.Abdülhamid Han'a suikast düzenleyen kendi teröristi Jorris'i geri alabilmek için nota üstüne nota vermiş, büyük gürültü kopartmıştı.

2. Abdülhamid Han’a genelde gerici diye saldırılır. Halbuki o muhaliflerinin fersah fersah önündedir.
Şimdi birilerinin “yanlı işte, bak pat diye tarafını belli etti” diyeceklerini biliyorum.
Olsun...
Efendim, Ulu Hakan Osmanlının ilerlemesini çok arzular. O günlerde çelik işleyen ülkelerle aynı kulvara girmenin tek yolu vardır. “Eğitim, eğitim ve yine eğitim!”
Bu yüzden ülkeyi Hamidiye mektepleri, tıbbiyeler, harbiyeler, mühendishaneler, baytarhaneler ve sanat akademileri (sanayii nefiseler) ile donatır pırıl pırıl gençler yetiştirmeye başlar.
Yetmez mesleğinde söz sahibi olan ecnebileri İstanbul’a davet eder, onlara bir konak, bir fayton, aşçı uşak verir apoletli üniformalar sunar...
Nişanlar, madalyalar...
Adamlar da bildikleri ne varsa anlatır, seleflerini yetiştirmeye uğraşırlar.
Mesela diyeceksiniz.
Mesela bir zamanlar tıkır tıkır işleyen bimarhaneler çöküp, çürüyünce akıl hastaları sersefil olur, ortada kalırlar. Abdülhamid Han bizzat Kaiser Wilhelm’i araya koyar. Almanya’dan dünyaca ünlü psikiatrist Prof Rieder ile Dr Deycke’yi İstanbul’a getirtir, Gülhane Rüştiyesini emrlerine açar. İşte Mazhar Osman’lar orada yetişir, nöbeti devr alır ve Ayhan Songar’ların kuşağına maya çalarlar.

Sivil paşalar
Hangi birini anlatayım, ünlü itfaiyeci Kont Zcini (Seçini Paşa), birkaç yıllığına geldiği İstanbul’dan kopamaz, şehrimizde yeryüzünün en modern itfaiye teşkilatını kurar. Artık yalınayaklı tulumbacılar sağa sola koşturmaz. Fevkalade hızlı ve donanımlı birlikler yangını karadan ve denizden çevirir, hem ateşi boğar, hem de ilkyardım hizmeti sunarlar.
Sultani marşını besteleyen Donizetti Paşa ise Muzika-ı Hümayun’u kurar.
O devir ressamlarını incelerseniz çoğunda İtalyan Fausto Zanaro’nun emeği olduğunu görürsünüz ki o dahi Sultanın daveti ile Asitane’ye yerleşen sivil bir paşadır aslında...
Ancak ittihatçılar iktidarı ele geçirince bu sanatkarı (hiç de haketmediği halde) aşağılar, “tükürmüşüm sanatına” der, memleketten kovarlar.
Abdulhamid Han Pastuer’ü getirmeyi çok arzular, razı da eder ama o günlerde harp çıkar. Ünlü kaşif zor günlerinde yurdundan ayrılmayı münasip bulmaz. Yine de Türk hekimlerini yetiştirir, bizim çocuklarımız Pasteur’ün hemen ardından kendi çabaları ile aşılar yapar.

Yatırım insana
Osmanlı gençleri fotoğraf makinesiyle, film şeritleriyle, tiyatro sahneleriyle, hafiye romanlarıyla Ulu Hakan zamanında tanışırlar. Tam tekerlek çamurdan kurtulmuş araba düze çıkmıştır ki tanzimatçılar heyheylenir memleketi cihan harbi gibi bir girdaba yuvarlarlar.
Sadece Çanakkale’de onbinlerce yedek zabit (hakim, mühendis, muallim) şehit düşer, kazandığımız savaşta da çok şey kaybederiz. Zaten o günden sonra iki yakamız bir araya gelmez. Cehalet yayılır, ehil olmayanlar koltukları paylaşırlar.
Eğer ittihatçılar devleti savaşa sürüklemeseler Balkanlarda, Ortadoğu’da bir çok bölge uhdemizde kalacak, bugün petrol ihraç eden ülkelerden biri olacaktık ihtimal.
Sultan Abdülhamid Han tahta çıktığı günlerde devlet en buhranlı günlerini yaşar. Nereyi tutsan elinizde kalır. Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da ayaklanmalar... Sırbistan ve Karadağ cephelerinde savaş...
Rus’la, Rum’la gerginlik artar, Girit, Filistin, Arabistan içten içe kaynar.
Genç Sultan kâh tersanede bahriyelilerle oturup asker yemeği yer, kâh camilere gidip, halkın arasına katılır. Milleti yeisten kurtarır, ordunun moralini yükseltir. Askerimiz Belgrat’a girmek üzeredir ki büyük devletler işe karışırlar.
İstanbul’daki Tersane Konferansından Batılılar olmayacak şeyler isterler. Abdülhamid Han Rusya ile yapılacak bir harbin neticesini tahmin eder, işi zamana yayarak soğutmayı planlar. Ancak İngilizlere çok güvenen Mithat Paşa savaş çığlıkları atar, hiç yoktan başımıza
gaile açar.
“93 Harbi”nde memleket zor günler yaşar. İngilizler bizi yalnız bırakır, “bakın başınızın çaresine” buyururlar. Ardı ardına gelen hezimetler, kan, barut, duman... Edirne ve Kars düşer, Erzurum sallanmaya başlar, Ruslar burnumuzun dibine girer, Yeşilköy’e dayanırlar. On binlerce Müslüman şehid olur, muhacir kafileleri İstanbul’a akar. 3 Mart 1878’de Ayastefenos Muahedesi imzalanır ki “idam fermanı” dense yeri var.
Ulu Hakan bu anlaşmayı tanımaz. Rus’u İngiliz’le tokuşturarak, aradan sıyrılmaya bakar.
Ve başarırda...
Badireyi siyasi manevralarla atlatır, memleket bir nebze olsun ferahlar.
Evet İstanbul düşmez ama yaraları sarmak da kolay olmaz.

Temkinli sultan
Abdülhamit Han savaşların felaket olduğunun farkındadır, soğukkanlı hareket eder, maceraya kalkışmaz. Ancak ihaneti de affetmez, icap ettiğinde yıldırım gibi Yunanistan’a dalar, Batılılar araya girer de Atina’nın düşmesine mani olurlar.
Paşalar, nazırlar gamsızdırlar. Cephelerde kan pahasına kazanılanları masada mirasyedi gibi harcarlar. Genç Sultan bunların yabancı ülkeler tarafından kullanıldıklarını hisseder ve takip ettirmeye başlar. Nitekim çoğunun kirli çamaşırları ortaya çıkar. Zaten adı bu yüzden vehimliye çıkar ya...
Abdülhamid Han, her geçen gün dizginleri ele alır ve amcasına (Sultan
Abdülaziz’e) kıyan Midhat Paşa ve arkadaşlarının Yıldız Mahkemesinde yargılanmalarını sağlar.
Denge politikası icabı Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurar, İtalyanlarla takışmamaya bakar. Sırbistan ve Romanya etkisizdir. Karadağ ve Bulgaristan prensleri ise, Padişah’a bağlıdırlar. Dömeke hezimetini yaşadıktan sonra Yunan tarafından da ses çıkmaz. Devletin itibarı yükselir, Asya ve Afrika’da adına hutbe okurlar.
İngilizler de az hilebaz değildir hani, bir taraftan İttihadçıları ayaklandırır, diğer taraftan komitacıları kışkırtırlar. Lawrensler, Cemaleddin Efganiler... Ortalık casus kaynar.
İç düşmanlarla dış düşmanların hedefi birleşir. Artık ne yapıp yapmalı Abdülhamid Han’dan kurtulmalıdırlar.
Önce propaganda başlar, Fransız yazar Albert Vandal, Türk Hakanına “Le Sultan Rouge” (Kızıl Sultan) adını takar.
İşin acı yanı bu tabiri yerliler de kullanır, oyuna alet olurlar.
Rus Çarı, Ermenilerden hayli rahatsızdır, zira bağımsız bir Ermenistan, Rusya’dan epeyce toprak koparır. Bu yüzden onları Anadolu üzerine salar. Ermeniler Doğu Anadolu’da isyanlar çıkarmakla kalmaz, Abdülhamîd Han’ı öldürme kararı alırlar.
Troşak Ermeni ihtilal komitesi reislerinden Bakülü Samoil Kayın diğer adıyla Hristafor Mikaelyan saatli bomba kurup patlatmadaki mahareti ile tanınan Belçikalı anarşist Edward Jorris’i bulur, el sıkışırlar.

Ermeni tedhişi
Sultanı öldürdükten sonra Bâb-ı âlî’yi, Galata köprüsünü, Osmanlı Bankası’nı, Tüneli, Büyük Postaneyi ve bazı yabancı sefarethaneleri havaya uçuracak, o hengamede isyanlar çıkarıp ortalığı kana boyayacaklardır. Avrupa devletlerini müdahaleye çağıracak ve devletlerini kuracaktırlar.
Jorris, işine titizdir. Günlerce plan program yapar. Ölçer, biçer, hesaplar. Suikast için Viyana’da hususi bir araba yaptırır, parçalar halinde İstanbul’a getirip birleştirir. Tahrip gücü büyük bir patlayıcıyı zulaya koyar...
Bombayı 21 Temmuz 1905 Cuma günü patlatma kararı alırlar. Padişah’ın Cumaları Yıldız camiinden çıktıktan “1 dakika 42 saniye sonra” arabasına binmektedir. Haftalarca saat tutarlar, milim şaşmaz. Öyleyse kolaydır. Bombalı arabayı Padişah’ın arabasının yanına yanaştırmalı, Sultan merdivenlerde görününce kronometreyi kurmalıdırlar. Gelgelelim bekledikleri olmaz Sultan o hafta âdetinin hilafına kapıda Şeyhülislam Cemâleddin Efendi ile konuşur. Hani öyle önemli bir mevzu da yoktur, Yıldız Camiinin akıtan olukları onarılsa iyi olur filan... İşte bomba o anda patlar. Kollar bacaklar havaya uçuşur, hayvanlar telef olurlar. Üçü asker 28 mümin şehit düşer, yaralıların sayısı elliyi aşar.
Ulu Hakan soğukkanlıdır, bir yandan halka “korkmayın sakin olun” derken, sıyrılıp uzaklaşanlar gözünden kaçmaz. Peşlerine adam takar, katiller kıskıvrak yakalanırlar.

Siz Edward Jorris değil misiniz?
Abdülhamid Han eylemciyi bizzat sorgular, gayet düzgün bir Fransızca ile “Siz” der, “Anvers doğumlu Jorris değil misiniz? Singer fabrikalarında çalışmıyor muydunuz?”
Teröristin gözleri fal taşı gibi açılır. Padişahın dünyanın en güçlü istihbarat teşkilatına sahip olduğunu o zaman anlar.
Abdülhamid Han tesirli bir tonda sorar: “Bu kirli işe niye karıştınız Edward?”
Artık birşeyler saklamak manasızdır. “Ben bir profesyonelim” der, “Ermeniler çok altın verdiler. Eşim de (Anna) bu işin mütehasısıdır. Arabayı Viyana’da Neseldorfer Wagenbau Fabriks Geselschaft firmasına yaptırttık. Sonra parça parça söktük, kumaş topları arasında gümrükten sızdırdık. Burada tekrar monte ettik, içine 80 kilo melinite cinsinden patlayıcı, 20 kilo da metal parça sakladık. Nihayet dün arabayı sizinkine yanaştırdım. Fransa’dan getirtilen çok hassas bir saatı devreye aldım. Gerisi malumunuz...”
Suç arkadaşlarını da ele verir, Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar, Hristofor Mikaelyan (Samuel Fein takma adiyle dolaşır) ve kızı Robina, Mıgırdıç Serkis Garibyan, Karabet Ohanesyan, Vahram Sabun Kendiryan, Silviyor İçi, Sari Torkom ve Trase Yuvanoviç’in isimlerini sayar.
Hacı Nişan Minasyan ise Jorris ile birlikte yakalanmıştır.
Bakın şu işe ki hadise mahallinden uzaklaşamayan Hristofor Mikaelyan (örgütün beynidir) cesetler arasındadır.
Edward Jorris, Belçika Büyükelçisinin huzurunda da itirafını tekrarlar. Mahkeme onu idama mahkûm eder. Gelgelelim Belçika hükümeti Hariciye Nezaretine bir nota gönderir ve vatandaşının cezasını Belçika’da çekmesi için iadesini ister. Büyükelçi bu iade talebini İstanbul Brüksel arasında imzalanan “Dostluk ve Ticaret Antlaşması”na dayandırmaya çabalar.
Abdülhamîd Han onlara kulak asmaz. Hadise soğuyunca Jorris’le anlaşır ve memleketine yollar.
Artık bombacı militan Osmanlıya çalışır, düzenlenen tuzakları ehline fısıldar...

Terörsever yazar
Yabancı devlet adamları, edipler, sanatkarlar menfur saldırıyı kınarken Tevfik Fikret yakışıksız bir çıkış yapar. Sadece Türk sultanını değil, Türk devletini, bayrağımızı, mabedimizi, askerimizi hedef alan tedhişçiyi ayakta alkışlar.
“Bir lahza-i teahhür” ismindeki şiirinde “Ey şanlı avcı, dâmını beyhûde kurmadın,/ Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın” diye zırvalar.
Resmen teröriste, bölücüye, destek. Basın yoluyla kânunun suç saydığı bir fiile övgüler dizmek.
Tevfik’i tanıyanlar şaşmaz. Zira hırslıdır, kinlidir, gölgesiyle bile kavga yapar.
Peki... Ya onu destanlaştıranlar? Adını caddelere, sokaklara, okullara koyanlar?

Türkiye Gazetesi
İrfan Özfatura

23.09.2007

Binlerce yıllık açıklanamayan olaylar

Günümüzden 2 bin yıl önce yapılan ve Bağdat yakınlarında bulunan pilin sırrı ne. Bir kentin inşası tam 2 bin yıl sürer mi. Antik Çağ'da da bilgisayar kullanıldığını biliyor musunuz. İşte binlerce yıllık gizemli olaylar...

Image Hosted by ImageShack.us

Harçsız taş set
Peru'nun Cusco bölgesindeki bir İnka kalesinin etrafını 360 metre boyunca zikzak yaparak saran 9 metrelik setlerin yapımında, tanesi 300 tona varan kireçtaşı blokları kullanılmış. Ancak hiç harç kullanılmamasına rağmen bu kayalar, arasına bıçak bile sokulamayacak kadar mükemmel yerleştirilmiş.

Antik çağı bilgisayarı
1900 yılında Girit açıklarındaki bir batıkta araştırma yapan bilim adamları ilginç bir cisme rastladı. Tahta bir muhafazanın içine yerleştirilmiş bir dizi bronz dişliden oluşan bu garip nesnenin kasası, yüzeye çıkarıldığı anda dağıldı ve cihazın içindeki karmaşık yapı ortaya çıktı. Yapılan çalışmaların ardından, bu aygıtın Ay, Güneş ve diğer gezegenlerin konumlarını hesaplamak ve istendiği anda bunların pozisyonlarına yönelik tahminlerde bulunmak için geliştirildiği anlaşıldı.

Concord'un atası
M.Ö 200'de yapıldığı sanılan bu nesne, 1898 yılında Mısır'da bir lahitte bulundu. Ancak gerçek uçaklar icat edilene kadar ne olduğu konusunda kimse bir fikir beyan edememişti. 1972'de arkeolog Halil Mesiha bunun bir model uçak olduğunu, mükemmel bir aerodinamiğinin bulunduğunu ve kanatlarının Concorde'u andırdığını iddia etti.

1000 yılda yapılan kent
Pasifik Okyanusu'ndaki Mikronezya adası yakınlarına kurulu antik Nan Madol kentinin inşası, M.Ö 200'de başladı ve 1000 yıl sürdü. 250 milyon tonluk dev bazalt bloklar kullanılarak yapılan bu kent, 100 yapay adayı kanallarla birbirine bağlıyor. Bu kadar bazaltın bölgeye nasıl getirildiği ise hala sır.

Geleceği gören harita
Coğrafya ve harita uzmanı ünlü Türk denizci Piri Reis'in 1513'te çizdiği Afrika, Amerika ve Güney Kutbu'nu gösteren harita, ortaya çıkarıldığı 1929 yılında ortalığı karıştırdı. Çünkü Güney Kutbu'nun keşfi, haritanın çizilmesinden çok sonra, yani 1818'de gerçekleşmişti. Dahası, Piri Reis'in haritası, kıtanın buz altında kalmış sahil kesimlerini de gösteriyordu. Ancak kıta üzerindeki buzlar, haritanın çizilmesinden tam 6 bin yıl önce erimişti.

Image Hosted by ImageShack.us

2 bin yıllık pil
Alman arkeolog Wilhelm Konig tarafından 1938'de Irak'ın başkenti Bağdat'ın yakınlarında bulunan 2 bin yıllık pil, bilim adamlarını şaşkına düşürdü. Konig, 13 santimetre boyundaki toprak bir kabın içine monte edilmiş bir bakır silindir, onun etrafındaki demir çubuk ve testinin ağzını kapatan asfalttan oluşan bu nesneyi "dünyanın en eski pili" olarak tanımladı. Pilin 2 volt enerji ürettiği saptanırken, 1800'lü yularda modern pili icat eden Alessandro Volta adlı İtalyan kontunun da şöhretine gölge düştü.

Image Hosted by ImageShack.us

Kristal kuru kafa
Maya dönemine ait 1000 yıllık bu kristal kuru kafa, tek bir blok kristal üzerine oyma olarak yapılmış. Nasıl yapıldığı hala anlaşılamayan kuru kafanın altından tutulan ışık, doğrudan göz çukurundan yansıyor. Bu teknolojinin bugün bile mümkün olmadığı söyleniyor.

Uzaylılar için iniş pisti
Peru'nun Pampa sahilindeki 450 kilometrekarelik alan üzerine çizili motifler, M.O. 300 üe M.S. 600 arasındaki dönemi kapsayan hayvan ve bitki şekillerini resmediyor. Nazca medeniyeti tarafından yapıldığı düşünülen bu garip motiflerin, uzaylılar için bir iniş pisti vazifesi gördüğü öne sürülüyor.

Generalin kemer tokası
M.S. 300'lü yıllarda ölen Çinli general Çou Çou'nun mezarında 1956 yılında bulunan kemerin tokası, yüzde 85 oranında alüminyumdan yapılmış. Ama doğada sadece bileşik olarak bulunan alimünyumun diğer maddelerden ayrıştırılarak tek bir madde olarak kullanılabilmesi ilk kez 19. yüzyılda mümkün olmuştu.

Kayaya gömülü çekiç
Tahta sap ve demir tokmaktan oluşan bu çekiç, 1936'da Teksas'ta 400-500 milyon yıllık bir kayanın içine gömülü olarak bulundu. Modern bir aletin tarih öncesi bir kaya kütlesinin içine nasıl girdiği bir yana, çekiçte kullanılan demirin günümüz demirlerinden bile saf olması bilim adamlarını hayrete düşürdü.

Kaynak: Hürriyet

Coca Cola'nın anlamı

Turkuaz Su

Bu yazı Y.Doç.Dr.Cemalettin CAMCI tarafından hazırlanmıştır.

Dün gece eve dönerken su almak üzere markete uğradım, görevliye şöyle
sordum:

- 1,5 lt. su var mı? Ama Turkuaz dışında lütfen
Turkuaz çıktığından beri bu şekilde su alıyordum artik. Para verip kötü su içmeye hiç niyetim yok!

Marketteki adamın dediklerini aynen aktarıyorum:

- Abi, ben o sudan satmıyorum. İnan ki gelen müşterilerden onda dokuzu senin söylediğin şeyi söylüyor.

- Peki, neden halen satıyorlar?" diye sordum.

- Abi, Turkuaz suyu, marketlere bedava veriliyor, satarsan kara geçiyorsun, satmazsan öylece duruyor. Ama ben satmıyorum, çünkü alan yok. Ayrıca CocaCola satanın Turkuaz da satma zorunluluğu var, hatta
Başka su sattırmamaya çalışıyorlar.

- Uzun söze gerek yok; hiç kimse almazsa, hiç kimseye satamazlar...

Lütfen okuyun, okutun! Bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkiye'de bazı şişeli içme suları doğal kaynak suyu değil. Doğal kaynak sularında devlete para ödemeniz gerekiyor, artı bu tesislerin
yatırım maliyeti çok yüksek. Dolayısıyla CocaCola ne yaptı, kaynak suyu araştırmalarının maliyetlerini çok yüksek bulduğu için Bursa/Kestel ovasındaki CocaCola fabrikasında derin kuyu pompalarıyla ovanın suyunu çekerek bunu da termostan geçirip filtre ederek hem CocaCola meşrubatını hem de Türkuaz'ı şişelemeye başladı.

Türkuaz'ın etiketinin üst ve altındaki Kahverengi şeritlere dikkat edin:
"Sofra İçeceği" yazar. Devlet, CocaCola'nin uyanıklığını kanuna uydurmak ve uyanıklığa yapılacak itirazları bertaraf etmek için böyle bir kural çıkardı! Binlerce dönümlük tarım arazisinin bulunduğu ve
CocaCola hariç hiçbir İsletmeye "derin kuyu pompası" çakma izni verilmeyen Kestel ovasında, yeraltından çekilen su, filtre edilip daha sonra içine bazı mineraller katıldıktan sonra Türkiye'nin en ücra
kasabalarına bile satılıyor ve lıkır lıkır içiliyor. Bazı yazlık kasaba ve köylerde neredeyse Turkuaz harici içme suyu bulamazsınız çünkü dağıtım ağı çok güçlü. Bayilere baskı bile olduğu yolunda duyumlar
aldım. Turkuaz içmeye Devam edecekseniz, unutmayın, yapay bir su içiyorsunuz. Duyarlı bir vatandaş olarak konuya dikkatinizi çekerim.

Her tarafı doğal kaynak sularıyla dolu memlekette, millete kuyu suyunu zorla ve de üstüne para alarak içiriyorlar. İçmeyin arkadaşlar!

Kola'nın Ülkesi'nin 1960 lı yıllarda, Özellikle ilkokul Öğrencilerine Ücretsiz süt tozu, balık yağı ve peynir yardımı yaptığını, bu tarihlerden sonra Anadolu tarihinde ilk kez çocuk felci vakalarının görüldüğünü ve de sonraları Çocuk felci aşısının "rutin aşılar" arasına sokulduğunu, bu aşıların bizlere büyük paralarla satıldığını
HATIRLAYIN VE UNUTMAYIN..

Küba gibi bir ülkenin "İnsan sağlığıyla ticaret olmaz" diyerek, (ABD de bile patent aldığı) kanser aşısını, yoksul ülkelere ilacı, isteyen Ülkelere de patentini Ücretsiz verdiği, buna karşın tüm AB / ABD /
İSRAİL'in yapay hastalıklarla hazinemizi ve sağlığımızı emdiklerini BİLİN VE UNUTMAYIN.. Ücretsiz" adını bile söylemeyen bu malum firmalar, "Ücretsiz su veriyorlarsa" bunun nedenini DÜŞÜNÜN VE BULUN!!

Yazan
Y.Doç. Dr. Cemalettin CAMCI
Fırat Üniversitesi Genel Cerrahi Elazığ-Türkiye

"Turkuaz su" artık piyasada yer bulamamaktadır, isim değiştirerek piyasaya "Damla su" isimiyle tekrar giriş yapmıştır.

10.09.2007

Dillerin Yok Edilmesinde Üç Evre


Batılı sömürgeciler, mazlûm milletlerin dillerini yok edip onları birer köleler güruhuna dönüştürmek için ne çarelere baş vurmamışlar ki... Bunların bazılarında geçen haftaki yazımda bahsetmiştim. Dedim ya, batılı bazı dilbilimciler de bu yapılanlara karşı yeni yeni karşı çıkıyor. Yanlız, Türk Ulusu gibi bir ulusun dilinin bir iki nesilde yok edilmesine çalışıldığını, sanırım, onlar da tasavvur edemiyorlar. Zannediyorlar ki, öyle kültürel soykırımlar ancak Amerika, Alaska yerlilerine, Afrikalı kabilelere yapılmakta. [Tabii bu, iyimser yorum. İnşallah Türklere yapılanları bilip de kasten göz ardı etmiyorlardır. Ne de olsa betılı olup haçlı kafasından kurtulmak pek kolay değil.] Nasıl olur da, çok derin ve geniş bir tarihî birikimi olan, daha dedemin zamanında dünyanın en büyük birkaç devletinden birinin sahibi, dili dünyanın belli başlı üç beş en büyük dilinden biri, -üstelik en eskisini, ve olağan üstü matematiksel yapısıyla dilbilimcileri kendisine hayran bırakan bir dil-, evet, nasıl olur da böyle bir ulusa kültürel ve dil soykırımı bu kadar çabuk ve kolayca uygulanabilir?

O bahsettiğim, insancıl oldukları izlenimi veren dilbilimcilerden biri David Crystal idi. 2000 yılında basılmış " dillerin katli" kitabınnda David, bir dilin hayatî tehlikeye girdiğini haber veren emârelerden, bir de yok olma yolunda gerçirdiği üç merhaleden bahsediyor.

1. Evre: Yabancı hakîm gücün dilinin konuşulması için baskı. Baskı, tepeden aşağı (teşvikler, devletin kanunları yoluyla), aşağıdan yukarı (halkta özenti, moda yaratılarak) oluyor.

2. Evre: Çift dilli dönem. Ulusal dilin kullanım alanı azalıyor. [OS: Eğitim her düzeyde yabancı dilden yapılmaya başlanıyor. Her kesimden herkes işi gücü bırakıp yabancı dili öğrenme yokuşuna sürülüyor. Meslek, bilim yerine, hiç gereği olmayan yerlerde bile herkes yabancı dil sınavına girmekle meşgul.]

3. Evre: Gençler artık yabancı gücün dilini ulusal dilden daha iyi bilirler; "eski dili" kullanmaktan utanır oluyorlar. Velilerle çocuklar kendi dillerinde konuşamaz duruma gelmiş; çocuklar velileririni "eski dili" biliiyor diye "geri" kafalı" yaftasıyla küçümsüyor. Bir nesil, hattâ bir onyılda çift dillilik de kalmıyor; ulusal dilin yerini yabancının [yâni sömürgecinin] dili alıyor. [ O.S: Ülkenin iktisâdının, sinaî tesislerinin, tarımının, sonunda topraklarının yabancının eline geçmesi zâten ikinci evrede başlamış da hızlanmış durumdaydı. Üçüncü evre, devletin de, ulusun da tarihten silinmesi evresi. O ara, bu duruma gelinmesinde katkıları büyük olmuş yerli, beşinci kol gizli cemiyet üyeleri sevinçten göbek atıyorlar ama, yakında kendi başlarına geleceklerden de habersizler.]

İkinci evrede ulusal dili kurtarmak hâlâ mümkün. Ancak bu evre çok tehlikeli; çift dillilikten ulusal dilin yok olmasına geçiş, kimse farkına varmadan son sürat oluveriyor, bir dil savaşçısı çıkıp halkta biliçlenmeyi sağlayamazsa. Çünkü, ikinci evrede halk, kamuoyu, üçüncü evrenin kapının hemen arkasında beklediğini bilmiyor, ve de kayıtsız. ["Ayarlı" görevliler de uyutucu, yanıltıcı etkinliklerinde berdevam] "Canım ne olacak? Dil niye ölsün ki? İşte bak herkes konuşuyor" diyen vurdumduymazlara ilâveten hainler de çok.

İkinci evrede, tehlike zilleri çalmaya başlamıştır. Ulusal dilin katline doğru gidişatın hızlandığı, çift dilliliğin artışından, sömürgecinin dilinden bol bol yabancı sözcük kullanılmasından [ulusal dildeki karşılıkların unutturulmasından, sonra da "ayarlı" şerefsizlerin "ulusal dilde bu terimler yok ki" demesinden ] anlaşılıyor.

İşte böyle, "BÜYÜK UYANIŞ" ın gençleri! Türkiye şimdi ikinci evrede. Tehlike zilleri çoktan çalmaya başladı; hattâ ziller çan oldu bile (yurdun her tarafına yaptırılan kiliselerde çan çok) Peki, "çanlar kimin için çalıyor?"

Yazan; Prof.Dr. Oktay SİNANOĞLU
Kaynak; Büyük Uyanış adlı kitap

7.09.2007

Japonya yeni bir internet arıyor

Japonya, internetin yerine geçecek yeni bir ağ bağlantısı arayışında olduğunu açıkladı.

Japonya İletişim Bakanı, yeni bir araştırma başlattıklarını, amaçlarının interneti daha güvenilir kılmak ve daha az enerji harcayacak bir network (ağ) teknolojisi kullanarak yenileştirmek olduğunu açıkladı.

İnternetin dünyada yaygınlaşmasıyla güvenlik problemleri gittikçe artıyor. Ayrıca internet farklı tehlikeler getirebiliyor; bunlardan biri hacker diye bilinen korsanlar. Bu korsanlar bilgisayarları ele geçirebiliyor ve bu nedenle on-line bankacılık aracılığı ile banka hesapları boşaltılabiliyor.

Japonya İletişim Bakanlığı Müdür Yardımcısı Yoshihiro Onishi, "Japonya teknoloji konusunda rekabet içinde kalmak zorunda. Yeni bir ağ bağlantısı teknolojisinin 2020 yılında devreye girmesi bekleniyor. İnternet limitini dolduruyor. Bu nedenle böyle bir araştırmaya ihtiyaç duyuyoruz" dedi.

Bilim adamları da aynı fikirdeler. İnternetin yerine geçecek veya internet ile birlikte var olacak tamamen yeni bir ağ bağlantısının gelişmesi gerektiğini düşünüyorlar. Yoshihiro Onishi, "Bu konuda diğer ülkelerle iş birliği söz konusu olabilir" şeklinde açıklama yaptı.

Japonya'da gerçekleştirilene benzer araştırmaların ABD ve Avrupa'da da, internetin altyapı mimarisini yenilemek amacıyla, başlatıldığı belirtiliyor. Ancak özellikle ABD'deki bu girişimlerin 10-15 yıldan önce meyve vermesi beklenmiyor.

Kaynak : NTVMSNBC

6.09.2007

Attilâ İlhan

HAYATI

İlk Gençlik Yılları

15 Haziran 1925'te Menemen'de doğdu. İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir'de, kalanını ise babasının mesleği dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözaltında kaldı, iki ay hapis yattı. Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi'ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı'nda Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle pek çok ünlü şairi geride bırakarak ikincilik ödülünü aldı. 1946'ta mezun oldu. İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Üniversite hayatının başarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk şiirleri yayımlanmaya başladı. Hukuk Fakültesi’ndeki yüksek öğrenimini yarıda bıraktı. 1948'de ilk şiir kitabı Duvar'ı kendi imkânlarıyla çıkardı.

Paris Yılları

1948 yılında, üniversite ikinci sınıftayken Nâzım Hikmet'i kurtarma hareketine katılmak üzere ilk kez Paris'e gitti. Bu harekette aktif rol oynadı. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri daha sonraki eserlerinde yer alan birçok karakter ve olaya temel oluşturmuştur. Türkiye'ye geri dönüşünde başı sık sık polisle derde girdi. Sansaryan Han'daki sorgulamalar ölüm, tehlike, gerilim temalarının işlendiği eserlerinde önemli rol oynamıştır. Bir kaç kez gözaltına alındı.

İstanbul - Paris - İzmir Üçgeni

1951 yılında Gerçek gazetesinde bir yazısından dolayı kovuşturmaya uğrayınca Paris'e tekrar gitti. Fransa'daki bu dönem, Attilâ İlhan'ın Fransızcayı ve Marksizmi öğrendiği yıllardır. 1950'li yılları İstanbul - İzmir - Paris üçgeni içerisinde geçiren Attilâ İlhan, bu dönemde ismini yavaş yavaş Türkiye çapında duyurmaya başladı. Yurda döndükten sonra, Hukuk Fakültesi'ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlamasıyla beraber öğrenimini yarıda bıraktı. Sinemayla olan ilişkisi, yine bu dönemde, 1953'te Vatan gazetesinde sinema eleştirileri yazmasıyla başlar.

Sanatta Çok Yönlülük

1957'de gittiği Erzincan'da askerliğini yaptıktan sonra, tekrar İstanbul'a dönüş yapan Attilâ İlhan sinema çalışmalarına ağırlık verdi. Onbeşe yakın senaryoya Ali Kaptanoğlu adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca, 1960'ta Paris'e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönem, babasının ölmesiyle birlikte yazarın İzmir dönemini başlattı. Sekiz yıl İzmir'de kaldığı dönemde, Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Aynı yıllarda, şiir kitabı olarak Yasak Sevişmek ve Aynanın İçindekiler dizisinden Bıçağın Ucu yayımlandı. 1968'de evlendi, 15 yıl evli kaldı.

İstanbul'a Dönüş

1973'te Bilgi Yayınevi'nin danışmanlığını üstlenerek Ankara'ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak'ı Ankara'da yazdı. 1981'e kadar Ankara'da kalan yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul'a yerleşti. İstanbul'da gazetecilik serüveni Milliyet (2 Mart 1982 - 15 Kasım 1987) ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attilâ İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996 yılından 2005 yılına kadar köşe yazılarını Cumhuriyet gazetesi'nde sürdürdü. 1970'lerde Türkiye'de televizyon yayınlarının başlaması ve geniş kitlelere ulaşmasıyla beraber Attilâ İlhan da senaryo yazmaya geri dönüş yaptı. Sekiz Sütuna Manşet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu.

İlk romanı Sokaktaki Adam yayımlandığında 10 roman yazmıştı. Bunlar hiç gün ışığına çıkmadı. Attilâ İlhan bunun sebebini bir söyleşide şöyle açıklıyor: "... birçok roman yazdım daha önceden. Ama neden yayınlamadım? Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatırlar. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır." (Düşün, Haziran 1996).

Roman serüvenine başladığında döneminin diğer yazarları daha çok yerel ve kırsal olayları, kişileri işlerken Attilâ İlhan şehir insanını Türkiye'nin yakın dönem tarihini siyasal, ekonomik ve sosyal yanlarıyla ele alan bir yapı içerisinde işliyordu. Sadece İstanbul, İzmir gibi Türkiye'nin büyük şehirlerini, işlediği dönemin yaşam tarzını, ekonomik ve sosyal sorunlarını kahramanlarının gözüyle yansıtmakla yetinmiyor; aynı zamanda, batı kültürünün Türkiye'ye ne şekilde yansıdığını, olumlu ve olumsuz etkilerini, çizdiği karakterlerle ve Avrupa'daki şehirlerle örtüşen bir yapı içerisinde irdeliyordu.

Hazırlık ve Arayış Dönemi

Romanda 'hazırlık ve arayış dönemi' diye nitelendirilebilecek dönemde, yayımladığı Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez'de yazarın Paris'te yaşadığı yıllara ait deneyimlerinin ve gözlemlerinin karakterlere yansıdığı görülür. Yazıldığı yıllarda Türkiye'deki batılılaşma uğruna toplumdan kopan kişilerin bocalamaları Sokaktaki Adam'da ele alınırken, Zenciler Birbirine Benzemez'de Avrupa'da komünist ve anti-komünist mültecilerle karşılaşan, hayal kırıklığına uğramış bir devrimci anlatılır. Her bölümün farklı bir karakterin ağzından aktarıldığı Sokaktaki Adam, Attilâ İlhan'ın edebiyatımıza getirdiği yeni bir söylem olarak alınabilir. Daha sonraki romanlarında da görüleceği gibi, diyalektik bir yaklaşımla işlenen olaylarda kahramanlar güçlü ve zayıf yanlarıyla okura ulaşır; birbirlerini suçlamaz ve okuyucuda önyargı oluşturmazlar. Attilâ İlhan, Zenciler Birbirine Benzemez için bakın neler diyor:" Kitap 'soğuk savaş'ın en belalı döneminde yazıldı, yayınlandı. Çok ikircikli bir sorunu tartışıyordum. Romanın kahramanı, İstanbul'daki ve Paris'teki 'solcu' çevrelerle düşüp kalkıyor, bunlarla ilişkilerini ve tartışmalarını anlatıyordu, her şeyi olduğu gibi yazmak, romanın yayımlanmasından vazgeçmekle eşitti. Bu bakımdan, içeriğine hafif flu bir hava verdim."

Romanın dilinin farklılığını ise yazıldığı dönem içerisinde yoğun Fransızca çalışmasına bağlayan yazar, bazı cümleleri Fransızca düşünüp Türkçe yazmıştır.

Olgunluk Dönemi

Yazarın "olgunluk dönemi" diye tanımlanabilecek edebiyat süreci Kurtlar Sofrası ile başlar. Sokaktaki Adam'da ne istediğini değil, ne istemediğini bilen biri anlatılırken; Zenciler Birbirine Benzemez'de Mehmed-Ali istedikleri ile istemedikleri arasında mütereddit bir karakteri yansıtmaktadır. Oysa Kurtlar Sofrası'nda Mahmud ne istediğini çok iyi bilen bir karakteri çizer. Bu üç romanıyla Attilâ İlhan Türk aydınına farklı açılardan bakar, fikirlerini diyalektik-materyalist bir sentez içinde derleyerek Türkiye için bir sentez önerir- ki sonradan yazdığı beş kitaplık Aynanın İçindekiler serisi de bu zemine oturmuştur-. Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet'te Sabah Ezanları ve O Karanlıkta Biz bu seriyi oluşturan romanlar. Her romanda yer alan karakterler, Türkiye'nin tarihinde köşebaşlarını oluşturmuş dönemlere ayna tutan aydınlardır. Tarihi olaylar, politik ve sosyal dengelerle ele alınır. Birbirleriyle bağlantısı olan karakterlerden herbiri bir romanda ön plana çıkar ve olaylar onun gözlemleriyle aktarılır. Bu serinin bütünü irdelendiğinde yine, yazarın Türk aydınına yakın tarihimize bir bakma şansı tanıdığını ve kendi toplumcu-gerçekçi bakış açısıyla önergeler sunduğu görülür.

Politik Araştırma ve Düşünceleri

Attilâ İlhan, vefatından önceki son yıllarını tarih araştırmalarına vermişti. Kendisine, Atatürk'ün eşsiz bulduğu dehasını herkesle paylaşma misyonunu edinmiş, Türkiye'nin yakın tarihi hakkında düşündüklerini çoğunlukla belgelere dayandırarak televizyon ekranından topluma seslenme gereği duymuştu. Milli Mücadele yıllarının hangi şartlarda kazanıldığından ve o dönemin olağanüstü ruh halinden devamlı bahseder, Türkiye'nin olası bir Avrupa Birliği (AB) üyeliğinde egemenliğini AB Devletleri ile paylaşacak olmasına ise şiddetle karşı çıkardı. Batılı devletlerin dostları değil, sadece çıkarları olabileceğini söyler, onların sömürgecilik anlayışlarını hemen her platformda tarih ve belgeleri ile vererek eleştirmekten çekinmezdi. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasına giden süreçte Tanzimat Fermanı'nın çok büyük bir darbe olduğunu düşünür, bu tarihten sonra Osmanlı'nın çözülmesinin hızlandığını söylerdi. Mustafa Kemal'in bilgisi, dehası, yaptığı hareketlerde toplumu hep arkasına alması (teşkilatçılığı) ve yaptığı devrimlere olan hayranlığını her platformda vurgulayan Attilâ İlhan; onun, yaptığı devrimlerde Fransa'yı örnek almasına rağmen Avrupa devletleri ile kurduğu mesafeli ilişkileri her zaman övmekten geri durmadı. Gâzi'nin ölümünden sonra İsmet İnönü'nün batı yanlısı kararlarını ise her zaman eleştirdi. Günümüz aydınlarının çoğunun batı yanlı duruşları olduğunu söyleyip onları halkı tanımamakla eleştirir, eski halkla bütünleşmiş ve millet çıkarları için hareket eden aydın tiplerinin artık yok olma aşamasına geldiğini söylerdi. Üniversite öğrencilerince yapılan eylemlerin bir hedefe varamayacağını, çünkü öğrencilerin iktisadiî üretimde rol almadıklarını söyler, Fransız Devrimi'nin işçi sınıfı tarafından yapıldığından dem vururdu. Türkiye'de işçi sınıfını temsil eden bir siyasî partinin bulunmadığını, bunun gerçek demokrasinin önünde engel olduğunu söyler ama böyle bir partinin bir gün kurulacağını düşünürdü. Halka rağmen yapılacak olan hiçbir şeyin uzun süreli olamayacağını ise her zaman tekrarlamaktan geri durmadı. Anlattığı veya yazdığı olaylara hakim olması, kimsenin kişiliğine saldırmamaya özen göstermesi, onun, her kesimden insan tarafından takdir kazanmasını sağlamıştır.

Ölümü

Attilâ İlhan ilk kalp krizini 1985 yılında geçirdi. Bu tarihten sonra kardiyolojik sorunları devam eden İlhan'ın 2004'ten itibaren sağlık durumu daha da bozuldu. 10 Ekim 2005'te İstanbul'daki evinde geçirdiği ikinci kalp krizi sonucu hayata veda ettiğinde 80 yaşındaydı.

Timur

Timur veya Timurlenk (8 Nisan 1336, Keş, Türkistan - 19 Mart 1405, Otrar), kendi adıyla anılan imparatorluğun kurucusudur. Uluğ Bey'in büyükbabasıdır.

Babası Türk Barlas Boyu reislerinden Emir Turagay, annesi Tigin Hatundur. 1336 senesinde Mâverâünnehir’de Semerkand’la Belh arasında Keş kasabasında doğdu. Timur, babasının vefâtından sonra emirler arasında geçimsizlikler yüzünden memlekette anarşinin hâkim olması üzerine siyâsete karıştı. Mâveraünnehir Hâkimi Emir Hüseyin ile birlikte Doğu Türkistan Hükümdarı Tuğluk, Timur’a karşı mücadele verdiler.

1370’te, Emir Hüseyin ile arası açılan Timur, onun ölümünden sonra Mâverâünnehir’e tek başına hâkim oldu ve Semerkand’a gelerek tahta çıktı. Timur, yedi senede İran’ı hâkimiyeti altına aldı. Azerbaycan, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab’ı ele geçirdi. Yine 1371 ve 1379 yıllarında yaptığı seferlerle Harezm’i kendine bağladı. Timur, 1389’a kadar beş sefer yaparak Uygurları itaat altına aldı. Mülteci Altınordu Prensi Toktamış’a yardım edip, destekleyerek Altınordu hükümdarı yaptı. Toktamış Han, Emir Timur'a ihânet edince, 1390 ve 1391’de onu iki kere mağlup etti. İtil Irmağı doğusuna hâkim oldu.

Daha sonra Hindistan üzerine de sefer açıp, 1399’da Kuzey Hindistan’ı zaptetti. Yaptığı bütün savaşları kazanan Emir Timur, 1401-1402’de Suriye’yi, 1402 Ankara Savaşı sonunda bazı Osmanlı topraklarını hâkimiyeti altına aldı. Böylece Çin’e ve Delhi’ye kadar bütün Asya’yı, Irak, Suriye ve İzmir’e kadar Anadolu’yu aldı. 200.000 kişilik bir ordunun başında Çin’e sefere giderken 1405’te vefât etti.

Timur, pek çok medrese ve kütüphane yaptırdı. Bilhassa Semerkant şehrini imar etti. Burada pek çok sanat eserleri yaptırarak, örnek ve zengin bir şehir hâline getirdi. Tüzükât-ı Tîmûr adıyla yasalar çıkardı ve kendi tarihini kendi yazdı. Çağatay dilinde yazdığı bu kitaplar Farsçaya ve Avrupa dillerine de tercüme edildi. Avrupa edebiyatında kendisine geniş yer verilmiş, 16. yüzyıldan itibaren hakkında pek çok eser neşredilmiştir. Bu eserlerin pek çoğunda Timur'dan iyi kalpli ve büyük hükümdar olarak bahsedilmektedir. Osmanlı hükümdarı I. Bayezid ile harp ettiği için bazı Osmanlı tarihçileri onu kötülemektedir. Ancak Timur Ankara Savaşı'ndan sonra İzmir’i Hıristiyan şövalyelerden temizlemiştir.

Timur öncesinde Türkistan Türklüğü göçebeydi. Timur, Mâverâünnehr’i şehirleştirdi. Obaları iskan etti. Su kanalları inşasıyla toplumu tarıma geçirdi. Büyük şehirleri ticâret yollarına bağladı. Fetihleriyle âlimleri, sanatkarları Orta Asya’ya topladı.

Timur, Teftâzânî gibi âlimleri meclisinde bulundurur, nasihatlerini dinlerdi.

Zamânında Fadlullah-ı Hurûfî tarafından kurulan ve “Hurûfîlik” adı verilen fırka mensupları yayılmaya başladı. Kendisini tanrı îlân ederek bütün dinleri reddeden, Fadlullah’ı, oğlu Miranşah’a emir vererek 1393’te öldürttü. Tekkelerini dağıttı. İslâm ülkelerindeki bu kişilerin çoğunu temizledi.

5.09.2007

Türkçemize giren yabancı kelimeler.

Neden Devlet Büyüklerini sözlük kullanarak anlıyoruz ?

Görsel basında bazı devlet büyüklemizin konuşmalarını daha etkili kıldığını
sanarak inatla kullandıkları yabancı kelimeler, insanlarımızın sözlük
kullanmadan onları anlamalırını imkansızlaştırdığı gibi dilimizide
katletmektedir.Bütün devlet büyüklemize (kimbilir belki internette gezinirken
siteme rast gelirler) sesleniyorum, üst rütbedeki kişiler bu yanlışları yaparsa
normal vatandaşlarımızın yaptıkları normal karşılanmazmı?

Devlet büyüklerimizin yabancı dil inadından vazgeçip, dilimizi titizlikle
kullanmalarını umarak, sözylenen bazı ”yabancı” kelimeleri ”yabancı” kalmamanız
için türkçe karşılıklarını veriyorum:

kabine > vekiller heyeti > bakanlar kurulu

Gördüğünüz gibi ”kabine” sözcüğünün dilimizde iki karşılığı olduğu halde yeterli
gelmemiş Fransızcaya başvurulmuş.

Aynı şekilde yine dilimizde iki karşılı olan ”parlamenter” sözcüğü gibi:

parlamenter(fr.) > mebus > milletvekili
ve diğerleri…

media > basın-yayın > matbuat

sosyal > toplumsal > içtimai

komünikasyon > iletişim > muharebat


”Legal” kelimesininde dilimizde tam üç karşılı olduğu halde ısrarla
kullanılmaktadır:

legal > yasal > hukuki > kanuni

parlamento > meclis

problem > sorun > mesele

metot > yöntem > usul

minimum > en az > asgari

maksimum > en çok > azami

alternatif > seçenek

aktivite > etkinlik > faaliyet

kaos > karmaşa

consensus,konsensus > mutabakat

koordinasyon > eşgüdüm

koloni > sömürge > müstemleke (Arp.)

komisyon > komite > yar kurul > encümen > kurul

kongre > kurultay

direktör > yönetmen > müdür

organizasyon > örgüt > teşkilat


Futbol terimlerinin türkçe karşılıkları(sağdakiler türkçesi):

half back:hafbek

Frikik:serbest vuruş

Corner:köşe vuruşu

”Fault” kelimesi ingilizcede hata demektir ve dilimize ”Faul” olarak geçmiştir.

”Touch” ingilizcede;dokunmak, ellemek, değmek, teğet geçmek, bitişik olmak,
yetmek, kırmak, incitmek, etkilemek, para sızdırmak, temas etmek gibi bir çok
anlamı vardır dilimizde kullanılan ”Taç” kelimesi sanılanın aksine ingilizceden
değil arapçadan dilimize girmiştir ve bir çok anlamı vardır;

1 . Soyluluk, iktidar, güç veya hükümdarlık sembolü olarak başa giyilen, değerli
taşlarla süslü başlık:
“Tahtlar, taçlar artık tarihe karıştı.”- .

2 . Gelinlerin başlarına takılan süs.

3 . Genellikle göz düzeyinden yüksek mobilyaların üstlerindeki kabartmalı,
oymalı, süslü bölüm.

4 . bitki bilimi Çiçeğin dıştan ikinci halkasında bulunan yaprakların hepsi.

5 . eskimiş Bazı tarikatlarda şeyhlerin giydikleri başlık.

6. futbolda oyunu kenardan el ile başlatma.

Defense:savunma

Forvet:akıncı

Santra-center:orta saha

Türkçe Elden gidiyor.