9.08.2007

Mevlânâ Celaleddin-i Rumi

Mevlânâ'nin 800.dogum yili olan 2007 Unesco tarafindan dünya Mevlânâ yili ilan edilmistir. Bu nedenle büyük sahsiyeti biraz olsun tanitmak amaciyla TRT tarafindan hazirlanmis belgeselini sunuyoruz...

Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (d. 1207 - ö. 1273), Islâm ve tasavvuf dünyasinda taninmis bir sair, düsünce adami ve Mevlevi yolunun öncüsüdür.

Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adi, Anadolu'ya yerlesip orada yasadigi için (o dönemde Anadolu'ya Diyari-i Rum deniliyordu); "Efendimiz" manasina gelen Mevlânâ ise, kendisine karsi duyulan büyük sayginin belirtisi olarak verilmistir), dönemin Islam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalik yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultani) lakabiyla anilan Bahaeddin Veled'in ogludur. Mevlânâ, babasi Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yil sonra, 1232 yilinda Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin 'in manevi terbiyesi altina girmis ve dokuz yil O'na hizmet etmistir.

Hayatı

Babasinin ölümüne kadar olan dönem

Harzemsah hükümdarlari Bahaeddin Veled'in halk üzerindeki etkisinden her zaman tedirgin olmustu; çünkü o, insanlara son derece iyi davranir, ayrica onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde kesinlikle felsefe tartismalarina girmezdi. Söylenceler, Bahaeddin Veled ile Harzemsah hükümdari Alaeddin Muhammed Tökis (ya da Tekis) arasinda geçen bir olaydan söz eder: Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere siddetle çatmis, onlari Islam dininde var olmayan seylere (bid'at) ugrasmakla suçlamisti. Ünlü Islam felsefecisi Fahrettin Razi buna çok kizdi ve onu Muhammed Tökis'e sikayet etti. Hükümdar, Razi'yi çok sayar ona özel olarak itibar ederdi. Razi'nin uyarilari ve halkin Bahaeddin Veled'e gösterdigi ilgi ve saygi bir araya gelince, kendi yerinden kuskuya düsen Tökis, Belh kentinin anahtarlarini ona gönderdi. Bu, benim yerime iktidari sen kullan, anlamina gelen bir davranisti. Söylendigine göre bu davranisi "bir yerde iki sultan olmaz" diye karsilayan Bahaeddin Veled, hemen göç hazirliklarina basladi, ailesini, kitaplarini, sadik müritlerini yanina alarak ülkeden ayrildi (1212 ya da 1213).

Nisapur kentinde ünlü seyh Feridüttin Attar onlari karsiladi. Aralarinda önemli konusmalar geçti. Küçük Celaleddin de bu konusmalari dinliyordu. Attar, Esrarname (Sirlar Kitabi) adli ünlü kitabini Celaleddin'e hediye etti ve yanlarindan ayrilirken küçük Celaleddin'i kastederek, yanindakilere "bir deniz bir irmagin ardina düsmüs gidiyor" dedi. Bahaeddin Veled'e de, "umarim yakin bir gelecekte oglunuz alem halkinin gönlüne ates verecek ve onlari yakacaktir" diye bir açiklama yapti (Mevlânâ Esrarname 'yi her zaman yaninda tasimis, Mesnevi'sinde Attar'dan ve onun kissalarindan sik sik söz etmistir).

Kafile, Bagdat'ta üç gün kaldi; sonra hac için Arabistan'a yöneldi. Hac dönüsü, Sam'dan Anadolu'ya geçti ve Erzincan, Aksehir, Larende'de (günümüzde Karaman) konakladi. Bu konaklama, yedi yil sürdü. On sekiz yasina gelmis olan Celalettin, Semerkandli Lala Serafettin'in kizi Gevher Hatun ile evlendi. Ogullari Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet, Larende'de dogdular. Selçuklu sultani Alaeddin Keykubat, sonunda Bahaeddin Veled'i ve Celaleddin'i Konya'ya yerlesmeye razi etti. Onlari yollarda karsiladi. Altinapa Medresesi'nde konuk etti. Basta hükümdar olmak üzere saray adamlari, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled'e büyük bir saygiyla baglaniyor, müridi oluyordu. Bahaeddin Veled 1231'de Konya'da öldü ve Selçuklu Sarayi'nda gül bahçesi denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtina oturmadi. Kirk gün, imarethanelerde onun için yemek dagitildi.Bu mesneviside böylece sona erdi.


Babasinin ölümünden sonraki dönem

Babasinin vasiyeti, sultanin buyrugu ve Bahaeddin'in müritlerinin israrli ricalari sonucu Celaleddin babasinin yerine geçti. Bir yil süreyle dersleri, vaazlari ve fetvalari o verdi. Sonra, babasinin ögrencilerinden Tirmizli Seyhit Burhaneddin Muhakkik ile bulustu. Tirmizli oldugu için Tirmizi diye anilan Burhaneddin, Konya'daki bu bulusmada genç Celaleddin'i o çagda geçerli olan bütün Islam bilim dallarindan sinava soktu. ve gösterdigi basaridan sonra "bilgide esin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adami) idi; sen kal ehlisin (söz adami). Kal'i birak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalis, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Günes gibi alemi aydinlatabilirsin" dedi (Sultan Veled (Mevlânâ'nin oglu) ünlü Ibtidaname (Baslangiç Kitabi) adli kitabinda olayi böyle anlatir). Bu uyaridan sonra, Celaleddin 9 yil boyunca Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'ye müritlik etti, seyr-ü sülük denen tarikat egitiminden geçti. Halep ve Sam medreselerinde ögrenimini tamamladi, dönüste Konya'da hocasi Tirmizi'nin gözetiminde art arda üç kez çile çikartti, riyazete (her tür perhiz) basladi. Hocasi artik Kayseri'ye dönmek istiyor, Celaleddin onu birakmiyordu. Günün birinde Tirmizi, ögrencisinden habersiz yola çikti ama yolda ati tökezleyip düsünce ayagi incindi. Dönüp Konya'ya geldi ve Celaleddin'e "neden beni birakmiyorsun?" diye sordu. O da hocasina "neden gitmek istiyorsun?" dedi. Tirmizi bu soruya su yaniti verdi: "Buraya güçlü bir gönül aslani yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslaniyim. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize agir geliriz". Bu açiklamadan sonra Tirmizi, Kayseri'ye gitti ve 1241'de orada öldü. Celaleddin, Konya'ya yönelen o gönül aslanini bir süre bekledi. Ne var ki, hocasini unutamiyordu. Bütün kitaplarini ve ders notlarini topladi. Fihi-Ma Fih (Ne Varsa Içindedir) adli yapitindaki açiklamalarinda sik sik hocasindan alintilar yapti. Bes yil boyunca medrese fikih ve dinbilim okuttu, vaiz ve irsatlarini sürdürdü.


Tebrizli Sems

1244'te Konya'nin ünlü Seker Tacirleri (Seker Furusan) hanina bastan ayaga karalar giymis bir gezgin indi: Adi Semsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Sems) idi. Yaygin inanca göre Ebubekir Selebaf adli ümi bir seyhin müridi idi. Gezici bir tüccar oldugunu söylüyordu. Sonradan Makalat (Sözler) adli kitabinda da anlattigina göre, bir aradigi vardi. Aradigini Konya'da bulacakti, gönlü böyle diyordu. Yolculuk ve arayis bitmisti. Ders saatinin bitiminde Iplikçi Medresesin'ne dogru yola çikti ve Mevlânâ'yi atinin üstünde danismentleriyle birlikte gelirken buldu: atin dizginlerini tutarak sordu ona: "Ey bilginler bilgini, söyle bana, Hz. Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?" Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmis, sordugu sorudan ötürü sasirmisti: "Bu nasil sorudur?" diye kükredi. "O ki peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yaninda Bayezit'in sözü mü olur?" Bunun üstüne Tebrizli Sems söyle dedi: "Neden Hz. Muhammed 'kalbim paslanir da bu yüzden Rabbime günde yetmis kez istigfar ederim' diyor da , Bayezit 'kendimi noksan sifatlardan uzak tutarim, bedenimin içinde Allah'tan baska varlik yok' diyor; buna ne dersin?" Bu soruyu Mevlânâ söyle karsiladi: "Hz. Muhammed her gün yetmis makam asiyordu. Her makamin yüceligine vardiginda önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliginden istigfar ediyordu. Oysa Bayezit ulastigi makamin yüceliginde doyuma ulasti ve kendinden geçti, gücü sinirliydi.; onun için böyle konustu". Tebrizli Sems bu yorum karsisinda "Allah, Allah" diye haykirarak onu kucakladi. Evet, aradigi O'ydu. Kaynaklar, bu bulusmanin oldugu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin bulustugu nokta) diye adlandirdi.

Oradan, birlikte, Mevlânâ'nin seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub'un hücresine (medresedeki odasi) gittiler ve halvet (iki kisilik kesin bir yalnizlik) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu (kaynaklar 40 gün ile 6 aydan söz eder). Süre ne olursa olsun, Mevlânâ'nin yasaminda bu sirada büyük bir degisme oldu ve yepyeni bir kisilik, yepyeni bir görünüm ortaya çikti. Mevlânâ artik vaazlarini, derslerini, görevlerini, zorunluluklarini, kisaca her davranisi, her eylemi terk etmisti. Her gün okudugu kitaplari bir yana birakmis, dostlarini, müritlerini aramaz olmustu. Konya'nin hemen her kesiminde, bu yeni duruma karsi bir itiraz, bir isyan havasi esiyordu. Kimdi bu gelen dervis? Ne istiyordu? Mevlânâ ile hayranlari arasina nasil girmis, ona bütün görevlerini nasil uutturmustu. Sikayetler, ayiplamalar o dereceye vardi ki, bazilari Tebrizli Sems'i ölümle bile tehtid ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazaninca, bir gün cani çok sikilan Tebrizli Sems, Mevlânâ'ya Kur'an'dan bir ayet okudu. Ayet, "iste bu, sen ile ben'in arasindaki ayriliktir" anlamina geliyordu. Bu ayrilik gerçeklesti ve Tebrizli Sems bir gece habersizce Konya'yi terk etti (1245).

Tebrizli Sems'in gidisinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememis, kimseyi kabul etmemis, yemeden içmeden kesilmis, sema meclislerinden, dost toplantilarindan büsbütün ayagini çekmisti. Özlem ve ask dolu gazeller söylüyor, gidebilecegi her yere gönderdigi ulaklar araciligiyla Tebrizli Sems'i aratiyordu. Müritlerin bazilari pismanlik duyup Mevlânâ'dan özür dilerken, bazilari da Tebrizli Sems'e büsbütün kizip kinlenmekteydiler. Sonunda onun Sam'da oldugu ögrenildi. Sultan Veled ve yirimi kadar arkadasi Tebrizli Sems'i alip getirmek üzere acele Sam'a gittiler. Mevlânâ'nin geri dönmesi için yanip yakardigi gazelleri ona sundular. Tebrizli Sems, Sultan Veled'in ricalarini kirmadi. Konya'ya dönünce kisa süreli bir baris yasandi; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli Sems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervisler, Mevlânâ 'yi Tebrizli Sems'ten uzak tutmaya çalisiyorlardi. Halk da Mevlânâ'ya Tebrizli Sems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi biraktigi, sema ve raksa basladigi, fikih bilginlerine özgü kiyafetini degistirip Hint alacasi renginde bir hirka ve bal rengi bir küllah giydigi için kiziyordu. Tebrizli Sems'e karsi birlesenler arasinda bu kez Mevlânâ'nin ikinci oglu Alaeddin Çelebi'de vardi.

Sonunda sabri tükenen Tebrizli Sems "bu sefer öyle bir gidecegim ki, nerde oldugumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yilinda bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadigini, aralarinda Mevlânâ'nin oglu Alaeddin'in de bulundugu bir grup tarafindan öldürüldügünü ileri sürer). Sultan Veled'in deyisine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüstü; ama sonunda onun gene geleceginden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarina, islerine döndü.


Selahattin Zerküb

Bu dönemde Mevlânâ, Tebrizli Sems ile kendi benligini özldeslestirme deneyimini yasiyordu (bu, bazi gazellerin taç beyitinde kendi adini kullanmasi gerekirken, Tebrizli Sems'in adini kullanmasindan da anlasilmaktadir). Ayni zamanda Mevlânâ o sirada kendine en yakin hemhal olarak (ayni hali paylasan dost) Selahattin Zerküb'u seçmisti. Tebrizli Sems'in yoklugunu onunla gideriyor. Selahattin Zerküb, Mevlânâ'nin gözünde Sems ile özdeslesiyordu. Selahattin, erdemli ama okumasi yazmasi olmayan bir kuyumcuydu. Aradan kisa bir zaman geçince, bu kez müritler Tebrizli Sems yerine Selahattin'i hedef edindiler. Ne var ki bu kez Mevlânâ ve Selahattin kendilerine karsi duyulan gergin havaya pek aldirmadilar. Selahattin'in kizi Fatma Hatun ile Sultan Veled evlendirildi.

Mevlânâ ile Selahattin on yil süreyle bir arada bulundular. Selahattin'i öldürme girisimleri oldu ve bir gün Selahattin Mevlânâ'dan "bu vücut zindanindan kurtulmak için izin istedigi" rivayeti yayildi; üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralik 1258). Selahattin'in cenazesinin aglayarak degil, neyler ve kudümler çalinarak, sevinç ve sevk içinde kaldirilmasini vasiyet etmisti. Istedigi her sey yapildi.


Hüsamettin Çelebi

Selahattin'in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldi. Hüsamettin'in babasi, Konya yöresi ahilerinin reisiydi. Onun için, Hüsamettin Ahi Türk oglu diye anilirdi. Varlikli bir kisiydi ve Mevlânâ'ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadi. Beraberlikleri Mevlânâ'nin ölümüne kadar on yil sürdü. O ayni zamanda Vezir Ziyaettin tekkesinin de seyhiydi ve böylece iki ayri makam sahibiydi.

Islam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapiti olan Mesnevi-i Manevi (genellikle yalniz Mesnevi diye anilir) Hüsamettin Çelebi araciligiyla yazilmistir. Bir gün birlikte sohbet ederlerken Çelebi bir konudan yakindi ve "müritler", dedi, "tasavvuf yolunda bir seyler ögrenmek için ya Hakim Senai'nin Hadika (Bahçe) adli kitabini okuyorlar ya Attar'in Ilahiname 'sini, Mantik-ut-Tayr ini (Kus Dili) okuyorlar. Oysa bizim de egitici bir kitabimiz olsaydi herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden ögrenecekti." Hüsamettin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sariginin katlari arasindan bükülmüs bir kagit uzatti genç dostuna; Mesnevi 'nin ünlü ilk 18 beyti yazilmisti ve hoca, müridine söyle diyordu: "Ben basladim, gerisini sen yazarsan ben söylerim."

Bu çalisma yillar boyu sürdü. Yapit, 25.700 beyitten olusan 6 citlik bir bütündü. Tasavvuf ögretisini birbirinden çikan ilgi çekici öyküler araciligiyla anlatiyor, olaylari yorumlarken tasavvuf ilkelerini açikliyordu. Mesnevi bittigi zaman artik epeyce yaslanmis olan Mevlânâ yorgun düsmüs, ayrica sagligi da bozulmustu. 17 Aralik 1273'te de öldü (ilk esi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ Konya'da ikinci kez Gera Hatun ile evlenmis ve ondan Muzafferettin Alim Çelebi adinda bir oglu ve Fatma Melike Hatun adinda bir kizi olmustu. Mevlânâ'nin soyundan gelen Çelebiler, genellikle Sultan Veled'in oglu Feridun Ulu Arif Çelebi'nin torunlaridir; Melike Hatun torunlariysa Mevleviler arasinda Inas Çelebi olarak anilir.)


Felsefesi

Mevlânâ, Islam dinini, siir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince yorumlayankisidir. Bu yorum, Islam ve Islam disi bütün insanlik tarafindan benimsenmis, esin kaynagi olmustur. Ingiliz dogubilimcisi A.J. Arberry, Mevlânâ'yi "dünyanin en büyük ozani" olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde kalmis, Rembrandt tablosunu yapmis, Muhammed Ikbal felsefesini onun düsünceleri üstüne kurmus, Ingiliz dogubilimcisi Nicholson 30 yil çalisarak Mesnevi yi Ingilizceye çevirmis ve yapitin Bati dünyasindan taninmasini saglamistir. Mevlânâ yüzyillardir etkisini, canliligini yitirmeyen bir büyük ozan ve düsünce adami niteligini korumaktadir. Kisi, inanç ve düsünce özgürlügüne olaganüstü bir deger vermesi, bütün insanlari (suçlu-suçsuz, mecusi-putperest, kara-sari, efendi-köle) saygiya ve sevgiye çagirmasi onun en büyük özelligidir.

Mevlânâ tam bir vahdet-i vücud (varlik birligi) savunucusudur. Ona göre, her varlik Hak'kin bir ayri tecellisidir ve yaradilmislara uygulanan her eylem aslinda Yaratan'a uygulaniyor demektir. Onun için, soyut bir Allah sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani Hak'ki halkta ve halki Hak'ta sevmek gerekir.

Mevlânâ biçimci degildi, her türlü kisitlamanin karsisindaydi. Edep, vefa, sabir, egitim gibi ahlak kavramlarinin gerçek anlamini aramayi ve insanlara bunu ögretmeyi is edinmisti. Ona göre, asil konu "insan"di. Din, felsefe, ahlak, insani daha mutlu etme yolunda gelisen araçlardi. Bu araçlara takilip kalmak, gelismeyi ve gelisme hizini kesecek yanlis davranislardi. Dogru olan, gerçege giden yolu bulmakti ve bu yol, "ask" tan geçerdi: Sonsuz bir sevgi. Bu sevgi hosgörü ve vefa kavramlariyla desteklenecek, beslenecekti.

Mevlânâ için, sözünü ettigi bu ask anlatilmaz, yasanir; yasayarak ögrenilirdi. Bu nedenle, bir gün kendisine "ask nedir efendim" diye soran bir ögrencisine "Ben ol da bil" yanitini verdi.

Mevlânâ'nin ilkelerinden ve Islam inancina getirdigi yorumdan Mevlevi tarikati dogdu ama Mevlânâ bir tarikat kurucusu degildir. Mevlevilik onun ölümünden sonra oglu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin Çelebi'nin birlikte hazirladiklari bir örgütlenmeye göre kurulmustur.