3.09.2008

Şamanlık din değil

Ayin kıyafetleri ile “trans” hale geçmiş şamanlar.

Eski Türklerin hangi dine mensup olduğunu kime sorsanız, alacağınız cevap umumiyetle Şamanlıktır. Halbuki Şamanlık bir din değildir. Her dinde görülebilecek bir tabiatüstü kuvvetler sistemidir.

TÜRK PEYGAMBER
Eski Türklerin benimsediği temel inanç ve amel esasları, İslâmiyet ile büyük bir benzerlik göstermektedir. Allah’ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği inancı nazara alınarak, Türklere de peygamberler gönderilmiştir.

Eski Türklerin hangi dine mensup olduğu, bugün bile tartışma konusudur. Bugün elde o devre ait yazılı metinler fazla bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu mevzuda birtakım yanlış kanaatlere varmak tabiîdir. Meselâ Oğuz boylarında bazı kuşlar ongun (uğur) olarak kabul edilir. Bu da bazılarını eski Türklerde totemizmin varlığı kanaatine sürüklemiştir. Halbuki totemizm, sadece bir hayvanı atası olarak tanımaktan, yani ona değer vermekten ibaret değildir. Bir inanç sistemi olarak sosyal ve hukukî cepheleri de vardır. Sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir. Bu bakımdan ongunların varlığını, eski Türklerde totemizm inancı ile izah etmek mümkün değildir.

KABİLE BÜYÜCÜLERİ
Birçok tarih kitabında, eski Türklerin Şaman dinine mensup oldukları yazar. Türkler, Tunguzca bir kelime olan şaman yerine kam kelimesini kullanırlardı. Kam, tabiatüstü kuvvetlerle temasa geçebilen insandır. Biraz bugünkü medyumlar gibi, kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer, yani kendilerinden geçerler. Normal insanların görüp işitmediği şeylerden, ruhlardan, cinlerden anlatırlar. Bunlar, din adamı olmaktan ziyade, birer kabîle büyücüsüdür. İslâmiyet öncesi Arabistan’daki kâhinlere benzer. Güyâ gelecekten haber verirler. Hastaları iyileştirirler. Ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında konuşurlar. Bu büyücülere olan inancı din gibi görmek meseleyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Aslında Şamanlık müstakil bir din değildir. Sonradan dinlere karışmış tabiatüstü kuvvetler sistemidir. Bu bakımdan Şamanlık, her dinde bulunabilir. Orhun Kitabelerinde bir defa olsun kam kelimesi geçmemektedir.
Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre eski Türkler tek bir yaratıcıya inanmaktaydı. Ona sıfatlarına göre Çalap, Ogan, Bayat, Ülgen gibi isimler verirlerdi. Bu kelimeler İslâmiyetten sonra da Allah için kullanılmıştır. Çalap, yaratıcı, rahman; ogan, kudretli; bayat, hiçbir şeye muhtaç olmayan (ganî); ülgen, ululuk gibi ilahî sıfatları karşılar. Kutadgu Bilig’de, hatta Anadolu edebiyatında bu isimlere çokça rastlanır. Çelebi sözü, çalaptan gelir. Nasıl Allah rahman sıfatı ile dünyadaki bütün insanlara acıyıp aynı muameleyi yapıyorsa; çelebi denilen kimseler de Allah’ın Çalap sıfatıyla ahlâklanmış olarak, dost-düşman ayırmadan herkese iyi davranan kişi demektir.
Eski Türkler, bir yaratıcının iradesinin üstünlüğüne inanır, her işte onun rızâsını düşünürlerdi. Kadere inanırlar; Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya “Göklerin Tanrısı” ve “İhtişamlı Tanrı” mânâsına, Gök-Tanrı denildiği de olurdu. Eski Türkçede gök, aynı zamanda ihtişamı ifade eder. Tengri, yani tanyeri kelimesinin muharrefidir. Bu sebeple Türklerin tanrısının gökyüzü olduğunu söyleyenler olmuştur. Halbuki Orhun Kitâbelerinde; “Üstte mavi gök, altta yağız yer yarattıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” denilerek bunların mahlûk oldukları açıkça ifade edilmiştir. Yine onların “Tanrı yapar, Tanrı yaşar” inancına göre Tanrı mahlûk değil, hâlıktır, yaratandır. Nitekim Orhun kitâbelerinde geçen ifadeler, bunu çok açık ve kat’î şekilde göstermektedir.

TEK YARATICIYA İBADET
Türkler Müslüman olmadan çok önce, Âsurlular Türkistan’a girerek, sınıra yakın bölgelerdeki Türkleri, kendileri gibi güneşe, yıldızlara tapınmağa alıştırmıştı. Tanyeri ağarınca, güneşe dönerek ibâdet ederlerdi. Bu sebepten, güneşin ismi, tanyeri, tengri ve nihayet tanrı şeklini aldı. Tanyeri, eski Türklerin mabudu değil, kıblesi idi. Tanrı kelimesi, son zamanlarda Allah lafzının yerine ikame edilmeye çalışılmışsa da, tutmamıştır. Çünkü bu tabir eskiden ilah mânâsına kullanılırdı.

Eski Türklerde zinâ etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak, düşmanları bile olsa başka bir kimseyi aldatmak, zulüm etmek, hırsızlık yapmak, domuz beslemek ve etini yemek gibi hususlar büyük suç olarak kabul edilirdi. İşleyenler çok ağır cezâlara çarptırılırdı. Bunlar ise ancak bir dinî/ahlâkî sistemin mahsulü olabilir. Eski Türklerin benimsediği temel inanç ve amel esasları, İslâmiyet ile büyük bir benzerlik göstermektedir. Allah’ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği inancı nazara alınarak, Türklere de peygamberler gönderilmiş olması mümkündür. Bu peygamberler, insanlara inanç, amel ve ahlâk esaslarını bildirmiş olmalıdır. Eski Türklerde, Çalap (Allah), uçmağ (Cennet), tamu (Cehennem), yükünç (secde, namaz), uluğ-gün (kıyâmet), yek (şeytan), yazuk (günah) gibi dinî tabirler vardır. Bunların her birinin karşılığı İslâm dininde de görülür.


İslâmiyet, Budizmi sildi

Göktürklerin ilk yıllarında Budistler onların ülkelerinde mâbedler kurmaya ve taraftar toplamaya başlamışlardı. Ancak Türk beyleri bu işe karşı çıktı. Müslümanlık karşısında da Budizm siliniverdi.

Eski Türk dinine, sonradan hükümdarlar veya din adamları eliyle birtakım değişiklikler ve hurâfeler katıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim tarih kaynaklarında, Asurluların güneşe ve yıldızlara tapınmayı, bir ara hâkimiyetleri altındaki Türklere empoze ettikleri söylenmektedir.
Göktürklerin ilk yıllarında Budistler onların ülkelerinde mâbedler kurmaya ve taraftar toplamaya başlamışlardı. Hatta Taba Kağan (572-581) Budist rahiplerine ve onların mâbedlerine değer vermeye başlayınca, Türk beyleri bu işe karşı çıktı. Budizm, X. asırda bir ara Güney Uygurları arasında dar bir çevrede yayıldı. Ancak bunların da Budizm’e bağlılığı sathî oldu. Müslümanlık karşısında Budizm siliniverdi. Bugün Sibirya’da yaşayan Türkler’in bir kısmı Budisttir. Türk tarihçileri, Budizmin, Türkler arasında yayılmamış olmasını, Türklerin tarihte oynadıkları ve oynayacakları roller bakımından, çok müsbet karşılarlar. Hayatî bir din olmayan Buda dininin, yayıldığı ülkeler halkı arasında menfi bir tesir yaptığını söyleyerek Tibetlileri örnek verirler. Nitekim Bilge Kağan, Tao dininin ve Budizm’in Türkler arasında yayılmasına göz yumunca, vezir Bilge Tonyukuk buna karşı gelerek, bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını söylemiştir.

MANİ DİNİ, BUDİZM’E MÂNİ
Zerdüşt dini, İslâmiyet’in zuhurundan önce, Batı Türkistan’da, bilhassa Buhârâ havâlisinde bir ara yayılmıştır. Müslümanlar Buhârâ’yı zaptettikten sonra Zerdüşt dininin âkıbeti de Budizm gibi oldu. Ancak bu dinin Nevruz ve Mehrican gibi iki bayramı, buradaki bazı Türk toplulukları arasında zayıf da olsa mevcudiyetini muhafaza etti.

Zerdüşt ve Hıristiyan dininin bir karışımı olan Mani dini, vaktiyle bütün Roma ülkesinde yayılmıştı. İlk defa bir Uygur hükümdarı Böğü Kağan (759-779) Tibet Seferi sırasında Mani dinini kabul etti. Halkı bu dine çevirmeleri için yanında Mani râhipleri getirdi. Uygur Devleti böylece resmen Mani dinine girdi. Ancak İslâmiyetin zuhuruyla, zaten sathî olarak benimsenmiş olan Mani dini silinmiş gitmiştir. Türk tarihçilere göre, Mani dininin eski Türkler arasında yayılması, Budizmin fazla yayılmasına engel teşkil ederek Türklük açısından tarihî bir hizmet görmüştür.

BENLİĞİ KORUMANIN YOLU
Avrupa’ya giden Türklerden Doğu Avrupa ve Rusya’da imparatorluk kuran Hazarlar, Yahûdî dinine girmişti. Ancak bu din, hânedan, saray halkı ve devlet ricâli dışında fazla yayılma imkânı bulamadı. Bugün Ukrayna başta olmak üzere Doğu Avrupa’da yaşayan yüz bin civarındaki Karai mezhebinden Yahudî vardır. Bunların bir kısmını bu Hazar bakiyesi halklar teşkil eder. Karailerden Türk asıllı olanların haylisi, Kırım, Rus hâkimiyetine geçtikten sonra, Osmanlı ülkesine göçtü; bir kısmı da Müslüman oldu.

Moğolistan’da yaşayan Türkler arasında bir ara Hıristiyanlığın Nasturî mezhebi yayılmaya başladı ise de, uzun ömürlü olmadı. Nitekim Moğolların meşhur hanlarından Hülâgu’nun zevcesi, Nastûrî idi. Avrupa’daki Türk kavimleri (Bulgar, Avar, Peçenek, Kuman ve Hun bakiyeleri) yerli kızlarla evlenip Hıristiyanlaştılar. Zamanla dillerini ve millî şuurlarını da kaybettiler. Sadece Gagavuzlar, çok geç tarihlerde bu dine girdikleri için dil ve benliklerini bir mikdar koruyabilmiştir. Gagavuzlar, Müslümanlıktan evvel Anadolu’ya gelip Bizans hizmetine girerek Hıristiyan olan ve Balkanlara geçip bugünkü yurtları Moldavya’ya yerleşen Oğuz Türklerinin soyundandır.

KİTABELERDE GEÇMİYOR
Orta Asya’daki Türk tarihi hakkında önemli ipuçları veren Orhun Kitabelerinde bir defa olsun şaman (kam) kelimesi geçmez.


Oğuz Han, Zülkarneyn mi?

İslâmiyetten sonra kaleme alınan hemen bütün kaynaklarda, Oğuz Han Müslüman olarak kabul edilir. Hatta Oğuz Han’ı Zülkarneyn olarak kabul eden müfessirler bile vardır.

Eski Türk destanlarında, meselâ Oğuz Han destanında bazı İslâmî motifler açıkça görülür. Modern araştırmacılar, bunların Türkler Müslüman olduktan sonra bu destana ilâve edildiği görüşündedir. Halbuki Müslüman Türk müellifleri, eski Türklerin dinini İslâmiyetten ayrı bir din olarak görmez. Nitekim İslâm kültüründe, Hazret-i Âdem’den bu yana gelen bütün peygamberlerin, aynı inanç esaslarını, dolayısıyla aynı dini telkin ettiğine, sadece amel esaslarının farklı olabileceğine inanılır.

Müslüman kelimesi sadece Hazret-i Muhammed’in dininde olan demek değildir. Hazret-i Muhammed’den önce gelmiş peygamberlere iman edenlere de Müslüman denirdi. Dolayısıyla Oğuz Han’ın müminliği, Oğuz Han destanında da Müslümanlık motiflerinin bulunması bu telâkki çerçevesinde değerlendirilebilir. İslâmiyetten sonra rivâyet olunan ve kaleme alınan hemen bütün kaynaklarda, Oğuz Han Müslüman olarak kabul edilir. Bu kaynaklarda, babasıyla mücadelesinin ve evlendiği hanımlara yaklaşmamasının, hep inancından kaynaklandığı bildirilir. Hatta Müslüman müfessirler arasında (Vânî Mehmed Efendi gibi) Oğuz Han’ı Kur’an-ı kerîmde adı geçen Zülkarneyn olarak kabul edenler bile vardır. Şurası tarihçilerce de kabul edilir ki, ecnebilerin Mete dediği Oğuz Han, babası Teoman ile imanı uğrunda mücadele etmiş ve galip gelmiştir.

Ekrem Buğra Ekinci
03 Eylül 2008 Çarşamba
Kaynak; Türkiye Gazetesi