1.08.2007

Oktay Sinanoğlu - Gani Müjde Söyleşisi

Gani Müjde: Efendim merhabalar. Gündem Dışı'nın bugün çok renkli bir konuğu var. Türk Aynştayn’ı olarak da tanımlandırılan Oktay Sinanoğlu bugün konuğumuz. Efendim burada bir kitabın kapağında bir resminiz var. Hiç değişmemişsiniz. Bunu nasıl başardınız diye sorayım.

Oktay Sinanoğlu: Eh! Biraz. Ama kafanın içi yani daha genç duruyor, ondan belki.

Gani Müjde: Biraz mı değiştiniz. Peki, nasıl sağlıyorsunuz bunu?

Oktay Sinanoğlu: Şimdi bir kere bunu ben böyle 5 yılda bir yeni bir şeye merak sararım. Bilimde de yepyeni bir saha öğrenirim, o heyecanla oraya dalarım. Sonra işte başka meraklarda da yelken olsun, pilotluk olsun falan gibi, her 5 senede bir yeni bir şeylere girmek suretiyle hep böyle yeniden başlıyor gibiyiz.

Gani Müjde: Şimdi gerilere dönelim o zaman biraz, İtalya'ya doğru gidelim. Bari'de doğdunuz sanıyorum. Ve o günlerden sonrasını.

Oktay Sinanoğlu: Babam konsolostu tabi.

Gani Müjde: Eğitiminizi orda mı aldınız yoksa Türkiye'ye mi geldiniz?

Oktay Sinanoğlu: Türkiye'ye geldik, İkinci Dünya Harbi başlamıştı filan, kaçtık da geldik yani arabayla. Ondan sonra da Türk Eğitim Derneği Lisesi'ne, döndükten biraz sonra babam vefat etti çok genç yaşta kalpten.

Gani Müjde: 43 yaşında vefat etti galiba. Burada kitapta rastladım bir yerde. Sizde de böyle 43 yaşında ben de öleceğim takıntısı varmış bir dönem.

Oktay Sinanoğlu: Evet, vardı.

Gani Müjde: Atlattınız çok şükür 45 olunca.

Oktay Sinanoğlu: Evet, zaten tam 43 yaşında da okyanusta yelkenle kaybolup az daha gidiyorduk. Dolayısıyla oradan kurtulduktan sonra dedim ki bundan sonrası, affedersiniz, beleş yani. Ondan sonra aslında çok daha keyifli yaşamaya başladım.

Gani Müjde: Peki o beleş yaşama gelmeden önce siz mesela 14 yaşında fotoğraf kâğıdı yapmışsınız. Bunu nasıl becerdiniz? Nasıl bir kâğıttı o daha doğrusu? Bildiğimiz baskı yapılan kâğıt mı?

Oktay Sinanoğlu: Evet, yani fotoğraf çıkan kâğıt. Vallahi işte ben böyle yazları filan böyle bir konuya merak sarıyordum. Onun üzerine böyle kendi kendime araştırmalar yapıyordum. Tabi yani kitaplardan okuyordum. Tabi ben o zaman farkında değilim ama okuduğumuz kitaplar meğerse Oxford Üniversitesi'nin üniversite kitaplarıymış, ne bileyim. Bir taraftan okuyordum, bir taraftan deneyler yapıyordum. Ama sırf böyle oyun gibi değil de kendime bir hedef seçiyordum. Yani mesela şu fotoğraf kâğıdını ben yapacağım. Nasıl yapacaksın? Sıfırdan başlayacaksın, hiçbir bilgi yok ortada. Güzelce hesabını kitabını yapıyordum baya kimyasal, deneylerini yapıyordum. Sonra püf noktaları var bu işlerin, yazmıyorlar kitaplarda. Ticari sırlar var, işte düşe kalka onu keşfediyordum filan. Neyse resim falan çıktıktan sonra üstünde bu sefer onu hemen bir kenara bırakıp başka bir projeye başlıyordum.

Gani Müjde: Aslında bilim adamı olmanın biraz da herhalde niteliklerinden biri meraklı ve sürekli araştırmacı olmak, şüpheci olmak.

Oktay Sinanoğlu: Tabi, yani şimdi şey olmak veya yaratıcı bir konuda, siz de çok yaratıcı bir insansınız, yani böyle işlerde vay işte efendim para kazanayım, yok mevki sahibi olayım, profesör olayım, efendim işte şöhret sahibi olayım filan. Bunlar insanın aklına bile gelmez. Zaten onları kovalasan bunlar kaçar. Ama yani bir konuya kaptırıp bir merak, bir heyecan, yani çünkü bilim öyle bir şey ki bir yerinden tuttun mu, açmaya başladın mı çıktıkça çıkıyor. Yeni ufuklar, yeni bilinmeyenler gittikçe büyüyor. Onun için yani bunun sonu da yok, bir ummana dalıyorsun.

Gani Müjde: Ama ona rağmen bir üniversitede dünyanın en genç profesörü olmuşsunuz yıllar önce.

Oktay Sinanoğlu: Vallahi işte kendiliğinden oldu bu. Yani hiç öyle bir derdim yoktu. Hatta işte o yaptığımız kuramlar o zaman bütün dünya işte bilim çevrelerinde filan yazılıp çizilip ilgi görmeye başlayınca birçok üniversite bizi profesör yapmak istedi. Aman bu kaçacak şimdi filan deye, rakipler çağırıyor boyna. İşte hemencecik profesör yaptılar. Ben de diyorum ki, ya bunlara ne oluyor, ben bu işi geçen sene yaptım. Onu yaparken yani o heyecanı o zaman duydum. Şimdi yeni başka bir işle uğraşıyorum. Bunlar benim geçen sene yaptığım işten bizi şey yapıyorlar, Allah Allah bunları ne oluyor filan diyorum.

Gani Müjde: En genç profesör. Sizin peki bu unvanınızı daha sonra kıran oldu mu, daha genç profesör olan oldu mu?

Oktay Sinanoğlu: Şimdi batı dünyasında diyorlar, yani dış basınlar yazdı hep de, yıllarca yazdı aslında, benim bildiğim yok.

Gani Müjde: Sizin bildiğiniz yok, ne güzel. Peki, şimdi 26 yaşında profesör olmuşsunuz, iki kere Nobel'e aday göstermişler sizi. Siz her seferinde, yahu şimdi iki bavul dolusu evrak istiyorlar, kim uğraşır bunlarla deyip vazgeçmişsiniz.

Oktay Sinanoğlu: Vallahi kitapta, Emine Çaykara, söyleşiyi de yapan, böyle bir sürü şeyi bana dedirtti. Yani hiç aklıma gelmeyen, unuttuğum şeyleri. Fakat hakikaten yani şimdi mesela Japonya'ya gidiyoruz. Japon gazeteleri yazıyor ki işte aday gösterildi. Almanya'ya gidiyoruz, Almanlar gösteriyor, bilmem ne oluyor. Efendim ondan sonra diyorlar ki işte bu sefer işte oraya bütün yayınlarını, şunu bunu bir sürü şey getireceksin iki sandık dolusu. Ben de şimdi oradan oraya koşuyorum, bu arada yeni şeylerle meşgulüm. Yahu şimdi kim uğraşacak bunlarla falan deyip sallıyorum. Tabi arkadan da yahu, şimdi gittiğimiz ülkede söylemesi ayıp, yani diyorlar ki bir sürü Asya ülkesi, yahu ne zaman alacaksın, bekliyoruz hadi filan diyorlar.

Gani Müjde: Üstünüzde baskı da var yani.

Oktay Sinanoğlu: Bekliyorlar, aman işte al şunu falan diyorlar. Yani her yerde demiyorlar da, işte bu Türkiye'de pek demezler, o ayrı hikâye. Ben de tabi diyorum ki herhalde işte Türk olduğum için vermiyorlar filan. Aslında hikâye yani, üşendim göndermedim. Yani çünkü ben öyle şeyleri hiçbir zaman ciddiye almadım.

Gani Müjde: Ama başkalarının Nobel almasına aracı olmuşsunuz.

Oktay Sinanoğlu: İsveç Kraliyet armasıyla böyle İsveç Nobel Kurulu'ndan arada bir böyle mektup geliyor, işte aday gösterileni böyle birilerine sorarlarmış, öyle herkesi aday göstermezmiş. Biz de bir Japon'u aday gösterdik. Adam Nobel'i kazandı, sonra bana teşekkür etti. Fakat biz aday gösterdik ama Japonya her şeyiyle, devleti, üniversiteleri, şirketleri falan arkasında durdu, destekledi filan, kulisin yaptı filan, adam kazandı. Yani bizde olsa herhalde, bize olsa olsa köstek olurlar.

Gani Müjde: Peki bu kitap üzerinde biraz da konuşalım. Bir Türk Aynştayn'ı. Nasıl oluştu bu kitap?

Oktay Sinanoğlu: Şimdi efendim Emine Çaykara Hanımefendi, çok değerli yazar ve gazeteci genç bir hanım. Ayrıca çok kültürlü, arkeolog filan aynı zamanda. O 5–6 sene evvel Tempo'da yazıyordu. O sıralarda da gene işte bir sürü mülakat için gelenler oluyor dergilerden gazetelerden. Kendisi de geldi, dedim ki ama dedim yani benim şimdi diyeceğim şeyleri bu basmaz dedim. Sisteme biraz çatıyoruz hafiften, eleştiriyoruz yani haklı olarak diyorum. Yok yok, bastırır falan dedi. Neyse çok güzel bir mülakat yaptı, çıktı orda.

Gani Müjde: Basıldı yani.

Oktay Sinanoğlu: Basıldı. Ondan sonra derken 3–5 sene sonra filan İş Bankası Kültür Yayınları'ndan böyle bir şey çıkarmışlar belli kişilerin. Ve Emine Hanım da onlara kitap hazırlıyor. İşte bizi o tezin başında olan beyle tanıştırdı filan derken, sonra biz Emine Hanım'la İstanbul'un, Beyoğlu'nun bütün kahvelerinde günlerce sabahtan akşama kadar söyleşi yaptık, 8 ay filan. Tabi arada bir iki ay gidiyorum dışarı geliyorum, devam ediyoruz. Ama doğrusu çok akıcı bir şekilde yazmış. Yani inanılır gibi değil, Allah başarısını artırsın.

Gani Müjde: Biraz o zaman, kitabın bir yerinde de onu söylüyorsunuz, eğitim sistemine de eleştirilerim var dediniz az önce. Biraz oraya gelelim. Türkiye'de bilim adamı yetiştirmiyor mu üniversiteler?

Oktay Sinanoğlu: Bu iş aslında daha öncelerden başlıyor, yani ilkokuldan itibaren başlıyor, ortaokulda, lisede başlıyor. Şimdi 50'lere kadar, 50'lerin ortalarına kadar Türkiye'deki orta öğretim sistemi dünyadaki en iyilerinden biriydi. Yani üç dört taneden biriydi. Fransız, işte Rus, Alman filan, Amerika'da halkın gittiği okullardaki yaygın orta öğretim çok kötüdür ve kendileri de devamlı şikâyetçidir. Ama o sistemi 50'lerin ortasından sonra danışmanları vasıtasıyla bize soktular ve buradaki çok önemli bir etken de o zamana kadar yabancı dilde, yani İngilizceyle eğitim yapan hiçbir Türk okulu yokken ondan sonra benim okuduğum okula tam biz bitirdikten sonra bir İngiliz çengeliyle burayı kolej yaptılar. O zamana kadar kolej, misyoner okulu demekti. Şimdi de yerli misyoner okulu demektir. Başkası bir şey zannetmesin. Çünkü mesela Alman Lisesi dediğimiz zaman aklınıza ne gelir, eğitim dili Almanca, Alman okulları gelir. Türk Lisesi dersen eğitim dili Türkçe. Dünyanın her yerinde bu iş böyledir. Yani yabancı dilde eğitim bir iki sömürgede var. Ve perişan haldeler. Yani şimdi bu sistemi buraya içten dıştan birtakım şeylerle 24 ayar soktular ve ondan sonra her gün gerilemiştir, bilim araştırma, eğitim her gün gerilemiştir ve sıfırlanmıştır şimdi.

Gani Müjde: Peki üniversitelerde bu süreç ne zaman başladı, yine aynı dönemlerde mi başladı?

Oktay Sinanoğlu: İşte önce bir liselere falan el attılar, onlardan biraz yaptıktan sonra, bu sefer bunlara bir de üniversite diye Amerika üniversite kurdurdu oraya aynen oradakinin kopyası. Arkadan bir tane daha filan. Tabi biz buralarla meşgul olduk biraz düzeltelim diye ama kolay değil biliyorsunuz.

Gani Müjde: YÖK'e bakışınız nasıl?

Oktay Sinanoğlu: Vallahi YÖK, YÖK müdür YOK mudur? Tamamen karıştırıyorum yani, iki noktası var mıydı yok muydu?

Gani Müjde: Bazen unutuluyor yani, ondan oluyor.

Oktay Sinanoğlu: Neyse, şimdi benim bildiğim yani komünist ülkelerde, Sovyetlerde filan bile böyle bir şey olmamıştır, yani dünyanın hiçbir yerinde, herhalde Afrika'da filan da yoktur. Mesela bir bilim adamı bizim gibi mesela gidecek falanca üniversitede çağırıyorlar, öğrenciler çağırıyor, hocalar çağırıyor, fizik konusunda, matematik konusunda yeni şeyler filan, seneler vereceğiz, anlatacağız. Rektör bir Türk mani oluyor. Niye? Rektör işte şucuymuş, bucuymuş falan, hepsinde böyle değişik maskeler vardır bizde sahte. Ama asıl YÖK'çüymüş, yahu YÖK'ün başındaki -ciymiş falan. Yani dünyanın hiçbir yerinde bir şey birisine bilimsel konuşma yapmak için çağrılacak da buna dekanı, rektörü falan karışacak, mani olacak defalarca ve YÖK bu kadar ince, bu kadarına kadar karışacak. Böyle bir şey hiçbir yerde görülmemiştir. Dolayısıyla zaten YÖK'ün kurulmasından itibaren üniversiteler liseden daha acı bir duruma getirilmiştir. Yani hocalar 40 saat ders veriyor, ders başına para alıyor, araştırma yapmak isteyenin de başına bin bir bela geliyor.

Gani Müjde: Peki bu beyin göçünün nedeni sadece ekonomik miydi o zaman birazda.

Oktay Sinanoğlu: Benim biraz güleceğim geliyor. Biz malum beyin yetiştirmiyoruz, biz beyin hammaddesi ihraç ediyoruz, hammaddesi ihraç ediyoruz yani.

Gani Müjde: Evet, çok güzel bir tanımlamaydı. Şimdi sizin bilim dışında çok ilginç ve çok benim de çok sevdiğim, her biriyle ayrı ayrı ilgilendiğim hobileriniz var, meraklarınız var. Oktay Akbal mesela sizin için şey demiş; eğer bilime soyunmasaydı çok iyi edebiyatçı olurdu, demiş. Edebiyatla bu kadar sıkı fıkı ilişkiniz, yazdığınız bir kitap daha var, Bay Bay Türkçe diye. Nerden geliyor bu?

Oktay Sinanoğlu: Vallah bizim bütün ailemiz sanatçıdır. Kız kardeşim, şimdi o da iyi yazıyormuş meğerse. Tabi annemin çok kuvvetli kalemi vardı. Babamın birçok kitapları vardı 43 yaşına kadar birkaç konuda. Ağabeylerim öyleydi. Dolayısıyla yani bizde böyle bir şey var ama ben tabi çok küçük yaşta böyle hikâyeler yazmaya başlayınca, 14 yaşında filan, dedim ki ya ben onlarla rekabet edemem yani ve onun için biz de öbür yola ağırlık verdik. Fakat bu yazma olayı tabi insanın kanında var. Yani işte onun için biz de boyuna yazdık, başka şeyler de yazdık yani.

Gani Müjde: Saz çalıyorsunuz bu arada.

Oktay Sinanoğlu: Biz işte ortaokuldayken o zamanlar Kızılay'da Ankara'da saz falan lafı da yoktu. Biz de işte okulda mandolin çalıp efendim Alman halk şarkıları öğretirlerdi. Ama ben kendi kendime saza merak sardım ve çok iyi bir ustasını da, tanıdığın tanıdığı, annem rica etti, Ahmet Yamacı, TRT'nin o zaman meşhur başıydı bu işlerin ve bana geldi ders verdi. Ondan sonra ben tabi işte Karacaoğlanlar, efendim Âşık Veyseller falan böyle şeyler çalıyordum. Esin de tabi konservatuara gidip, Esin Avşar, klasik müzik çalışır, piyano şan filan. Fakat sonradan herhalde bizim çaldığımız şey kulağında kalmış, onların daha böyle batı müziğine uyarlanmış şekliyle filan, evet öyle şeyler var yani.

Gani Müjde: Sizin bir de çok güzel bir sözünüz var, yelkenciliğe getireceğim burada sözü. Yelkene para vermezsen doktora verirsin parayı demişsiniz.

Oktay Sinanoğlu: Evet.

Gani Müjde: Ben de buna çok inanıyoruz.

Oktay Sinanoğlu: Tabi tabi. Şimdi Türkiye'de şimdi değişiyor. Ama ben 60'larda falan işte gelip giderken Sadun Bora dünyayı dolaşmış gelmiş, buna bir davet vermişler yelken kulübünde, ortada da o zaman Amiral Eğicioğlu oturuyor. Biz oturuyoruz ikimiz. O zaman başka yelkenci yoktu yahu, yelken kulübünde oluyor, biz dedik ki başka yelkenci var mı, tanışalım falan dedik. Baktık bir sürü falan böyle söylemesi ayıp şişman insanlar oturmuşlar işte orda kâğıt oynarlarmış, yemek yerlermiş filan, yelkenci bulamamıştık. Şimdi yelkencilik çok gelişti, çok gelişti. Onun için çok seviniyorum tabi bu gelişmeye.

Gani Müjde: Benim de en sevdiğim spor yani.

Oktay Sinanoğlu: Ama dolayısıyla o zamandan kalma böyle bir şey vardır, aslında Amerika'da filan da bilmeyenler de vardır da hani yatla uğraşmayı filan, yelkenle, böyle çok zenginlerin yaptığı gibi filan, böyle bir şey zannederler. Yani bunun ne kadar muazzam bir spor olduğunu, ama tabi onlarınki spor değil. Yani şimdi birileri böyle oturup yarışırsa teknede, başka kaptan işte zevkini çıkarıyor. Yani kaptan zevkini çıkarıyor teknenin. Tabi o manada doğru. Ama bizimki öyle değil ki. Tek başına... Yani okyanuslarda iki hafta, üç hafta gidip en azından ondan sonra fırtınalarda kaybolmak, efendim yelkenlerle boğuşmak, yani okyanus bambaşka bir şey, fırtınalarda geceleyin gök neresi, yer neresi belli değil, efendim dev gibi dalgalar, yani uçuruyor seni tekneden, böyle zor tutunuyorsun filan. Tabi bağlıyorsun kendini. Yani bunun heyecanı, bunun hem kafa sporu, hem vücut sporu, yani boyna seyrü sefer hesapları yapacaksın. Bir de yıllarca ben bu işi elektroniksiz yaptım. Kolomb usûlüyle. Yani bu heyecan hem kafa hem de insanın kendi kendine yetme yeteneğini geliştiriyor. Yoksa vaktiyle işte annen yemeğini pişirsin, hanımın pişirsin, başkası şunu yapsın ama orda bir sen varsın bir de yaradan var yani, ne yapacaksın. Tekneyi sen tamir edeceksin, yemeğini de sen yapacaksın, yolunu da sen bulacaksın. Yoksa öbür dünyaya bay bay.

Gani Müjde: Çok şükür ki buradasınız büyük tehlikeler atlatmanıza rağmen. Çok teşekkür ederim, pilotluğu konuşmaya vakit bile kalmadı. Çok teşekkür ediyorum geldiğiniz için.

Oktay Sinanoğlu: Ben de çok memnun oldum.

Gani Müjde: Umarım yelkenle, uçakla ve bilimle geçen ömrünüz yıllarca daha sürer. Efendim bugün Oktay Sinanoğlu konuğumdu, onunla son kitabı Türk Aynştayn’ını konuştuk. Türkiye'nin en genç profesörü Oktay Sinanoğlu'yla sohbet ettik. Kendisi çok keyifli bir insan. Eğer sizi de gülümsetebildiysek aman öyle kalın. Biliyorsunuz kahkahaya vergi yok, hoşça kalın...